Uçaraktan gelir mektup
Zarfın üstünde postacının selâmı
Akdeniz’in üstünden.


Aslında bir gezi günlüğü şeklinde olmasını düşündüğüm yazılarımda bundan sonraki bölümler sanırım geçmişin ve bugünün içi içe geçtiği cümlelerden kurulu olacaktır.
İklimiyle ilgili bilgi sahibi olduğum ve benim için ziyaret tarihi olarak yazın en sıcak günlerine denk gelecek bir tarih aralığını seçmiş olmamdaki en büyük etken şüphesiz 20 Temmuz – 15 Ağustos tarih aralığında Kıbrıs Barış Harekatının 44. Yılında Lefkoşa ve Girne’de yapılacak etkinlikler ve resepsiyonlara katılmak, son olarak da Mağusa’nın kurtuluş şenliklerinde hazır bulunmaktı. Yoksa Bursa’da bile Temmuz sıcağında söğüt gölgesi arar dururken tam da yazın ortasında Kıbrıs’a gelmek pek akıl karı değildi. Daha Kıbrıs’taki ikinci günümde şeftali gibi pembeleşip ertesi günde domates gibi kızarmak şüphesiz benim beklediğim bir akibetti ve işe bakın ki, asıl dönüş yolunda aynaya baktığımda kendimi Arap Kadri’ye dönmüş halde bulacaktım. Sebeplerim olmasaydı en doğru seçim Eylül ayı sonu ya da Ekim ayı başları bu uzun süreli yolculuk için daha mantıklı bir tarih seçimi olurdu. Siz öyle yapın diye söylüyorum bunu.
Neticede geldik, araştırma ve görüşmelerimize başladık. Daha önceki gelişimde tanıştığım dostlarım daha birkaçgün önce ayrılmışım da şimdi yeniden aralarına dönmüş kırk yıllık dostlarıymış gibi karşıladılar beni. Tabii, bu arada benden yaş itibarıyle büyük olan ağabeylerim -ki 1974 Barış Harekatı ve öncesinde yer alan ve mücadele eden bu saygın kişilere ben artık dostlarım ve ihtiyar delikanlılar diyordum- yenileri de katıldı ve eminim ki, bu bir aylık süreçte yeni dostluklar kurulup dostlarımızın sayısı daha da artacaktır.
20 Temmuz’da Lefkoşa’daydım. Orası Mağusa’ya göre 3-4 derece daha sıcak olsa da nem oranı Mağusa kadar yüksek olmadığı için benim gibi sıcağı seven birini fazla rahatsız etmiyordu fakat Mağusa öyle mi? Güneşin alnından gölgeye kaçmak 5 derece. Daha otele gelir gelmez yerleştiğim gibi bir duş alma ihtiyacı hissediyorum. Günlük tükettiğim su miktarının 2-3 katına çıkacağının ve sabah akşam duş almak zorunda kalacağımın farkındayım. 
Su demişken, geçen gelişimde Türkiye’den adaya getirilen su henüz kullanılmaya başlamamıştı. Çeşmeden akan suyun tuzluluk oranını yüzünüzü yıkarken dudaklarınızda hissediyordunuz. İç kesimlerden denize doğru yaklaştıkça kuyulardan çekilen sudaki tuz oranı belirgin bir şekilde artan adanın suyu için Mağusa’da sürgün günlerini yaşayan Namık Kemal şu sözü boşuna söylememiş diyordum. 
“Evvel ağızdaki acılığı def için rakı üzerine su içiyorduk, şimdi bilakis su üzerine rakı içiyoruz” 
Bu gelişimde Türkiye’den gelen su artık çeşmelerden akmaya başlamış fakat Bursa’mızın suyunun tadı yok şüphesiz ve benim için içilecek su değil ve bu yüzden şişe suyuna talim ediyorum. Bilmem, çeşmelerden akan suyu Mağusa’lılardan içen var mıdır?
Mağusa’nın suyundan girdik, Namık Kemal’den bahisle konuyu açtık. Bugün de Namık Kemal ve Mağusa’daki sürgün günleri üzerine devam edelim yazımıza.
Namık Kemal’in Mağusa’ya sürülmesindeki sebep “Vatan yahud Silistre” piyesinin sahnelenmesini müteakip meydana gelen olaylardır. Konumuza dal budak sardırmamak için Vatan yahut Silistre tiyatro eseri ile ilgili olarak ne eserin yazılış sebebi, ne piyesin kahramanları İslam Bey ve Zekiye’den, ne de gösteri anı ve sonrası olayların akışından bahsetmeyeceğim. Bugünkü yazımızda bizi ilgilendiren kısım Namık Kemal’in Mağusa günleridir çünkü. 
Namık Kemal, sürgün sebebi ve yerini vapura bindirilip yola çıktıktan sonra öğrenecektir. Sebep, kısaca halkı galeyana getiren muzır neşriyat, sürgün yeri de Mağusa’dır. Sürgün yeri ile ilgili arkadaşı Hilmi Bey’e yazdığı mektubu bir vesile vapurdan göndermeyi başarır. Mektubunda Nuri Bey’e hitaben:

Birader,
İş fena… Ben Mağusa’ya gidiyorum. Siz de elbet Akka’da kalmazsınız. Fizan’ı falan boylarsınız. Sakın mektubumu okuyup da benim için telaş eyleme! Mağusa’ya gidiyorum amma Kağıthane’ye gider gibi gidiyorum. Mağusa’da nar olur. Akka’da yoksa, yaz, göndereyim.
Baki, gözlerinden öperim.
Kemal   Nisan 1873

Vatan şairimiz Mağusa’ya vardığında zindandaki ilk gününü ve sonrasını, hal ve ahvali yanında Mağusa ve halkından bahisle birlikte suyundan haşeratına varana kadar birçok mevzuyu mükemmel bir lisan ile mektuplarında adeta resmeder fakat bu resim Nuri Bey’e yazdığı mektuptaki Kağıthane yolculuğuna hiç benzemez ve kara bulutlarla kaplı iç karartıcı bir resimdir. “Altı da bir, üstü de bir yerin” mısraı dökülür daha ilk gün dudaklarından ve yine sürgün yeri için: “Her kime gazap ede Mevlası, mekanı ola Mağusa kal’ası” der. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen aslında zindanda değil, ilk üç gecenin ardından kaldığı hücrenin üstündeki odanın hazırlanmasını müteakip bundan sonraki günlerini bu mekanda geçirecek ve üstelik odasında mahpus hayatı yaşamayıp rahatlıkla şehre çıkabilecektir. 38 ay kadar bir zaman dilimini geçirdiği Mağusa günleri aslında bütün sıkıntılarına rağmen onun bir şair ve edip olarak en verimli günlerini geçirmesine ve edebiyatımıza birçok eser kazandırmasına vesile olacaktır. 
Mağusa Mücahit Tabur komutanı Üsteğmen Sadi oğuz (Oğuz Kalelioğlu) Bey’in Mağusa’ya gelişinde ilk ziyaret yeri Namık Kemal meydanı olacaktır ve uzun zamandır Namık Kemal Zindanı olarak isimlendirilen hücrenin duvarında çakılı plaketteki dörtlük dökülecektir dudaklarından.
Zalim olsa ne rütbe bi perva...
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız!
Merkezi hake atsalarda bizi.
Küre-i arzı patlatır çıkarız!...

Lefkoşa’yı Ankara’ya benzetiyorum ben. Girne, İstanbul’a muadil onun minyatürü gibi bir şey, fazlalığı gazino otelleri. Mağusa ise mimari dokusu ve soluduğum tarih kokan havasıyla Bursa’mızı hatırlatıyor bana. Bir farkla ki, buradaki tarihi doku Bursa’ya oranla çok daha farklı kültürlerin zenginlikleriyle ve özellikle surların içinde 1 km2’lik bir alanda o kadar fazlasıyla dolu ki, her meydan, her sokak, her taş, tarihin başka bir evresini yansıtıyor üzerinde. Venediklilerden William Shekspiere’nin meşhur eseri Othello’ya konu olan Othello kalesine, üzerlerinde Leonardo da Vinci’nin parmak izlerini taşıyan burçlarından Mağusa Mücahit Tabur Komutanlığı binasına, Roma’dan, Bizans’a, Haçlı şövalyelerinden Lüsignanlar dönemine, sonra Venedikliler ve Osmanlının bir eyaleti olarak geçen asırların ardından İngiliz idaresinde geçirilen sömürge yılları ve bu döneme ait tarihi izler. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti dönemi, öncesi ve sonrasıyla başlı başına bir yazı konumuz olacak bizim. 
Osmanlı’dan çok öncesini günümüze kadar taşıyan ve şehitliği ve daha birçok mekanıyla 1974 Barış Harekatı döneminin izlerini yansıtan görüntüsüyle bir başka tadı var bu şehrin. Size Canbulat Türbesinden de bahsedeceğim, şehitliğimizden de. Sonra bir yazımda rahmetli İsmet Kotak Bey: “Burası Canbulat Radyosu, Mağusa’daki Türklerin sesi” diye gür bir sada ile seslenecek size satır aralarımdan ve o acı dolu günlerde onların moral kaynağı olan Canbulat radyosunun kuruluşunu anlatacak sizlere. Ha, bu arada her ne kadar Doğu Akdeniz Üniversitesinin getirdiği bir hareketlilik yansısa da gözüme ben bu şehri, özellikle sur içini tasvir ederken “slow city” tabirini kullanıyorum. 
Namık Kemal bu şehir için her ne kadar menfi sözler sarfetmiş olsa da, ben bu şehri seviyorum arkadaş. “Artık bu gelişimde Fahri Mağusalılık beratımı verirsiniz bana herhalde” diyorum Mağusa’lı dostlarıma.
Bu arada, Mağusa’ya gelip de Namık Kemal zindanını görenler sakın o penceredeki demir parmaklıkları görüpte yanılmasınlar. Namık Kemal Mağusa’da zindan hayatı yaşamamıştır. O hücrenin görüntüsü sadece görsel bir malzemedir ve bu zindan mevzuu aslı olmayan bir hikayedir.
Bak gördünüz mü ya; Değerli komutanımızı Namık Kemal meydanında okuduğu şiirin ardından fatiha okurken bıraktık gitti. Bir sonraki yazımızın konusu bu değerli komutanımız, Sadi Oğuz Bey (Mağusa Mücahit Tabur Komutanı Üsteğmen Oğuz Kalelioğlu) üzerine olsun inşallah.

Not: Mektup başlarında kullandığım kısa şiirler, Kıbrıs’lı şehit şairimiz Süleyman Ali Uluçamğil’e ait olup bir mektubumu tamamen ona hasredeceğim.