Her Müslüman’ın, özellikle de daha önce oralara gitmiş olanların tadına doyamadıkları için tekrar tekrar gitmek istedikleri yerlerdir Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere. Uzun zamandır niyetlenmiş olsam da Allahü Teâlâ’nın bu aciz kuluna, en umutsuz olduğu anlardan birinde nasip oldu Haremeyn’e, Allah Resûlü’nün ayağının tozuna yüz sürmek. İnancım odur ki her bir Müslüman alarak bizler, yaşadığımız zorlukları aşmak veya manevi terakkî için tövbe ve dua kapısına Allah ve Resûlü’nün davetlisi bir misafir olarak gidiyoruz bu mübarek beldelere. 

    Yenişehir Havalimanından kalkacak uçağımız için oraya vardığımızda ilk işimiz “ihram”larımızı giymek oldu. İhram nedir, derseniz iki parça kefen örneği. Mekke-i Mükerreme’ye ölmeden gidemeyeceğimizi öğrendik ve ölmeden önce öldük, ihramlarımıza sarındık; üzerimizde ihram dışında takke, çorap cinsinden dahi hiçbir şey kalmadı. Sevenlerimizin, yakınlarımızın hüzün ve sevinç gözyaşları içinde karışık duygularla bizleri uğurlamaya gelen herkesle vedalaştıktan sonra uçağımıza bindik. Artık tam bir itikâfa girmişiz gibi dualar ve “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk!” nidalarıyla ezelde verdiğimiz ahdimizi yerine getirme niyetiyle geçen yaklaşık üç buçuk saatlik uçuşun ardından Cidde’deydik.
    Cidde Havalimanına vardığımızda tüm cemaat, gasilhanedeki ölünün teslimiyetine benzer bir teslimiyet ve tepkisizlik içindeydi. Ölen kişi gasilhanede nasıl ki “Su çok sıcak, yandım!” diyemiyorsa bizler de tüm art niyetimizi, anlayışsızlığımızı, kavgacılığımızı, kindarlığımızı geride bırakmış, karıncayı bile incitmekten korkar hale gelmiştik ki hemen her yerde karşılaştığımız çekirgeler zaten görülmeyecek gibi de değildi.
    Otobüslerle Mekke-i Mükkerreme’ye giderken baktığımız her yerin çorak ve çıplak bir arazi oluşu dikkatimizi çekiyordu. Ayrıca dağların, tepelerin üzerinde bulunan kayalar ve taşlar sanki insanın ağzının içine bakıyor, gel buraya da neler gördün, hadi anlatıver, desek gelecekler, anlatacaklar gibi. Adeta diyorlar ki “Biz Resûlü Ekrem’in her sevincine ve hüznüne şahit olduk, siz neyi merak ediyorsanız sorun, anlatırız.” öylesine kanlı, canlı bakıyorlar. 
Şehre vardığımızda gözlerimiz Kâbe-i Muazzama’yı arasa da ilk dikkatimizi çeken şey devasa yapısıyla ruhlarımızı inciten Zemzem Towers oldu. Haremeyn’in hâdimliğini yapan ve  Kâbe-i Muazzama’nın seviyesini geçmeyen yapılar inşa eden ecdâdın torunları olarak Mescid-i Haram çevresinde yüksek yüksek birçok otelin varlığı bizlere dokunsa da yorumdan kaçındık. Yoksa bu mübarek topraklara turist gibi gelip müfettiş gibi dönmüş olmayı  da göze alamazdık. Önce kendimizi teftiş etmeliydik.  
Yıllarca DBS, LYS, KPSS gibi hayati önem atfedilen sınavlara hazırlanan bizler; MBS’ye (Mahşerin Büyük Sınavına) ne kadar hazırdık, amellerimize güvenebilir miydik, yoksa Rahmân’ın rahmetine mi sığınmalıydık? Bu mübarek topraklar büyük bir kazanç kapısı olduğu gibi aynı oranda kayıp kapısı da olabilirdi zira. Şöyle ki manen boş gelen dolu, dolu gelen boş dönebilir; çünkü Şeytan’ın generalleri de burada. Bu tür durumlar için zikrimizi tekrarlıyoruz; hacı sabır, hacı sabır. Yolculuk öncesi dersimizi almıştık; yanımıza bir çuval para iki çuval da sabır almamız gerekiyormuş. Ayağımıza bir tekerlekli sandalye çarpsa parmağımız kırılsa da sabır illa sabır.
Otelimize eşyalarımızı bırakıp Mescid-i Haram’a vardığımızda bizleri orada karşılayan Sait Hoca’mız Kâbe-i Muazzama’ya ve bu mescide ait bütün mühim hadise ve hususiyetleri o güzel üslubuyla ince ince kalbimize nakşetti. Kimimizin gözyaşları daha şimdiden kapıya dayanmış ve boğazımızda düğümcükler oluşmuş, kendimizi zor tutarken kimimiz çoktan gözyaşlarına boğulmuştuk bile. 
Kâbe-i Muazzama’ya ilk bakış ve bu bakışla birlikte yapılan dualar da makbûl. Bu sebeple başlarımızı önümüze eğip kısa ama bize bir ömür gibi gelen o yürüyüşten sonra artık Beytullah’ın karşısındaydık. Hocamızın talimatıyla mahşer misali insan yığını içinde kefenle çıktığımız huzurda büyük bir özlem, muhabbet, utanç, pişmanlık duygularıyla gözyaşlarımız sel olmuş bir halde başlarımızı kaldırdık ve daha önce nice fotoğrafta fark edemediğimiz ihtişam ve derinliği ile Kâbe-i Muazzama’yı seyre daldık. Adeta uzayda yakınındaki nesnelerin kaçıp kurtulmasına izin vermeyecek kadar yüksek çekim kuvvetine sahip olan kara deliklerin her şeyi içine çektiği gibi büyük bir çekim alanına maruz kalmıştık. Baktıkça bakasınız geliyor, ayaklarınız yerden kesiliyor ve bakmaya doyamıyorsunuz. Sanırım bu duyguları tarif etmek, anlatabilmek zor, ancak yaşayan daha iyi anlayacaktır.
Selamlamamız bittikten sonra yedi şaft ile tavafımızı bitirdik. Kendimizi ateşin etrafında dönen pervaneler gibi hissediyor, kalabalığa ve ufak tefek darbelere rağmen gözümüzü Beytullah’tan ayıramıyorduk. Tavaf bittikten sonra varlığının bizim için ne kadar değerli olduğunu yavaş yavaş idrak ettiğimiz Enver Hoca’mızdan aldığımız talimat şu: “Şimdi zemzem-i şerif içiyoruz. Canı içmek istemeyen üç bardak içsin, hiç içmek istemeyen beş bardak içsin, daha da istemeyen yedi bardak içsin. Zira münafıklar içemez, ne niyetle içersen de ona şifadır. Açsan doyarsın, hasta isen iyileşirsin. Zemzem-i şerifin böbreklerle işi yoktur, vücuttan ter ile atılır, insanda tuvalet ihtiyacı duyurmaz.” Bu talimattan sonraki birçok tavaf bitiminde deneyerek anlatılanların doğruluğunu yaşayarak öğrendik. 
Tavaf sonrası Safa Merve arasında dört gidiş üç dönüş yedi şaft ile say da tamamlandı. Say esnasında yeşil ışıkların altında erkekler olarak Hz. Hacer validemiz gibi koşar adımlarla ilerlemiştik. Tavafta mermer zemin, sayda da yine mermer zemin ve üstü kapalı, klimalı ortamda yorgunluk hissedince aklımıza Hz. Hacer validemizin kimsesiz, çorak, sıcak arazideki telaşını ve Rabb’ine teslimiyetini, Resûlullah Efendimiz’in, eshab-ı kirâmın güneşin altında hangi şartlar altında hac ve umre yaptığı geldi ve yine kendimizden utandık.
Umreyi bitirmenin, ihramdan çıkmanın şartı da tıraş olmak. Yolumuzun üstündeki bir berberde bu vazifeyi de yerine getirip ilk umremizi tamamlamış olduk. Orada geçirdiğimiz on günde beş umre ve sayamadığım kadar da tavaf yapmak nasip oldu. Beytullah’ta Allah’ı zikretmek, hatimler yapmak, Ezân-ı Muhammedi’yi ve imamın kıraatteki doyumsuz Kur’ân-ı Kerim tilâvetini dinleyerek namaz kılmak, kalbi Haremeyn’de olan herkese nasip olsun inşallah. Mekke-i Mükerreme’de geçirdiğimiz on günlük süreçte, ömrünün büyük bir kısmını burada geçiren Resûlullah Efendimiz’in hâne-i saadetini, o çevredeki mühim mescitleri ve gece ziyaret etmemize rağmen taşların, kayaların her yerini saran bir aydınlıkla bizleri karşılayan Sevr’i, Hz. Hatice validemiz ve nice eshâbın medfun bulunduğu Cennet’ül Muallâ’yı, ayrıca Efendimiz’in taşlandığı ama yine de soylarından ümmetim gelebilir diyerek lânet okumadığı Taif dâhil hemen her yeri ziyaret ettik. 
Mekke-i Mükerreme’de programımız tamamlanınca klimalı otobüsümüzle yaklaşık altı saat süren Medine-i Münevvere yolculuğumuz esnasında bol bol salevâtı şerif okurken bir yandan da Resûlullah Efendimiz’in hicret yolcuğunu tefekkür ediyorduk. Nasıl bir çile, nasıl bir yol arkadaşı, nasıl bir yolculuk ve Medine halkına verilen “Ensar” olma şerefi. Oraya vardığımızda Medine halkına ayrı bir gözle baktık; çünkü onlar Resûlullah Efendimiz’e kucak açan, O’nu koruyan kollayan, O’na gerektiğinde can veren Ensar’ın torunları. Medine’ye vardığınızda buranın neden Münevvere! (aydınlık-nurlu) olduğunu anlıyorsunuz. Baktığınız, gördüğünüz her şey size huzur veriyor, yine tarifi zor Mekke-i Mükerreme’den farklı bir havası var. 
Burada da en önemli şey edep. Huzura edep ile giren, lütuf ile çıkarmış zira. Hani şair Nabi bir hac yolculuğunda ayaklarını Medine-i Münevvere’ye doğru uzatıp uyuyan zâta demişti ya:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu                                                                               … 
Bizler de bu bilinçle buradaydık. Çok hassas olmalıydık. Şehre varıp Mescid-i Nebi’de ikindi namazlarımızı kıldıktan sonra mescidin hemen dışından Kubbe-i Hadra’ya bakarak Resûlullah Efendimiz’i selamlamaya geçtik. Bizlere selamlamayı yaptıran Hasan Hüseyin Hoca’mızın bu mescidin, bu toprakların hususiyetlerini ince bir ruhla ağlayarak bizleri de ağlatarak anlatmasının ardından yaptırdığı dua ile selamlamayı tamamladık. Sonrasında da mescidin içinden selamlamaya geçerek bu vazifeyi de yerine getirdik. 
Mescid-i Nebi’den her ayrılışımızda terliklerimizi yukarıdan “Şaap!” diye yere atmadan, Allah Resûlü’nü rahatsız etmeden adeta terliğe yeri öptürerek edep ve hürmetle çıktık. Çünkü bizler de Hicaz demiryolu inşaatı esnasında Resûlullah Efendimiz rahatsız olmasın diye rayların altına keçe döşeten, Ravza-i Mutahhara’daki inşaat çalışmaları sırasında çivi çakılırken çekiçlere keçe bağlatan ecdâdın torunlarıydık.
Edebe riayet konusunda bir hikâye de aklımızdan hiç çıkmıyordu: Memleketinde helvacılık yapan bir zata derler ki senin helvanı özledik, müsait bir zamanda o meşhur helvandan yapsan da yesek. Usta da tamam der ve yapar helvayı. Ancak helvayı yiyenler, beğenmezler ve bu sefer tutturamamışsın derler. Bu durumu içine sindiremeyen usta: “Vallahi bilemiyorum, buraların havasından mı, suyundan mı, helva tutmadı.” deyince o gece rüyasında Resûlullah Efendimiz’i görür. Şehrine söz söylenmesine üzülen Efendimiz, “Şehrimden de ümmetliğimden de çık!” diyerek kendisini Medine-i Münevvere’den kovar. Yaptığı hatanın geç de olsa farkına varan usta, Efendimiz’e kendini nasıl affettirebileceğini araştırırken derler ki “Sen Uhat’a Allah'ın Arslanı ve Şehitlerin Efendisi Hz. Hamza’nın kabrine git, orada dua et. Efendimiz, amcasını çok sever, onun isteklerini geri çevirmez.” Tavsiyeyi yerine getiren usta, rüyasında yine Efendimiz’i görür. Efendimiz, onu tekrar ümmetliğine aldığını; ancak yine de şehrini terk etmesi gerektiğini buyurur. İşte Medine’de edep bu kadar önemlidir.

O güne kadar memleketinden dışarı hiç çıkmayan Baybutlunun hac yolculuğu esnasında ilk kez şahit olduğu teknolojik imkânları kendinde keşif ve keramet vuku buldu sanıp Ravzay-ı Mutahhara’ya varınca da Allah Resûlünü selamlarken “Hele bak ya Resûlallah, kim geldi?”dediği gibi bir naz makamına da herkes varamaz sanırım.
Bedenimizi Mekke-i Mükerreme’ye göre daha az yoran Medine-i Münevvere’de her vakit namazı Mescid-i Nebi’de kılmak için can atıyorduk. Ayrıca Efendimiz’in: “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurması hasebiyle “yeşil halı”da namaz kılabilmek için büyük bir arzu ve gayret içindeydik. Bunun dışında yakın ziyaret yerlerini, Cennet’ül Baki’yi, unutulmaz bir anlatımla dinlediğimiz Uhut’u, Hendek’i, Kıbleteyn Mescidi’ni ve bir de sahibi Türk olan bir hurma bahçesini ziyaret ettik. 
Yine dolu dolu geçen dört günlük doyumsuz Medine-i Münevvere programımızın ardından memlekete dönmek üzere kendimizce toparlanmıştık; ancak Haremeyn’de neler bıraktığımızı Türkiye’ye ayak bastığımızda daha iyi anlamıştık.

Mescid-i Nebi içinde

Ruhum kaldı, kalbim kaldı 

Mescid-i Haram içinde

Ruhum kaldı, kalbim kaldı

Canım buraya geldi ama

Aklım Beytullah’da kaldı         
// S. UÇAN