İnsanoğlu, parayla beraber ahlâk kazanabileceğini de sanır. Yaptığı hırsızlıkları, bir başkasının hakkına ya da namusuna göz dikmeyi yokluğun tabiatı addeder. Sanki paranın olmadığı yerde ahlâksızlık baş gösterecekmiş gibi. Oysa zandan ibaret olan bu tutumla beraber; cüzdanı kabardıkça kadının en güzeline sahip olmaya uğraşır, hırsızlığına kravatla resmiyet kazandırır, karşılığı para ile ölçülebilen her mefhuma sanki ahlâklı olmanın ön koşuluymuş gibi itibar eder ve addeder. Bu perspektiften bakan fakir; her zaman ahlâksız ve hakir, zengin ise hep ahlâklı ve saygıdeğer olarak kalacaktır yeryüzünde. Paranın miktarının, ahlâkın seviyesini belirlediği bir evrende yaşıyoruz ve bu, tüm zamanların aşamadığı en büyük ahlâksızlıktır.

Ahlâk ve erdem, dünya kurulduğu günden bu yana tartışılagelen iki önemli mevzudur. Öyle ki yaptığımız her işe, sergilediğimiz her davranışa bu ikisinden pâye biçip, anlam kazandırarak hareket ederiz, farkında olarak ya da olmayarak... Hırsızlığın kitabını yazan insan yaptığı hırsızlığa bir şekilde bahane üretip, kendince bir çeşit ahlâk formuna sokacaktır çalmayı. Oysa ne felsefik bakış açısıyla, ne dinsel öğretilerde, ne de toplumsal ahlâk kuralları içerisinde hiçbir geçerliliği olmayan savunma biçimidir bu. İster felsefî, ister dinsel, ister toplumsal, hangi kurallar çerçevesinde yaşıyor olursanız olun, hırsızlığa asla erdemli bir form bulamazsınız.

Kabul edilebilirliği ve bahanesi hiç bir yaşam biçiminde mümkün olmayan bu eylem, toplumda yaşayan insanlar tarafından parası çok olana hak görülüp ya da en azından mümkün kılınıyor ve erdem kazanabiliyorsa, bunda hırsızdan ziyade, o toplumda yer alan insanların da hırsızlığa bakış açısında sakatlık, hastalık var demektir. Beyaz yaka hırsızlıkları kurumlarda öylesine yoğun ve fark edilmeden yapılıyor ki, çalınan paranın miktarı büyük olunca gözümüzde kahraman bile oluveriyor bazı insanlar. Küçük meblağ hırsızlıkları adi suçlar kategorisinde yerini alıyor. Geçmişte 1 dilim baklava çalan çocuklar bu ülkenin adalet terazisinde 6 yıl hapse mahkûm edilirken, SSK gibi devlete ait bir kurumu türlü yolsuzluklarla batıran birinin, ülkenin ‘ana muhalefet’ partisinde ‘genel başkan’ olarak ayrıcalıklı bir konumda oluşu bu duruma gayet iyi bir örnek.

Hiç bir geçerliliği ve savunusu olmayan bu adi eylemin, toplumun vicdanında nasıl bir şekle karşılık geldiğini derin düşünmek gerekir. Eşit olmayan gelir dağılımı, eğer toplumun içerisinde ahlâklı bireyler barındırmıyorsa hırsızlığa kapı aralayacak, fakirin zengin üzerindeki hakkı hırsız eliyle çalınıp 'adalet' dağıtacaktır belki de. Çok karışık değil mi? Biraz da felsefik mi acaba? Hayır. Felsefe, İslâm'la buluşmadığı müddetçe her zaman eksik, sakat ve zehirli olacaktır. Karl Marks'ın,"din, afyondur" diyerek dini uyuşturan bir olgu biçiminde ele alması, felsefesinin afyonunda kafasının uyuşuk olmasındandır. Yaşadığı dönemin din anlayışı ve İslâm ile tanışmamış olması da bu düşüncenin şekillenmesinde büyük etken. İslâm tüm ölçüleri kitapla beraber belirlerken, felsefeyi İslâm üzerinden şekillendirmeyen her kafa uyuşmaya mahkûmdur. Felsefe tek başına acizdir ve Allah'ın kanunları ile şekillenmediği müddetçe hırsızlığın ve her türlü ahlâksızlığın kitabını felsefik bir dille yazıp adına da kanun diyerek; baklava çalana 6 yıl hapis, kurum batırana da deri koltuklar üzerinde saçmalama hakkını kolaylıkla verirsiniz. Allah’ın belirlediği çerçevenin dışına çıkıp, kanun denilen uyduruk beşerî kuralların savunucusu olan hâkimler, savcılar ve onun işbirlikçi avukatları dağıttıkları ‘şey’in adalet olduğunu savunduğu sürece de; ne hırsızlık biter, ne huzursuzluk.

Çalmayın efendim. Ne 1 dilim baklava, ne de kurum batırdıktan sonra koltuk. Saygılar...