Gazeteci Mehmet Ocaktan 29.01.2018 günkü köşe yazısına dikkat çeken bir başlık atmış: "Değişime kuşkuyla bakarak dinin mesajını modern zamanlara taşıyamayız". Doğru.

Yazar, yazısını Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca´nın şu sözleriyle bitirmiş: “Kur´an sünnetten ve gelenekten koparılarak yalnızlaştırılmış ve böylece keyfi yorumlara mesnet edilmesi kolaylaştırılmış oldu. Kur´an yeri geldi anayasa, yeri geldi hukuk metni, yeri geldi fenni ve teknolojik buluşları ilk haber veren oldu. Bu haliyle Kur´an´ın sırlarını insanlara deşifre etme iddiasıyla başlayan ve kendi kişisel düşünce ve duygularını Kur´an´a onaylatmaya kadar giden nevzuhur otoritelerin devreye girmesi anlamına geliyordu.”
Mesele, Kur´an´ın bilinmemesinde ve anlaşılmamasında yatmaktadır. Sayın Prof. Bardakoğlu´nun yakınmalarına yol açan da budur. Kuran´ı okuyan herkes kendisine gönderilmiş bir kitap gibi ve her türlü peşin hükümlerden sıyrılarak, ayrıca anlamaya çalışarak okumazsa, Kuran´dan bir şey anlaması çok zor, hatta imkansız.

ALLAH KİMSEYE ZULMETMEZ
Kur´an, evrensel, zaman üstü bir kitaptır. Öncelikle bu gerçeğin bilinmesi gerekiyor. Kur´an´ın evrensel bir mesaj olması demek, onun sadece ilk geldiği toplum veya o toplumun yaşadığı bir bölge için değil, tüm zamanların bütün toplumları için gelmiş demektir. Bu olgu bizi, Kuran´daki mesajları, ilkeleri, yasaları ve buyrukları Müslüman olan herhangi bir toplumun dinsel inançları, anlayışları, kabulleri ve yaşantılarıyla sınırlandırmaktan alıkoyar. Zira Kuran dünün, bugünün veya yarının değil kıyamete kadar varolacak her toplumun en ekmel ve tek dininin adıdır. Zira ´Allah indinde din, sadece İslam´dır." (Âli İmrân/19) İnsanlar kabul ederler veya etmezler, inanırlar ya da inanmazlar, bu onların bilecekleri bir şeydir. Özetle Kuran ne Araplar için, ne de bir bölgenin dini olarak gelmiştir. Yani Kuran mesajları, ilkeleri ve buyrukları , Arapların veya Ortadoğu´nun Kuran´dan ne anladıklarıyla sınırlandırılıp daraltılamaz. Bu konuyu şu şekilde de özetleyebiliriz: "Müslümanların yaşadıkları sorunların sorumlusu, suçlusu Kuran değildir; Müslümanların inandıkları, kabul ettikleri ve yaşadıkları din anlayışıdır." Çünkü "Allah kullarına asla zulmetmez, haksızlık yapmaz." (Yunus/44, Ali İmran/182, Enfal/51)
Allah insanlar zulmetmez ve haksızlık yapmaz ama insanları sınırsız iyilik eder ve yardımcı olur. İnsanların ve milletlerin mutlu olmalarını, refah ve barış içinde yaşamalarını en fazla Allah istemektedir. "Biz bu Kuran´ı sana, sıkıntıya düşesin, zahmet çekesin, bedbaht olasın diye indirmedik." (Taha/2) "Allah, her şeyi sizin için yarattı." (Bakara/29) "Geceyi, gündüzü, Güneş´i ve Ay´ı sizin emrinize vermiştir. Yıldızlar da O´nun emriyle bir hizmete boyun eğmiştir." (Nahl/12, İbrahim/33)Bu ayetleri gönderen Yüce Yaratıcı insanları sıkıntıya sokar mı hiç?

DEĞİŞİM VE GELİŞİM OLMADAN İLERLEME OLMAZ
Şu halde milletler kendi yararları için sürekli bir değişim, gelişim, ilerleme ve yükselme içinde olacaklardır. Değişim, ilerleme gibi sosyal, toplumsal, medeni dönüşümler, iyi ve yararlı oldukları sürece Tanrı tarafından da onaylanır. Tanrı´nın ölçütleri bellidir: Yapılan işlerin ve gerçekleştirilen eylemlerin insanların ve evrenin yararına olup olmadıklarıdır.
Halbuki bağnazlık, cehalet, tutuculuk ve yobazlık gibi dar ve sınırlandırıcı bakış açıları ve bunlarla malul olmuş yaklaşımlar, değişimin ve gelişim dinamizminin en büyük engelleridir. Değişime karşı çıkan toplumların görünür gerekçeleri her ne kadar mevcudu savunmak ve muhafaza etmek olsa da, aslında bilgisizlikleri ve korkuları nedeniyle bunlara karşı koyarlar. Korkularının temelinde ise statükoyu yani korunmalarını, sahip oldukları kazanımlarını, koltuklarını koruma gayreti ve endişesi yatmaktadır. Bilinçsiz ve bilgisiz insanlar ve toplumlar yeni olan, farklı olan ve bilmedikleri her şeye hem karşı çıkarlar, hem de düşman olurlar.
Başarı kendiliğinden gelmez. Çalışmayı, gayret ve çaba harcamayı, kafa yormayı, düşünmeyi gerektirir. Bir şeyi başarmak ve daha iyiyi yakalamak adına ilerlemek, ilerlemek için değişmek, değişmek için özgür olmak, özgür olmak için mücadele vermek, mücadele vermek için de bedel ödemek kaçınılmazdır. Bu sıkıntıları yollara gitmekten kaçınan toplumlar, değişmesini ve üretmesini bilen bilinçli toplumların köleleri olarak kalmaya mahkum olurlar.

MAÇ 0-0 BAŞLADI AMA...
Hatırlayalım: 15. yüzyılda Osmanlı orduları İstanbul´u fethederken ve Viyana kapılarına dayanırken karşılarındaki Avrupalı milletlerin ordularının ellerindeki savaş araç-gereçleri ve silahlar iki tarafında aşağı yukarı aynı idi. Yani tarafların, hilal ve Haç´ın savaş teknolojileri ile savaş araçları eşitti.

SONRA NE OLDU?
Mesela 1915-1916 yıllarında Çanakkale Savaşlarında karşılaştığımız başını İngilizlerin çektiği itilaf ordularının ellerinde kara ve deniz savaş araçları 15. yüzyıla nazaran oldukça değişmiş ve gelişmişti. Onların sahip oldukları savaş teknolojisi Osmanlı´dan daha ileriydi. Mesela Birinci dünya Savaşı´nda Batılı ve Avrupalı devletlerin kullandıkları silah teknolojisi ne durumdaydı, dünyada hangi silahlar üretiliyordu? Bunları kısaca sıralamak gerekirse şunlar yazılabilir: Zırhlı tren, Denizaltı, telgraf, Arazi telefonu, Kablosuz iletişim sistemi, Motosiklet, Makineli tüfekler, Dikenli teller, Siper kazıcıları, Zehirli gazlar, Gaz maskeleri, Miğferler, Lav silahları, Tanklar, Anti tank silahlar, Uçaklar, Uçaksavarlar, Uçak gemileri, Zeplin, İnsansız Hava araçları, Akustik radarlar. Peki Osmanlı Orduları bu silahların hepsine sahip miydi? Bu silahların tamamı veya büyük çoğunluğu Osmanlı´da üretilebiliyor muydu? Ne yazık ki hayır!

BATI NASIL BAŞARDI?
Şimdi tekrar 15. yüzyıla dönelim. Avrupalı milletler ile Osmanlı milleti arasında bilim, teknoloji, sanayi, savaş araçları gibi konularda ciddi farklar yoktu. Hatta savaş araçları, askerlik gibi konularda Osmanlı Batı´dan daha ileri durumdaydı. Hal böyleyken ne oldu da Osmanlı ile Batı´nın arasında farklar oluştu? Bu asırda ´Cihan Devleti´ Osmanlı İmparatorluğu önce duraklama, sonra da gerileme ve çöküş dönemlerini yaşadı.
İşte bu ve benzeri soruların cevabını değişim, gelişim, ilerleme ve dönüşüm kavramlarında bulabiliyoruz. Avrupalı düşünürler ve fikir insanları önce Rönesans, ardından da Reform Hareketleriyle hem kendilerinin hem de dünyanın kaderini değiştirdiler desek yanlış olmaz. Oysa 15. yüzyıla kadar yani Ortaçağ Avrupasında bağnazlık, cehalet, tutuculuk ve yobazlık gibi dar ve sınırlandırıcı bakış açıları ve aklı dışlayan dinsel inançlar çok yaygındı. Kendisi bir papaz olan Alman düşünür Martin Luther´in ateşlediği düşünce ve fikir akımı, akıl karşıtı, ilme savaş açmış olan kiliseye karşı isyan etti. Avrupa´da Papalık-Kilise ile halk arasında çok kanlı savaşlar oldu. Sonunda akıl, bilim ve özgür düşünce yani değişim kazandı.

MEZHEPLER
Avrupa´nın 15. yüzyıldan itibaren yapmaya başladıkları bilimsel çalışmalar, Müslümanlar tarafından 8. yüzyılda başlatılarak başarılı bir şekilde dört asır sürdü. Ne zaman ki akıl dışlanmaya ve ilimden uzaklaşılmaya başlandı, bilimsel çalışmalar da önce geriledi, sonra durdu. 11. yüzyılda Abbaslerin siyasal desteğini arkasına alarak iyice güçlenen tasavvuf akımının, İmamı Azam, İbni Sina, İbni Rüşd ve Farabi gibi düşünürlerin aksine "Kuran´ın akıl ile anlaşılamayacağını, ancak ilhamla, rüya ile anlaşılabileceğini" savunan görüş ve anlayışı galip geldi.
Yol, yöntem, usül, gidişat gibi anlamları olan mezhep(ler), sonuçta mezhep önderlerinin içinden çıktıkları toplumların yerel ve yaşadıkları zamana ilişkin yani güncel sorunlarının çözümünde ´din´den anladıklarının ve İslam´ın tek kaynağı Kuran´ın yorumların sistemlendirilmeleri oldukları halde, zamanla dondurarak ve ´dinleştirilerek´, Müslümanların önünü tıkar duruma gelmişlerdir. Yukarıda söylediğimiz gibi Kuran evrensel bir kitaptır. Kuran´ı gönderen Allah, alimdir ve hakimdir. Yarattığı insanların mutlu olmaları ve iyi yaşamaları için onlara gerekli olan tüm bilgi, yol ve yöntemleri bu kitapta toplamış olmasına rağmen, Müslümanların perişan halde yaşamalarını nasıl izah edeceğiz? sorusunun cevabı, burada yatmaktadır. Bir toplumun örf, adet, gelenek-görenek, anlayış ve kabullerinin üzerine mezhepler eliyle din kılıfının giydirilmesi, Müslümanları zamanla kör, sağır, düşünmeyen, akıl edemeyen, aklı dışlayan, mesih ve mehdi bekleyen, iyilik, güzellik ve değer üretmeyen, kuru ibadet etmeyi çalışmaya yeğleyen, aktif değil pasif olan, etken değil edilgen olan insanlar duruman getirdi. Oysa Müslümanlar 8. yüzyıldan başlayarak 11. yüzyılın sonlarına kadar başta tıp, matematik, astronomi, fizik, kimya olmak üzere hemen hemen bilimin tüm alanlarında gerçekten çok önemli ve büyük icatlara imza atmışlar ve yenilikler yaratmışlardı. Ne oldu da yaşamı kolaylaştırıp güzelleştiren bu bilimsel çalışmalar geriledi ve sonra da durdu? Başka şekilde soralım: Belirtilen dönemde yaşayan Müslümanlar neden bilime bu kadar değer verdiler de, sonraki dönemlerde Müslümanlar bilime sırt çevirdiler? Hangilerinin yaptıkları doğruydu? Bu sorunun cevabını ararken tasavvuf inanç ve akımının etkisini göz ardı etmemeliyiz.

"GAZALİ, AKIL KARŞITI VE DÜŞMANIDIR"
"Fıkıhtaki mezhep imamını taklidin başlattığı durgunluk süreci, tasavvufta Gazali´nin ölçü kabul edilmesiyle başladı." (...) "Gerçek şu ki, Gazali teolojisinde akıl dışlandığı için sistemin esasını mistik tevil ve içe bakış oluşturmaktadır." (..) "Gazali´nin kimliğini; bütün mesajı ve mesaisi tekfir, tadlil ve tenkit üçlüsü üzerine oturan ve şahsiyeti itibariyle kavgaların, saldırıların ve ithamların kalemi olmak oluşturur." (...) "Akıl düşmanlığını dinleştirerek İslam dünyasını perişan eden Gazali´dir." (1)
ÖZSÖZ: "Akıl düşmanlığını dinleştirerek İslam dünyasını perişan eden Gazali´dir."
............................................
(1) Y. Nuri Öztürk. İslam Dünyasında Akıl ve Din Nasıl Dışlandı? S. 115, 118, 119, 127.