Bana göre İslam coğrafyasın da yaşanan terörizm olaylarının en başlıca nedenlerinden birisi ve belki de en önemlisi, kendi inancı dışındakilerin, doğru yolda olmadığının doğruluğu, aşırı dindarlık sonucunda, kindarlığa dönüşmesidir. Bu insanlık için en büyük tehlike olmasının yanı sıra, İslami terörizmin de ana sebeplerinden biridir. Muhafazakarlaşma eğilimi, bu coğrafyalarda tarikat ve politika eliyle organize edilerek bilinçli bir şekilde dış güçlerin finansman ve silahlandırılması ile bilimsel tabana oturmayan, mezhep ve tarikat kökenli dinsel muhafazakarlık adı altında üretilen terörist kitlelerin, emperyalistlere hizmet amacı güden şer odaklarıdır.

İşte bu gün Suriye de yaşanan ve kimlere hizmet ettiği tam olarak anlaşılamayan bir çok farklı ad altında faaliyet gösteren bu şer odaklarının faaliyetleri sonucunda Suriye’nin siyasal bütünlüğü sağlanamadığından, ülkenin toprak bütünlüğü de kontrol altına alınamamaktadır. İslam coğrafyasın da batı medeniyetlerine ters orantıda muhafazakarlaşmaya ve dinselleşmeye doğru hızla gidilirken, dini politikaya karıştırarak halkı bu yönde manipüle etmek, kimyasal silah kullanımı kadar tehlikelidir. Bu anlamda yönetim furyası 1979 İran İslam devriminden sonra İslam coğrafyasında aşırı derecede yayılmaya başladı . Buna en güzel örnekler; Türkiye, İsrail, Sudan, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Ürdün, Mısır, Fas ve Libya gibi bir çok ülke örnek verilebilir. Bu ülkelerin ortak özelliği, aşırı dinciliğin hem halk arasında, hem de politik alanda sınırsız ve kontrolsüz imtiyazlara sahip olmalarıdır. Bu tür anlayışa sahip toplumlar, tutucu dünya görüşüne sahip olan liderler üretir. Toplumsal yönetimde sistem geliştirmeye ihtiyaç duymazlar. Toplumu meydana getiren bireyi seçmen olarak görür, birey olarak algılamaz. Din eksenli bu bakış acısı ABD’nin özellikle Ortadoğu’da uyguladığı militarist dış politikalara çok uygun düşmektedir. Bu görüşe sahip İslam ülkelerinin siyasi hayatına yön verenler, büyük bir tehdit ve tehlike altındadırlar. Çünkü bölünmeye, parçalanmaya müsaitler. Dünyada ister İslam coğrafyasında olsun, ister İslam olmayan coğrafyalarda olsun, devlet içi hizipliklerin mevcut olduğu bütün ülkelerde ABD’nin parmağı vardır. Bunun en önemli nedeni de, ABD’nin arkasına saklandığı ve net olarak dünyaya deklare etmediği, ABD’nin dünyaya hakim olma gerekçesinin, Tanrının bir emri olduğuna inandıkları bir dünya görüşüdür.

Peki nasıl olurda ABD gibi bir ülke böyle bir dünya görüşüne sahip olur. İşte cevabı; Vatikan ve Katolik kilisenin yanı sıra, dünyada politikacılar üzerinde en etkili dini grup ABD’deki Evanjelistlerdir. Ayrıca bu etkiye katkı sağlayanda bir papazın oğlu alan 1913 -1921 yılları arası Amerikan Başkanlığı yapan Woodrow Wilson’dur. Protestan inancı ABD evanjelizmi adı altın da Hıristiyan Yahudiliği tabir edilebilecek bir inanç sitemine dönüştürülmüştür. Bu sistem ABD’de büyük silah ve enerji şirketlerinin dışında savaş kışkırtıcılığı yapan güçlerden biridir. Bush’un 11 Eylül 2001 saldırısından sonra yaptığı konuşmada aralara sıkıştırdığı, Haçlı seferleri, iyi ile kötü arasındaki savaş gibi ifadeler, kendi inanç ekseninden dünyaya verilen mesajlardı. Bu mesajların bir sebebi de uyguladıkları militarist planların din kisvesi altında dini siyasete alet ederek, kendi eylemlerine toplum nezdinde meşruluk kazandırmalarıdır. Dünyada dinin politika ve politikacılar üzerindeki hakimiyeti önlenemez bir şekilde artmaktadır. Dünyayı yöneten güç odaklarından biri olan Rusya bile bu eğilimden nasibini almaktadır. Sovyet Rusya politikacıları Ekim Devriminden sonra pasifize edilen Ortodoksluğun halk arasında yaygınlaştığını görünce, bunun bir fırsat olabileceğini düşünen Vladimir Putin bile 2000 yılı Mayıs ayında iktidara geldikten sonra her fırsatta dini bütün bir Ortodoks olduğunu ifade etmiştir.

Bu gün tüm insanlık sahip olduğu din öğretilerinin tam tersini yapmakta olup, dinin siyaset ile etkileşimi, hem din hem de siyaseten benimle olmayan bana karşıdır anlayışı güçlendirmekte. Bu da, dünyanın geleceği acısından tehlike ve tehdit oluşturmaktadır. Dünyanın siyasal, sosyal, ekonomik, çevresel ve toplumsal kurtuluşu kitlelerin uyanmasına, organize olmalarına ve biran önce ülke ve dünya meselelerine sahip çıkmalarına bağlıdır. Bilinçli toplumlar halkın yanında yer alan bilinçli idarecileri yönetime getirir. Ben bu bilincin oluşumuna bir nebzede olsa katkı sağlamaya çalışıyorum. Saygılarımla...