Dil, kültürün bütün unsurlarına kalıp vazifesi gören, canlı ve sürekli değişim gösteren bir araçtır. Dünya tarihine bakıldığında bazı kavramların ön plana çıktığı dönemlerde büyük toplumsal hareketlerin yaşandığını tespit ederiz. 1789 Fransız ihtilâlinden önce “hak, adalet, eşitlik, özgürlük” gibi kavramların çokça kullanıldığını ve bunun etkisi ile önce Fransa’da sonra da yavaş yavaş dünyada imparatorlukların sonunun geldiğini görüyoruz. Nitekim bizim de Tanzimat edebiyatı sanatçılarımız, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” gibi eserlerinde aynı kavramları ele almışlar ve sonuçta meşrutiyeti ilan ettirmeyi başarmışlardır. 10. yüzyılda yaşamış, filozof ve İslâm âlimi Zemahşerî  “İslâmiyet’in çıkışında şeriatın kılıcına karşı duran mutaassıp Araplar, belâgatin hükmüne mukavemet edemediler.” tespiti ile kavramları, dili doğru ve etkili kullanmanın önemine dikkat çeker.

Dünya üzerinde yaygın olarak kullanılan hiçbir dil, diğer dillerden etkilenmeden varlığını sürdürmüş değildir. Bunun sebebi iletişimin öncelikle gıda, güvenlik ve sosyal ihtiyaçlarımız sebebiyle edebiyat yapmaktan ziyade günlük hayatı sürdürebilmek için kullanılması. Tabii olarak bir toplumun icadı ya da keşfi diğer toplumları da ilgilendirir ve bazı ortak kavramlar kullanılmaya başlanır.

Türkçemiz de içinde Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce vb. yabancı kökenli birçok kavramı bulundurmaktadır. Ancak bizler bu kavramları kullanırken efendim bu öz Türkçe değil, bu Fransızca, bu Arapça diye kelimeleri ayıklayarak yazmayız ve konuşmayız. Bunu yapanlar varsa da o yapmacık üslup ve mizah unsuru hemen kendini gösteriverir.
Selanik’te 1910-1912 yılları arasında yayınlanan milliyetçi fikir dergisi Genç Kalemler'in ilk sayısında yer alan "Yeni Lisan" başlıklı, imzasız fakat Ömer Seyfettin tarafından yazıldığı bilinen makalede “Konuşma diline girmiş Arapça ve Farsça sözcükler atılmamalı, bilimsel terimlerde Arapça kullanılmasında sakınca görülmemeli.” ilkesi yer alır ki bu çok yerinde bir tespitti. Ziya Gökalp de “Lisan” şiirinde “Uydurma söz yapmayız / Yapma yola sapmayız / Türkçeleşmiş, Türkçedir / Eski köke tapmayız” diyerek bu yeni yaklaşımı destekler.

Türk milleti ordu-millet vasfı ile gazadan gazaya koşmuş, nice fetihler, zaferler yaşamış bir millettir. Elbette bu savaşlarda hayatlarını kaybedenler olmuş ve bizler de onları “şehit” olarak anmışız ve böyle anmaya da devam ediyoruz. Sırf Arapçadır diye “şehit” kelimesini kaldırıp yerine “ölü” kelimesini kullanabilir miyiz? Elbette ki hayır, çünkü şehit kelimesinin mefhumu, düşündürdükleri, anlam derinliği ile “ölü”nün sığlığı kullanım alanı çok farklı. Böyle bir tercih yaptığımız anda şehit kelimesiyle aklımıza gelen şehâdet anında kişinin cennetteki makamına şahit olma anlamı ortadan kalkar ve geriye ölü kavramıyla yalnızca cansız bir beden kalır. Böyle olunca yatağında hayatını kaybedenle, cenk meydanında hayatını kaybedenler arasında hiçbir fark kalmaz.
Yıllardır her duyduğumda tüylerimi diken diken eden bir kavram var, o da “örgüt” kavramı.  Örgüt kelimesi oldum olası bana terörü hatırlatır. Birileri çıkıp da “parti örgütümüz” dediğinde ister istemez acaba içlerinde terörist mi var, diye düşünüyorum. Belki “teşkilat” dense hayır ya da şer amacıyla, her ne olursa olsun bir aradaki insanlar akla gelecek. En azından hayra dair bir ümit taşır insan. Ancak yine de herkese her kuruma hüsnüniyetle yaklaşmak insanlık ve vatandaşlık borcumuz.

Istılahta şartlar, kurallar anlamına gelen “şeriat” kavramı da ülkemizde yıllarca bir öcü olarak gösterilmeye çalışıldı. Esasen şeriat ve din aynı manaya gelir. O halde “şeriatçı” denen kişi aslında bir dine mensup ve o değerleri yaşamaya, muhafaza etmeye çalışan kişidir. Bu kavramın zıddını düşünürsek karşımıza “dinsiz” çıkar. Acaba hangisi akla daha yatkın ve kabul edilebilir? Kavramlara -cı, -ci eki getirip kafa karışıklığı ve mide bulantısına, sonuç olarak da ayrışmaya sebep olmak isteyenlere pabuç bırakmamak lazım.

Gelelim “cemaat” kavramına. Dini kisve altında ortaya çıkıp toplumun ve dinin değerleriyle oynayan yapıları bir kenara bırakırsak cemaat; takım, bölük, topluluk anlamına gelir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allâh’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir.” Bir diğer hadis-i şerifte de “Cemaate sarılın, cemaat hâlinde olun! Ayrılıktan da sakının! Çünkü şeytan yalnız kalan kişiyle beraberdir.” buyurmuşlardır. O halde cemaat kavramı üzerinden toplumu kutuplaştırma çabasında olanların işi zor. Çünkü “Allah, Rasûl aşkıyle yandım, bittim, kül oldum! Öyle zayıfladım ki, sonunda Herkül oldum." diyen şairler yetiştiren bu millet, hak davasından vazgeçmez. Ayrıca art niyetlilerin daha çok işi var. Cemaatle aynı kökten gelen şu kelimeleri de zihinlerden, gönüllerden, toplum hayatından silmeleri gerekecek: cem, cami, cuma, icma, mecmua, cemiyet, camia…

Bir de “tarikât” diye tefe konup çalınan bir kavram var ki oda “yol, usul” demek. Tarikât mensubu yol tercih etmiştir, mensup olmayan da bir yol tercih etmiştir. İnsanlar tabii olarak bir yol seçecekler, kimse yolsuz kalamaz. Bu bakımdan unutmamak lazım ki tutulan her yol bir cemaat oluşturur. Öyleyse siyasi partiler de Trabzonlular, Artvinliler Derneği de vakıflar da kulüpler ve nice sivil toplum kuruluşu da bir cemaattir. Cem olmaktan değil, parçalanmaktan korkalım. Bu noktada devlete düşen vazife; iyi ile kötüyü ayıklamak, Truva atlarının içimize girmesine, kavramlarımızı ve o kavramları hakkıyla temsil ehlisünnet toplulukların itibarsızlaştırılmasına müsaade etmemektir. Yoksa cemaatleri toptan ret, hemen her cemaatten insanın meydanlara çıktığı 15 Temmuz ruhuna ters düşecek ve içerideki, dışarıdaki yıkıcı güçlerin 28 Şubat sürecindeki gibi istediğinin yapılması sonucunu doğuracaktır.

Osmanlı'da “Hangi tarikattansın?” sorusu yerine “Hangi bağın gülüsün, hangi çeşmenin suyusun?” diye sorarlarmış.  İşte bizim de bugün ayrıştırmaya, ötekileştirmeye değil bu türden birleştirici incelik ve zerâfeti yeniden inşa etmeye ihtiyacımız var.
Mekkeli müşrikler, Rasûlullah Efendimize çeşitli vaatlerle davasından vazgeçmesini istediklerinde onlara cevaben şöyle buyurmuşlardır: "Güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz vallahi ben davamdan vazgeçmem." Bu milleti, şehâdete güle güle yürüten asıl dava budur ve milletimiz de bu davadan vazgeçmez. Ömer Seyfettin, milletimizi iyi analiz etmiş bir aydındır. Der ki: “Bu millet âlim değildir ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.” 

Ülkemiz, dünya üzerinde toplum mühendisliğinin en yoğun yaşandığı memleketlerden biri. Uzun yıllar “Allah” demenin yasak olduğu, cenaze kaldıracak insan dahi bulunamadığı bu topraklarda ne zaman ki dinî, kültürel ve siyasi alanda bir kıpırdanma görülmüşse hemen sağ-sol, alevî-sünnî tarzında ayrılıklar meseleler kaşınmış, yetmemiş terörle terbiye edilmeye kalkmışız. Bugün de örneklerini verdiğim bazı kavramlar kaşınarak, toplumumuzda mezhep, cemaat, tarikat kavramları üzerinden ayrılık meydana getirerek devletimiz ve milletimiz için bir “bekâ” meselesi çıkarmak isteyenler var. Bunu bilinçli olarak yapanlar, her ortamda cevabını alacaktır. Ancak bu tehlikenin farkına varmayanlar artık uyanmalı ve ayrılıkçıların değirmenine su taşımamalı.
 
"Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir." der Nietzsche. Siyasetten çok kültür, edebiyat ve sanatın konuşulması dileklerimle…
Son söz yine şairin:
Söz ola kese savaşı 
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı 
Yağ ile bal ede bir söz   // Yunus Emre