Anne ve babalar için mucizevî bir yolculuktan sonra dünyanın en değerli hazinesi olarak dünyaya gelen çocuk, herkesten ve her şeyden önce annesinin şefkâtli kollarında ruhunu ve bedenini besleyip hayata hazırlanır. Yürümekten konuşmaya kadar ilk adımlar hep ebeveyn eşliğinde atılır.

Biraz büyüyüp de sosyalleşmesi ve hayata farklı kazanımlarla hazırlanması gerektiğinde ise okul yolları aşındırılmaya başlanır. Kimi zaman haftalarca süren okula, öğretmenlere, arkadaşlara alışma süreci geride bırakıldığında artık onun için en kıymetli şahsiyet öğretmendir. Öğretmen, öğrencinin gözünde zamanla hayatın bütün sırlarını çözmüş, her şeyi bilen ve yapabilen süper kahramana dönüşür. Bazen kendi kızım bile bana soru sorduğunda dürüstçe, bilmiyorum, dediğimde; e ama sen öğretmen değil misin, diye sorar ve bir konuyu bilmiyor olmama oldukça şaşırır. 

Öylesine sevilir ki öğretmen, yaz tatili için karnelerin verildiği son gün sınıf, iki üç aylık ayrılığa dayanamayıp adeta bir cenaze evine dönüşür. Kız öğrencilerin başı çektiği ağlama grupları yavaş yavaş en haylaz erkek öğrencilere kadar sirayet eder ve sınıf bir bütün olarak bu ayrılığın hüznünü koro halinde ağlayarak yaşar. Son demde bütün öğrencilerin sevgi çemberiyle sarıldıkları öğretmen için daha güzel bir an tahayyül edilemez.

Yaş ilerledikçe öğrencinin öğretmene bakışı da değişmeye başlar. Artık iyi niyetli, gayretli, yardımsever, akademik ve sosyal ilişkiler ve takip anlamında ilgili öğretmenler ile dersi kendi hayat hikâyeleriyle doldurarak geçiren, öğrencisinin adını bile bilmeyen ilgisiz öğretmenler öğrencinin gözünde ayrılmaya başlar. Okul döneminde öğretmenin sınıfta olduğu fakat boş geçen dersler öğrenciye eğlenceli gelse de işin ciddiyeti anlaşıldığında dersleri boşlayan öğretmen hayırla yâd edilmez. Disiplin, başarı ve ilgiden taviz vermeyen öğretmense yıllarca hafızalarda kalacak, kalplerde yer edecek, aranıp sorulmaya devam edecektir. 

Böylesine güzide eğitimciye, üniversite yıllarımdan bir örnek vererek vefa duygularımı ifade etmiş olayım. Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı hocalarımdan Prof. Dr. Saadettin YILDIZ, üzerimde tesiri en fazla bulunan hocalarımdan biri. Her dersi; dil, edebiyat, tarih, sanat ve estetikle harmanlanan konular, onun nüktedan kişiline has bir üslûpla dolu dolu geçerdi.  Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiiri bizlere bir dönem boyunca derinlemesine izah eden hocam, dönem sonunda şu cümleyi kurar: “Arkadaşlar kusuruma bakmayın, aslında ikinci dönemde de bu şiiri işlemem lazımdı; ancak başka mevzular üzerinde de duracağımdan şiirin tahlilini burada bitirmek durumundayım.” Bugün, böylesine bir derinlikten, zerâfetten uzakta ve mahrum kalmak çok acı. 

Benim gibi bir öğretmenden akademisyenlere, doktorlara,  devlet başkanlarından mühendislere, pazarcılara, fırıncılara kadar hangi makam ve şahsiyete bakarsak bakalım her biri öğretmenlerinin elinde gerçek kimlik ve kişiliklerini bulmuşlardır. 
Nerde karşına çıkmaz ki öğrencin? Kaza yaparsın ambulanstan inen senin öğrencindir, hastanede gözünü açarsın seninle ilgilenen doktor, hemşire senin öğrencin. O an kendini hastanede ama yine de oldukça güvende ve sevgi çemberinin içinde hissedersin. Pazarda denk gelen öğrencin bir ayrı özenir meyveleri poşete koyarken. Güzel bir lokanta açmıştır, seni aileden bilir, güler yüz, sevgi ve itina ile ağırlar para almamaya çalışır, versen yüzü kızarır, vermesen sen mahcup olursun. Öğretmen olmuştur, gururla aynı kurumda dirsek çürütürsün, yıllar geçmiştir, her cuma mesajla hayır dua eder, “Sizin yeriniz ayrıydı, mecbur olmamanıza rağmen bir başka ilgilindiniz bizimle, hiçbir sorumuzu cevapsız bırakıp kaçmadınız.” der, mest eder sizi. Bu sözleri duymanın mutluluğu, maddi hiçbir karşılıkla ölçülemeyecek kadar değerli ve özeldir.

Yeri gelir, bir arkadaşına, zümre öğretmenine akademik olarak veya idarecilik alanında hızla katkı sağlarsın (ki bu da bir nevi öğretmenliktir) sonra da başarılı çalışma hayatına şahit olur, huzurla dolarsın.  Velhasılıkelam hiçbir mesleğe benzemez öğretmenlik; çok özel, güzel ve saygın bir meslektir.     Hoca camide olur, diyerek hocalığı camilere hapsetmeye çalışanlara rağmen öğretmen, diğer bir ifade ile “hoca”dır bizim için ve bizler tarih boyunca muhteşem hocalar ve öğrencilerine şahit olduk. Akşemsettin ve Fatih bunların başında gelir. Şehzâde Mehmet’in “Fatih” olabilmesi için çok gayret sarf etmiştir Akşemsettin.

Şehzedeliği döneminde Mehmet, biraz şımarık bir öğrencidir. Şımarık dediysek hocası Akşemsettin’i canından bezdirecek kadar şımarık; hocası ona biraz kızdığında: “Ben padişah oğluyum, bana bir şey yapamazsın.” diye tehdit de eder üstelik. Padişaha çocuğunu şikâyet etmek düşüncesi Akşemsettin’e çok ağır geldiğinden bir türlü derdini anlatamamıştır. Bir gün her şeyi göze alıp padişahın huzuruna çıkar ve olanları ona sıkılarak anlatır. Padişah II. Murat durum karşısında bir müddet düşünür ve bir plânı Akşemsettin’in kulağına usulca açıklar. Planı uygulamak Akşemsettin açısından mümkün değildir; ancak II. Murat onu dinlemez ve bu iş olacak, der. 
Ertesi gün yine dersin ortasında Şehzade Mehmet yaramazlık yapar.  Akşemsettin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girer. Bu olay karşısında Akşemsettin, hiddetlenerek padişaha bağırır ve bir de tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini, kendisinden izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını ister.

Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diler ve dışarı çıkar. Olaylar karşısında Şehzade Mehmet'in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştır. Padişahlığına güvendiği babası, hocası Akşemsettin’den tokat yemiştir. Fatih’i allak bullak olmuştur. Az sonra kapı vurulur ve padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek girer. Plan tutmuştur. O günden sonra şehzade, asla yaramazlık yapmaz,  çünkü güvendiği dağlara kar yağmıştır artık. Padişah babasına tokat atan, kendisine ne yapmazdı. 
Bir Akşemsettin'in kulağına fısıldanan muhteşem plana ve çocuk eğitimine bakalım, bir de bugüne… Koskoca padişah, çocuğunun terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeyi göze alıyor. Bugünün velileri kendilerine veya çocuklarına böyle bir muameleyi kabul eder mi acaba?

Hocalar, her şeye rağmen öğrencilerinden kolay kolay vazgeçmez, onlardaki cevheri keşfetmek gibi üstün bir meziyetleri vardır çünkü. Bir gün II. Murat,  oğlu Mehmet’e çok kızar ve “Bundan adam olmaz.” der. Bir kenarda olaya şahit olan Akşemsettin mırıldanır: “Peder ne deer, kader ne der.” Kader zamanı geldiğinde Şehzâde Mehmet’i  “Fatih” yapacaktır. 
Hocaya saygı ve sevgi anlamında unutulmaması gereken bir hatıranın başkahramanı da Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz çok celâlli, herkesin çekindiği bir padişahtır. Mısır seferi sonrası, dönüş yolculuğu sırasında Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal de hünkârın yanında bulunmaktaydı.  Merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktaydı Yavuz. 
Bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilirken hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazâde’nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, padişahtan büyük bir tepki beklemektedir. Büyük âlim Kemalpaşazâde ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır, hocasına ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” der ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakan Hakk’a yürüdüğünde vasiyeti yerine getirilmiş ve o kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.
Son sözü yine Selimî mahlası ile şiirler yazan bu şair sultana bırakalım:

Padişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş.   
// Selimî