“O, İstediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah´ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim-34) ayet-i kerimesinde buyurulduğu gibi Rabbimiz, her birimize gruplar halinde dahi sayamayacağımız kadar küçük-büyük, maddi-manevi birçok nimet sunmuştur. Nimet verenin kim olduğunu bilmek, bunun verilmesinin hikmetini idrak etmek, buna karşı ne yapmamız gerektiği şuurunda olmak hayatımızı anlamlı ve değerli kılar. Bizlere sayısız nimetler bahşedenin Cenab-ı Allah olduğuna ve bunu bir lütuf ve ihsan olarak verdiğine ve bunun bizim için bir imtihan olduğu bilinciyle hareket edip, şükretmemiz kulluğumuzun bir gereğidir. Zira Kur´an-ı Kerimde; “Artık Allah´ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız ona ibadet ediyorsanız, Allah´ın nimetine şükredin.” (Nahl-114) buyuruluyor.

Mü´min, sadece nimet verildiği zaman değil, aynı zamanda nimet alınıp mahrum edilmekle de imtihan edildiğini ve nasıl bir duruş sergileyeceğine bakılarak imanî bir testten geçirildiğini unutmaması gerekir. Çünkü nimet bir sınanma olduğu gibi, musibet de bir imtihan ve kul bu ikisini Rabbinin rızasına göre değerlendirerek her şeyi hayrına dönüştürür. Bu tavrı Resulullah (sav) şöyle ifade ediyor; “Mü´minin hali ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mü´mine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için bir hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) Cenab-ı Allah tarafından verilen nimetlerin farkına varıp şükretme, mahrum olduklarımıza karşı sabredip imanî mücadelemizi kaybetmeme, bu taksimata rıza gösterme, kulluğun dolayısıyla imanın bir gereğidir.

Dinimiz, insan olarak üzerimize düşen vazifeyi yaptıktan sonra, Allah´a tevekkül edip sonucu ne olursa-olsun rıza göstermemizi emrediyor. Zira bu, imanî bir gerekliliktir. Bizler de tün bunlardan sonra, kazanımlarımız ve başarılarımızı Allah´ın inayetiyle gerçekleştiği inancıyla ve O´nun bir lütfu olduğu şuuruyla hareket etmeliyiz. Bunun neticesinde de Yüce Allah´ın dilediğine dilediğini bahşeden bir rızık taksimiyle meseleye yaklaşmalıyız. Bu nimetlerin ilahî bir taksimat olduğu bilincinde olmamız, bunun karşılığında kulluğumuz ne şekilde icra etmemiz gerektiğini iyi düşünmeliyiz. “Bardağı dolu tarafından değil, boş tarafından gören” bir fıtrata sahip olan insanoğlu, elindeki nimeti görmeyip başkasına verileni görmesi ve elindekiyle yetinmeyip hep daha fazlasına talip olması, onu doyumsuz bir halet-i ruhiyeye sevk eder. Kendi imkanlarının farkına varmadığı gibi, buna karşı şükretme şuurunu kaybederek, güzel kazanımlarını da kaybeder. Bundan dolayı Allah Resulü (sav) şöyle buyuruyor; “Hasetten sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi hased de iyi amelleri yakar, bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44)
Nimetlere karşı olan bu bakış açısı, nimeti kendine unutturarak mutsuz eder ve başkasına hased etmeye de sebep olur. Potansiyel olarak hased etme özelliğine sahip olan insanın bu tavrına karşı Rabbimiz “haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden… (sabah aydınlığının Rabbine sığınırım)” (Felak-5) buyurarak kendisine sığınılmasını emrediyor. Bu duyguyu tamamen yok edemeyen insan, hased eden açısından imanî bir kontrol altına alarak ve hased edilene karşı da zararından kurtulmanın yolu Allah´a sığınmaktır.

Kişiye bahşedilen bir özellik veya nimeti kabul etmeyerek kıskanmak şeytanî bir duruştur. Çünkü Yüce Allah (cc), Hz. Adem´i (as) yaratıp melekler dahil herkesin ona verilen konumu kabul edip selamlayarak saygıyla eğilmesini emrederken, İblis buna karşı çıkarak isyan etti ve ona tanınan bu özelliği kabullenmedi. (Bakara-34) Bundan dolayı Allah´a karşı ilk isyan ve işlenen ilk günahın sebebi, hased olduğu bilinmektedir. Kıskançlık sebebiyle huzurundan kovulan şeytan, Hz. Adem ve onun soyuna düşmanlık yapıp intikam alması için Rabbinden müsaade istemiş ve insanın bir imtihanı olarak ona bu izin verilmiştir. (Arâf-12/17)

Hz. Adem ve İblis arasındaki farklı türler arasında başlayan şeytanın hased savaşı, dünya sahnesinde ilk kanın dökülmesiyle bir isyan olarak bu sefer aynı türden olan insanlar arasında da artık başlamıştır. İlginç olan Hz. Adem´den (as) dolayı hased ederek şeytan olan İblis´ten sonra, aynı durum Habil ve Kabil arasında cereyan eden bir kıskançlık kriziyle kan dökülmesine sebep olmuştur. (Mâide-27) Resulullah´ın (sav) “Önceki toplumların hastalıklarından olan hased ve kin size de bulaştı…” (Tirmizî, Sıfatü´l-kıyâme, 56) buyurduğu gibi şu andaki dünya coğrafyasında Kabil´in evlatları olmayı tercih eden düşünceye sahip olanlar, yine farklı bahane ve gerekçelerle maalesef kan dökmeye devam etmektedirler.
Hased dinimizde sıradan bir olay değil, imanî bir test olduğu unutulmaması gerekir. Çünkü hased eden, aslında Yüce Allah tarafından yapılan taksimata rıza göstermemekte ve ona verileni kabul etmeyerek, “ben ondan daha layığım” düşüncesine sahip olmak ve “ondan al bana ver” mantığını sergileyen şeytanî bir akım ve imanî bir problemdir. Ama taksimata rıza gösterip, başkasında olan nimeti Rabbinden talep etmek hased değil, gıptadır. Gıpta imrenmek olduğu için, dinimizde yerilememiş, övülmüştür.

Hayatımızı ve nimete karşı tavrımızı kötü bir huy olan hased ile değil, güzel alışkanlıkları kazanmak için gıpta edecek davranışları ifade eden Allah´ın Resulü´nün (sav) şu sözleriyle bitirelim; “(İslam´da) başkalarına haset etmek yoktur, sadece iki kişiye gıpta edilebilir: Allah´ın kendisine mal verip de onu en uygun yerlerde harcama imkânı ve yetkisi verdiği kimseye; bir de, Allah´ın kendisine hikmet/Kur´an bilgisi verip de onu hayatına tatbik eden ve başkalarına öğreten kimseye.” (Buhârî, İlim, 15)
Hayırlı Cumalar…