Okula yeni başlayan çocuklarımızın heyecanı, kıyafet alımı, en azı üç yüz ila beş yüz lira arasında değişen uzun kırtasiye ve ihtiyaç malzemesi listelerindeki her kalem maddeyi temin etme gayreti, yine okulun ilk günlerinde yaşanan ben annemi, evimi isterim ağlamaları insanı ister istemez geçmişe götürüyor.

Anadolu’nun en sakin bir o kadar da huzurlu semtlerinden aynı zamanda “kömür” ve “leblebi” diyarı Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde geçti çocukluğum, gençliğim. Ailesi, mahalle kültürü ve sokak oyunları dışında bir dünyası olmayan, ikide bir evin kapısına dayanıp: “Annee acıktım ben!” diyerek ağlayan ve yağlı ekmek-salçalı ekmek grubundan birini kapınca mutluluktan havalara uçan çocuklardandım. 

Televizyonun yeni yeni evlere girdiği ve izlemek isteyenlerin komşusunun kapısını çaldığı, TRT daha sonra da STAR TV’nin yayınlarının izlendiği kanaldan kanala gezilemeyen o yıllarda ev telefonu lükstü, cep telefonu diye bir şey de yoktu hayatımızda. Sıcak muhabbetlerimiz soba üzerinde kızartılan ekmeğe tereyağı sürmekle ve pişirilen kestane ile şenlenirken mandalina kabuklarını da sobanın üzerine koymayı ihmal etmezdik. Sokakta ata sporu güreş, cilli (misket), çivi, gazoz kapağı, lastik top ne bulursak oynamayı başaran, sokağımızdaki erik, kiraz ve elma ağaçlarına maymun gibi tırmanan, meyvelerin olmamışını yemeye bayılan çocuklardık biz. 

Nereden geldiğimin nereye gittiğimin pek farkında olmadığım o yaşlarda sislerin ardından görebildiğim şey, “okul” diye bir şey varmış ve büyüklerin konuşmalarına göre ben oraya gidecekmişim. Hemen her gördüğünde cebime para sıkıştıran İnegöl’deki akrabalarımdan birinin sözü de sürekli kulağımda çınlıyor, bana güç ve cesaret veriyor: “Bu çocuk kaymakam olacak. Kaymakam bey nasılsın bakalım?” 
Siyah önlükler, beyaz yakalıklar, çanta ve bir kalem kutuya sığabilecek kadar kırtasiye malzemeleri alınıyor, etrafımda tam da anlam veremediğim bir hazırlık bir telaş. Anaokulunun olmadığı, anasınıflarının pek bilinmediği ve önemsenmediği o yıllarda 1986’da Tavşanlı İstiklâl İlkokulunda başlayacaktı tahsil hayatım.
Nihayet okul günü gelmiş, önlüğümü giyinmiş, beşinci sınıfa başlayacak olan ağabeyimle ve yanımda velimle okula gelmişim. Kocaman bir bahçe ve büyük bir kalabalık… Öğrenciler belli bir sıraya göre dizilmişler, açılış töreni yapılıyor ancak ben ne olduğunu anlamıyorum. Beni bir sıraya dahil etmişler ancak haberim yok. Ben sırada hiç beklemedim ki, benim beklediğim tek sıra pazar sabahları pide içini götürdüğümüz fırında. O sıranın da okula bir faydası yok. 

Okul bahçesinde bekleyen veliler yavaş yavaş dağılmış, bütün öğrenciler sınıflarına alınmış, bahçenin ortasında onca yetişkin arasında fark edilmeyen bir ben yapayalnız, kimsesiz kalmışım. O korkuyla ağlaya ağlaya nasıl olmuşsa okula giriyor ve bir görevli tarafından sınıfların birine dâhil ediliyorum. Girdiğim sınıf korkumu artıracak kadar karanlık, kasvetli, gördüğüm yüzler nedense itici, doğal olarak ben ağlamaya devam ediyorum. Bir süre sonra beni yanlış sınıfa aldıkları anlaşılınca sınıfım değiştiriliyor. Yeni sınıfım daha aydınlık, öğretmenim güler yüzlü, öğrenciler daha sıcak. 

Böylesine bir korku ve endişe ile başladığım birinci sınıfta öğretmen zamanla sınıfı üçe bölüyor: solda benim de içinde olduğum seviyesi en düşük öğrenciler, ortada iyi öğrenciler, sağda en iyi öğrenciler bulunuyor. Ayrıca sıraların en önden arkaya doğru dizilimi de kendi içinde bir başarı sırası gözetilerek oluşturuluyor. Okula alışmam biraz zaman alıyor, ağabeyim zaman zaman benimle ilgileniyor. Okulda en sevdiğim şeylerden biri teneffüslerde ağabeyimin bana simit alması, simidin nereden nasıl alınacağını öğretmesi ve birlikte simit yememiz. O dönemlerde iştahım sürekli açık, yemeye asla hayır demiyorum.

Evde büyüklerim bana hiç “Haydi dersinin başına geç, ödevlerini yap.” demiyor; çünkü o sorumluluğu almışım. Hayata dair öğrendiğim her ayrıntı bana haz veriyor, böylece hep daha fazlasını öğrenmek istiyorum. Zamanla sınıftaki konumum da değişiyor: Sınıfın sağ tarafındaki seçkinler kulübünde yerimi almayı başarıyorum. Artık arkadaşlarımla ağabeyimi aramadan bahçenin her tarafında genellikle koşarak oynuyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahibim. Çok yemek yiyorum ama hızlı da büyümüyorum. Öğretmenim bunu tabi ki çok hareketli olmama bağlıyor.
Bunca yıldan sonra böylesine detayları hatırlayabildiğime göre biz yetişkinlere okulun ilk günlerinde büyük görevler düşüyor. Okulun ilk günlerini, çocukların zihinlerinde güzel ve tatlı hatıralar bırakarak sonrasında ise her seviyedeki öğrenciye uygun bir millî tarih, dil ve din şuuru vererek geçirmeye dikkat edelim ve son sözü yine şaire bırakalım:

Ne harâbîyim ne harâbâtîyim 
Kökü mazide olan âtîyim         // Yahyâ Kemal