İnsanoğlunun üzerine düşünmekten en çok kaçtığı konulardan biridir ölüm. Ancak bu konu üzerine düşünsek de düşünmesek de vâde geldiğinde sonuç değişmiyor. Kur’ân-ı Kerim, ilâhî ikazı veriyor: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah'a aitiz ve sonunda O'na döneceğiz.)

“Şehâdet parmağıdır göğe doğru minare; 
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?” diye hatırlatıyor şair. 

Herkes biliyor ki
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…

Bizler ne kadar kaçsak da ölüm, insanı önce yakın veya uzak çevresinden aldıklarıyla hatırlatıyor sonra nedense hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşarken ansızın karşımıza çıkınca büyük bir şok geçiriyoruz. Sanırım bu unutkanlığımızda mezarlıkları şehirlerin dışına taşımamızın da etkisi var. Her gün mezarlığın önünden geçip serin serviler altında yatanlara ibret nazarıyla bakmaktan ve ruhlarının makamına dua ve hediyeler göndermekten daha da önemlisi ölümü hatırlamaktan mahrum kalıyoruz. Sonra aniden yarım kalan nice işimizi arkada bırakıp bembeyaz kefene sarılıp bir çorap dahi alamadan gidiyoruz bu dünyadan. 

Üstat Necip Fazıl’ın şiirinde 
“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden    Soruversem: Haberin var mı öleceğinden” diye bahsettiği derin uykuda olanlardanız belki de.
Shakespeare, “İnsan, bu dünyaya ağlayarak gelir, yeterince ağladıktan sonra da ölüp gider.” diyerek hayatı trajik bir ölüm yolculuğu olarak yansıtsa da Yunus Emre ve Mevlânâ gibi ruhuna manevî yolculuğu tattırmayı başaranlar için ölüm bir “Şeb-i Arus” yani sevgiliye kavuşma ânı (Düğün Gecesi) de olabilir. Yeter ki ölüm şâirinin tarif ettiği bir namazlık saltanât süreceğimiz taht misali o musalla taşında imam, “Nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda cemaatten hiç kimse "Tanıyamamışım, hakkımı helâl etmiyorum!" deyip geçmesin.
Evet, herkes ölecek yaştadır. Bu acıyı hazmetmeyi hem yetim hem öksüz kalan ayrıca oğulları Kasım, Abdullah ve İbrahim'i, küçük yaşlarında kaybeden ve “Ebûl Kasım” künyesi ile anılan sevgili Peygamberimizden öğrenerek acılarımızda aşırıya kaçmaktan hayâ ediyoruz.
    Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruyor: “Kişiyi ölürken üç şey uğurlar: Sevdikleri, malı ve yaptıkları. İlk ikisi geri döner ve o yaptıkları ile baş başa kalır.” Sevdiklerini ve malını geride bırakan ve bırakacak olan bizler, yaptıklarımızla kıldan ince kılıçtan keskin bir yola çıkacağımıza göre önce Rabbimizi sonra da çevremizdeki herkesi, hayvanları, bitkileri hatta eşyayı dahi incitmeden bu dünyadan gitmenin hesabını yapabilmeliyiz. Parası olan pazardan, imânı olan mezardan korkmazmış. O halde önce imanımızı muhafaza edebilmenin yollarına bakacağız ki mümkünse ölmeden evvel ölüp ölüme hazır olacak sonra da ölümlerden ölüm beğeneceğiz Behçet Necatigil gibi:

“Ölümlerden ölüm beğen, beğendim 

Yük olmadan, bıktırmadan kimseyi.” 

Ve dahî Cahit Zarifoğlu gibi zerâfetle yaklaşacağız dünyaya:

Burası dünya
Ne çok kıymetlendirdik,
Oysa bir tarla idi
Ekip biçip gidecektik. 

Nemrut’un ateşine atıldığı anda Cebrail (a.s.) yardıma geldiğinde onu reddedip kendine Allah’ı vekil tayin eden Hz. İbrahim, ecel vakti yaklaşıp da Azrail (a.s.) ondaki emaneti almaya geldiğinde: Dost, dostun canını alır mı? der. Azrail (a.s.) cevap getirir: Dost, dosta kavuşmaktan sakınır mı? Hz. İbrahim: Hemen al emanetini. 
O halde nedir mesele? Mesele: “Halil” olabilmek, “Halil” kalabilmek, “Halil” gidebilmek.
İki talebeden biri arkadaşına der ki "Rüya ile amel edilmez ama rüyada gürdüm, doğruysa seneye öleceksin" Diğeri: Yapma ya bir sene daha mı bekleyeceğiz!
Mesele: hazırlanabilmek, hazır kalabilmek, huzurda hazır bulunabilmek. Günümüz insanı şöyle haykırıyor adeta:

Ey toprağın altındaki sağlar! Geri dönünüz 

Zira toprağın üstündeki insanlar çoktan öldüler...

Bu ölüm de ölmeden evvel ölmek; ancak nefsin değil ruhun ölümü. Bedenden önce ruhun çürümüşlüğü… Ruh kirlenmiş ve dünyada tedavi imkânı bulunamamışsa âhirette ateşle arınır ancak. Bir de toprağın altında ama dipdiri kalabilmek var nasiplisine.

Evet, çıplak geldik; giyindik, soyunduk, gidiyoruz. Evet, Cahit Sıtkı’nın ifadesiyle:             
                                            
Bir kere misafire çıkmış adın;

İstesen de istemesen de gideceksin. 
Azrail  (a.s.) gelse ve ona desek ki:

Vermem sana çek benden elin ey melekülmevt,

Cânânıma nezreylediğim câna dokunma! 

sonuç değişmeyecek. Ne bir saniye önce ne bir saniye sonra… Madem öyle Mevlâ’nın ve Mevlânâ’nın sırtımıza yüklediği ödeve dikkat:

Dünya bir uykudur, ölünce uyanır insan.

Sen erken davran, ölmeden önce uyan. 

Başarabilirsek ölmeden önce uyanmayı Yunus’un bahsettiği âşıklardan olmayı da başarmışız demektir:

Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldü deyu selan verirler
Ölen beden imiş, âşıklar ölmez

Bolca şiir kucaklamış olsak da âşıklardan olabilmemiz temennisiyle son sözü yine şâire bırakalım:

Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm,

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm. 
 // Erdem Bayazıt