Batı, yüzyıllar boyunca Türk dendiğinde onu Müslüman bildi; Müslüman dendiğinde de Türk’ü. Bu kavramların farkını hâlâ tam olarak anlayabildiklerini söylemek mümkün değil. Onların bu bakış açıları bizim için problem teşkil etmese de destansı tarihimizle birlikte düşündüğümüzde Türk ve İslâm dünyasıyla ilgili olarak omuzlarımızda ağır bir sorumluluk hissediyor, ayrıca bu sorumluluğun gereğini yerine getiriyor, zaman zaman da büyük bedeller ödüyoruz.
Yakın tarihimize kadar sürekli Batılı (Haçlı) küresel ittifaka karşı cephenden cepheye savaşan bu millet, bugün de bu ittifakın daha sinsi daha gizli, çoğu zaman vatandaşın, kimi zaman da siyasilerin hemen fark edemeyecekleri veya fark edemedikleri oyunlara şahit oluyor. Hâl böyle iken hangi tehlikelerle karşı karşıyayız, bu tehlikelere karşı alınacak önlemler nelerdir, bilmemiz lazım.
Öncelikle her şeyin temelinde “eğitim” yatıyor. Eğitim sistemi kötü olan bir memlekette gelişmişlikten söz etmek mümkün değil. Sistem iyi işliyorsa güvenlik, ekonomi, sağlık, ilmî-teknolojik çalışmalar, sosyal-kültürel hayat, Kur’an-ı Kerim ile sünnet-i seniyyeden ve dahi edille-i şeriyye’den değil sapkın anlayışlardan arınmış, vatanın her sathına hakim dinî eğitim gibi çoğu meselenin halledildiğini düşünebiliriz. Bu konuda ümidvâr olmakla birlikte önümüzde uzun, ince bir yol olduğunu düşünüyorum. Acaba sebep ne? Sebep kendimiziz. İslâm dünyasının bize duyduğu güveni biz de kendimize duymalı ve eğitim sistemimizi, gençleri dağıtan bir yapıdan onları toparlayan bir yapıya dönüştürmekle işe başlamalıyız.

Küresel güçlerin ve içimizdeki iş birlikçilerinin en önemli hedefleri ülkemizdeki ehl-i sünnet anlayışını yıkmak ve dinde reform yapabilmek. Böylece İslâm dünyasında önlerindeki en önemli engeli yani bizi ortadan kaldırmış olacaklar. Bu hedefe ulaşabilmek için bazı kavram ve tanımların içinin boşaltılma çabası dikkat çekiyor. Nedir bu kavramlar: mezhep, Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif… Yazılarıyla ve televizyon programlarıyla takip ettiğimiz birçok ilâhiyatçı hocanın ifadeleri şunlar:  (haşa) “Kur’an-ı Kerim’in bozulmadan günümüze kadar geldiğinden emin olabilir miyiz, Kur’an-ı Kerim’in %60’ı çıkarılmalı çünkü o dönemin şartlarıyla ilgili, hadis-i şerifler uydurmadır, mezhepler gereksizdir; çünkü peygamber efendimiz zamanında yoktu… “ Bu tür hocaların “Prof.” unvanı taşımaları onları daha da tehlikeli yapıyor. Çünkü temel dini değerleri tam olarak alamayan ve kavrayamayan nesil, bu tür hocaları dinleyince kafa karışıklığı yaşayacağı kesindir.

Batı’nın yıllarca sinsi bir şekil de kullandığı diğer güç terör. Bugün açıktan destek vermekten çekinmedikleri terörist gruplarla ilgili küresel güçlerin kendi vatandaşlarına karşı geliştirdikleri psikolojik harekâtın parçası ise bunları tanımlama şekilleri. Bizim “terörist” dediğimize onlar “özgürlük savaşçıları” dediğinde iç siyasette rahat bir hareket alanı buluyorlar. Böylece binlerce tır ile örgütlere lojistik destek ve personel desteği sağlayabiliyorlar. Bu noktada bize düşen görev ise vatandaşlarımızı personel kaynağı olarak kullanabilmelerinin önünü kesmek ki bu da eğitimden geçiyor. Eğer eğitim sistemimizden, üniversitemizden mezun olan gençler terörist hatta terörist başı olabiliyorsa çözülmesi gereken derin problemlerimiz var demektir.

Tanımların önemini az önce vurgulamıştık. Bu çerçevede memleketimizdeki “cihat” anlayışına da yeni bir şekil vermeliyiz. Tabii ki din ve vatan uğruna her türlü mücadeleye girişeceğiz. Ancak hayatımızı etkileyen bazı tanımları yeniden ele almalıyız. Yoksa tanımlamaktan kaçtığımız her kavram, sonra sosyal mesele olarak karşımıza çıkıyor. Mesela cihat ifadesiyle ilgili inşa edilmesi gereken ilk anlayış şu olmalı: İnsanlar ile Allah arasındaki tüm engelleri kaldırmak. İnsanlar camilere serbestçe gidiyor, daha ne, demek basite kaçmak olur. O halde beşikten mezara kadar sistemdeki bütün hastalıkları tedavi etmeliyiz ki sapkın akımlara kimse kapılmasın.

Ayasofya meselesi de kanayan yaralarımızdan. Fatih’in kılıç hakkı ve fethin sembolü olan Ayasofya’nın hâlâ bir müze olarak kullanılıyor olması hepimizin ayıbı. Bu da yetmezmiş gibi burada anadan üryân fotoğraf çektirmek, özgürce dans etmek mümkünken namaz kılmak yasak. Leyla Alaton, nereden aldığı belli olmayan bir güçle gece vakti özel izinle Ayasofya’yı açtıracak, yaklaşık yüz elli kişilik bir grupla camiyi gezecek, orada bale gösterisi izleyecek bunun da bir yaptırımı olmayacak; ancak Müslüman kardeşim orada namaz kılarsa yaptırımla karşılaşacak. Uğradığımız bunca hakaret yetmeli artık ve bir babayiğit çıkıp Ayasofya’yı cami olarak ibadete açmalı, adını tarihe altın harflerle yazdırmalı ki bağımsızlığımızı ve gücümüzü yeniden hissedelim. Bu konuda küresel güçler ne der, o kadar da güçlü değiliz, ekonomik yaptırımlarla karşılaşırız gibi bahaneleri ve manda zihniyetini bir kenara bırakmalıyız. Öncelikle Ayasofya’daki rezaletin Kültür Bakanlığından başlayarak sorumlularına hesap sorulmalı sonra da Ayasofya’nın bir kılıç hakkı ve vakıf malı olması hasebiyle acilen ibadete açılmasının kanunî bir hak ve gereklilik olduğu ortaya konularak gereği yapılmalıdır.

Son söz şiirden şuura geçmeyi dert eden şairin:

Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!...
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?...
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...
Ayasofya ses vermiyor
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!...
// O. Yüksel SERDENGEÇTİ