Gazi İletişim´in iki iddialı, hevesli, nadide gazetecilik bölümü öğrencisi…

Ricada bulundular; sizinle röportaj yapabilir miyiz?

Elbette, dedim. Seve seve kabul ettim.

Neden etmeyeyim?

Ortaya bir şeyler çıkarmak isteyen, mesleğine dair mefkûreleri olan, her şeyden önce emeğini ve gönlünü işine adamış bu iki arkadaşı neden geri çevireyim ki!

Bu tarz kişilere sonsuz saygım vardır.

Her neyse… Sözleştiğimiz yere, okulun önüne varır varmaz, kapıda sıcakkanlı, sempatik, gözleri ışıl ışıl yanan bu iki genç emektar tarafından karşılanmak, heyecanlandırmıştı beni.

Oluşan bu pozitif atmosfer, var olan heyecanımı bir nebze olsun bastırmama yardımcı olmuştu. Yalan yok! Heyecanlıydım evet. Çünkü hayatımda ilk olma özelliği taşıyordu bu röportaj.

Vakit kaybetmeden, Emek´te mütevazı bir kafeye geçmek üzere yola koyulduk.

Kar, olanca coşkusuyla salınıyor, beyaz gelinliğini giydirmeye çalışıyordu dar sokaklara…

Yerler vıcık vıcık tabi…

Çapa çupa yürüyor,  bir taraftan da tanışma seremonisi düzenliyorduk ayaküstü.

E tabi gazetecinin elinde fotoğraf makinesi, ses kayıt cihazı, kalemi, kâğıdı olmazsa olmazıdır.

Nasıl da hevesle tutuyorlardı ellerinde.

Sıkı sıkıya… “işime tutkuluyum” dercesine…

Kısa bir yürüyüş sonrası vardık mekâna. Oturduk. Çayları söyledik.

Derken… Ufak bi´muhabbetten sonra girdik kayda.

Bir yandan fotoğraflarımız çekiliyor, diğer yandan terletici sorulara cevap vermeye çalışıyorum.

Terletici sorular, diyorum. Çünkü hiç birine en ufak müdahalede bulunmadım.

Noktasından, virgülüne kadar, bu iki arkadaşın ürünüydüler.

İşin samimiyeti ve etik yanı burada gizli değil mi zaten?

Her şeyin karşıma spontane gelmesi…

O esnada, şöyle enteresan bi´ duruma da tanık oldum;

Kendimi anlattıkça, kendi kendime ayna tutmaya başlamıştım sohbetin içerisinde.

Bu, inanılmaz bir duyguydu ve hayatımda ilk kez böyle bir telvin yaşıyordum.

Hani “anlatılmaz yaşanır” denir ya! Hah! İşte ondan! İnanılmaz bir psikolojiydi! Anlatamam!

Konuşuyordum. Konuştukça, daha çok konuşasım geliyordu. Çünkü muhabbet “damardan” gidiyordu. Huyumdur; frekansı yakalarsam rahat bırakmam karşımdakileri.

Söyleşimiz öyle verimli, öyle güzel geçiyordu ki, inanın, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık bile.

Kaliteli geçirdiğimiz bu iki buçuk saat, bizi hem eğlendiriyor, hem de birbirimizden bir şeyler kapmamıza vesile oluyordu. Bir nevi ufkumuzu açıyordu. Aydınlatıyordu.

Konu, konuyu açıyor derken, saat 17 sularına dayanmıştı.

 Benim için kalkma vaktinin geldiğini beyan ediyordu yani.

İşe yetişecektim. Kibarca müsaade isteyip, röportajı tadında noktaladık.

Pekâlâ, beni röportajlarına dâhil eden, vakit ayıran, değer veren bu iki isim mi kim?

Buse ve Çağla… Yani nâm-ı diğer, “Geleceğin Işıkları”.

Ben öyle koydum adlarını.

Buse röportörümüz, Çağla´ysa fotoğraf sanatçımızdı.

Her ikisine de ayrı ayrı müteşekkirim.

Bu arada, sohbet arasında onları kendi perde arkamdan yazacağıma söz vermiştim.

İşte sözümü tutuyor ve yazıyorum sizi.

İyi ki varsınız ve iyi ki bu mesleğe eğilmişsiniz.

Ne mutlu ki, bu şerefli işe yüreğinizi koymuşsunuz.

Allah, yolunuzu açık etsin.

İnşallah, olmak istediğiniz konumun da üst mertebesine ulaşırsınız.

Sohbette de mevzubahis olduğu gibi “İMZANIZI ATARSINIZ” artık.

Kalın sağlıcakla.