Hristiyan âlemi için şatafat ve coşkunun zirveye ulaştığı günlerinden birini yakında idrak edeceğiz. Başlangıcı dini bir temele dayanmasa da sonradan kilisenin yılbaşını kabullendiği ve özel bir gece olarak kutsadığı herkesin mâlumu.

Öncelikle Hristiyanların yılbaşı törenlerini, başka inançlara mensup olanların da o inanca ait değerlerini, kültürlerini yaşamalarına saygı duymamız gerektiğini unutmamak lazım, çünkü bizler Ortodoksların merkezini İstanbul olarak belirleyen Fatih’in torunlarıyız. Ayrıca hoşgörünün uygulanmasını, altı asır boyunca 72 milleti huzur içinde yöneten Osmanlı'dan miras aldık.  

Esasında Hz. İsa (a.s)’ın doğumunu lânse ettiren; fakat onun doğum günüyle alâkası olmayan bu gecede bir peygamberin doğumunun kutlanmasıyla ilgisi olmayacak hareketler çok yakışıksızdır. Hiçbir peygamber sabahlara kadar içki içilerek, haddi aşan davranışlarla hatırlanmak ve anılmak istemez, bu davranışlardan razı olmaz. 
 Böylesine bir kutlama tablosuyla ilgili havsalamın almadığı iki konu var: Müslüman olduğu halde yılbaşını kutlayanlar ile yılbaşını dini bir vecibe olarak algılamayıp sürü psikolojisi ile bu sele kapılıp gidenler. 1 Ocak 1926’dan başlayarak miladi takvimi kullandığımız doğrudur; ancak o tarihten itibaren dinimizi değiştirdiğimizi zannedenler mi var acaba? Bu kadar telaş neyin nesidir? Unutmayalım ki yılbaşında hindi kesmek, çam dikmek, evi süslemek, mum yakmak, eğlencelere katılmak veya tertip etmek, oyun oynamak imanımıza zarar veren ve imansız gitmeye sebep olacak hallerdendir.
Kendini Müslüman olarak tanımlayan insanların, temelde dini bir özelliği olmasa da o dinden de ayrı düşünülemeyen bir kutlamaya katılması ve Batı kültürünün yansımalarını Müslüman mahallesinde sergilemesi ne kadar acınası bir durumdur. Lale Devri’nden bugüne adım adım Batılılaşarak (sözde çevrecileri de aşarak) çarşılara, AVM’lere Noel ağacı dikme, Noel Baba kostümleriyle maskaralıklar yapma, Kurban bayramında katliamdan bahsedip yılbaşında hindi kesme garabetini yaşıyoruz. Mağaza vitrinlerine nasılsa kar yağmış ve Noel Baba, geyiklerin çektiği uçan arabasıyla (sanki) bedava hediyeler dağıtıyor. Kökeni, Antalya'nın Kale (Myra) ilçesinde 4. yüzyılda yaşamış bir Hristiyan azizi olan Piskopos Nikola'ya dayanan Noel Baba’ya olan bu ilgi de nereden peyda oldu? Bedir’deki İslâm’ın ilk şehidinden Çanakkale’deki son şehidine kadar ayaklanıp yakamıza yapışsalar “Biz bunun için mi Allah, rasûl aşkına can verdik?” deseler ne deriz?
Bayrak şairimiz Arif Nihat da yıllar önce bir yazısında bu konudaki rahatsızlığını şu sözlerle dile getirir:
“…Bu bahsi bu kadarla geçiyor ve Noel Baba‘ya geliyorum: Memleketimize, herhâlde, Beyoğlu‘ndan giren, Haliç‘i atlayarak Fâtihlere, Aksaraylara, sonra Rumeli‘ye ve Boğaz‘ı aşarak önce Kadıköylere, Modalara ve sonra Üsküdarlara ve oradan Anadolu‘ya geçen bu bunak, neyimiz olur? Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı yoksa Avrupalılıktan pîrimiz mi?”

Allahü Azimüşşan Kur'an-ı Kerim'de buyurur ki:  “Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne Yahudiler ve ne de Hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: ‘Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın kendisine ulaştırması) işte o, hidâyettir.’ Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevâlarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.”
Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Kim (şekil ve amelde) bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” buyuruyor.

Bu ilâhi ikazlara rağmen hâlimiz içler acısı. Geçtiğimiz günlerde büyük bir marketin girişinde süslü çam ağaçları, hologramlı külah şapkalar, Noel Baba şapkaları gördüm ki yılbaşına da yaklaşık bir ay vardı; ancak market ve kutlama malzemelerinin bulunduğu alan şimdiden kutlamalara hazır görünüyordu. Aklıma ilk gelen şey kandil gecelerimizi, Ramazan ve Kurban bayramlarımızı kaç gün veya kaç ay önceden düşünüp kendimizi bu mübarek gün ve gecelere hazırladığımız oldu. Açıkçası kendimden, kendimizden utandım. Toplum olarak böyle bir heyecan ve hazırlığımız maalesef yok. 

Tevazu(!) sahibi Müslümanlar olarak bırakın kutlamalarımızdaki coşku ve mutluluğu, bu günlerde hevesimiz de kursağımızda bırakılıyor; Hac’da ve Umre’ye gidişte “Bu kadar aç varken israf…” Kurban’da “Ne gerek var, kurban kesme, bir fakire ayakkabı al. Boğaz kan gölüne döndü.” Ramazan’da “Şeker Bayramı” gibi küçümseme, kınama ve ithamlarla karşılaşıyoruz. Hiçbir Hristiyan ya da Yahudi’nin bizimle bir kandili idrak ettiğine, oruç tuttuğuna, kurban kestiğine şahit olmuyoruz. Durum böyleyken bizdeki nasıl bir aşağılık duygusudur ki gayrimüslimlerin bayramını onlardan daha çılgınca kutluyoruz. Herhalde Âli İmrân sûresinin 19. ayet-i kerimesinde Allahü Te'âla’nın bize hitâbını unutuyoruz: 
“Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır.” 
Bu hitaba göre başka “din” yoktur. Ancak başka inanç sistemleri olabilir ki bize düşen Peygamberimizin (s.a.v.) şu olayda olduğu gibi sünnetini yaşatarak gayrimüslimlere benzememektir.

Peygamberimiz (s.a.v.)  Medine'ye hicret ettikten sonra Medine'de yaşayan Yahudilerin oruçlu olduğunu öğrendi. O gün Muharrem ayının 10. günü Aşure günüydü. “Bu ne orucudur?” diye sordu. Yahudiler, “Bugün, Allah'ın Musa'yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun'u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) bir şükür olarak bugün oruç tutmuştur.” dediler. Peygamberimiz onlara, “Biz, Musa'nın sünnetini yaşatmaya sizden daha çok yakınız ve hak sahibiyiz.” diyerek hem kendisi ve hem de Müslümanlar o günü, önceki ve sonraki günle de birleştirerek (Yahudilerden farklı olarak) üç gün oruç tuttular. 

Meseleye bu açıdan bakmak, kesinlikle bir Batı düşmanlığı olarak algılanmamalıdır. Ancak unutmamak lazım ki millî olamayan yani kendi kültürünü ve değerlerini bilmeyen, oradan beslenmeyen, evrensel de olamaz. Şiirlerinin çoğunda sosyalist bakış açısını işleyen Nazım Hikmet’in dahi "Ben, bizde yılbaşını kutlulamak diye bir görenek olduğunu bilmiyorum." der. Dünyaya maddi ve manevî bir takım değerler katacaksak öncelikle kendimize bakmalı, kendi dilimizden, dinimizden, edebiyatımızdan, tarihimizden, sanatımızdan beslenmeliyiz. Bunlar olmadığında ne bir yurdumuz olur ne de dünyada gönlümüze göre bir mekân...  

Millî kültürümüzle bağdaşmadığını düşündüğüm diğer mesele de “Millî Piyango”.  Öncelikle böyle bir yapının “Genel Müdürlük” sahibi bir devlet teşkilâtı olduğunu unutmayalım, sonra da bu idarenin logosundaki Arapça Allah (ﷲ) lafzına dikkat edelim. Dinimizce haram olan kumarı oynatıp, bu işe Allahü Te'âla'nın adını karıştırmak nasıl bir zihniyettir. Ben bir Müslüman olarak ilgili ilgisizleri ve yetkili yetkisizleri (ﷲ)’a havale ediyorum. İnşallah ilk olarak bu logodaki yanlıştan dönülür.

İkinci mesele de şu : “millî” kavramının içi bu kadar mı boşaltılır? Biz birçok millî(!) kuruma ve değere sahibiz: millî kültür, millî marş, millî eğitim, millî savunma, millî bayram, millî takım, millî spor, millî güreşçi, millî kütüphane, millî park, millî gelir… Bu liste uzar gider. Peki şu Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü olmasa ne kaybederiz? Bu piyangonun, kumarın Türklere has bir özelliği mi vardır? Belli ki kumara o kadar alışmışız, vazgeçemiyoruz, kumarbaz olmuşuz. Bari “millî” kumarbaz olmayalım. Kaldıralım şu millî’yi.

Üçüncü olarak da kumarın haram olduğunu sokaktaki en cahil vatandaş bile biliyor. Bu işi ve kurumu hepten kaldıralım, kapatalım gitsin. Kimse kumarhaneler kapatıldığında tepki göstermedi, yine tepki gösterilmeyecektir, aksine herkes memnun olacaktır. Özel sektöre yasak olan şeyi devlet eliyle de yapmayalım.

Velhasıl 2018 yılını geride bırakmaya yaklaştığımız şu günlerde biz Müslümanlara düşen şey, geriye dönüp ilmimize, amellerimize ve ihlâsımıza bakıp eksik gördüğümüz hususları tespit ederek önümüzdeki yılda bu eksiklerimizi gidermenin yollarını aramaktır.
Son sözü yine şaire bırakalım:

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; 
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? 
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! 
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! 
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!   

//N. F. KISAKÜREK