Yüce kâinatın sahibi ve mürebbisi olan Cenab-ı Allah, bütün insî-cinnî şeytanların şerrinden ve vesveselerinden kendisine sığınılmasını (Fussilet-36), hastalık, bela ve musibetlere karşı el-Hafiz ismiyle korunarak hıfzını talep etmesini ve mü’minin her zaman zatına niyazda bulunmasını istemiş (Mü’min-60) ve kendi katında değerimizin duayla olduğunu (Furkân-77) beyan etmiştir.
İnsan olarak gücümüzün belli bir sınırı olduğuna göre, dua ile acziyetimizi itiraf ve Rabbimizin uluhiyet ve azametini ikrar ederiz. Zira kul, bir insan olarak Rabbini tazim ederken diğer taraftan da kendi istek ve ihtiyaçlarını O’na arz eder. Bundan dolayı dua, kul ile Rabbi arasında bir bağdır.
Bu iletişim ve manevi bağı canlı tutmamızı isteyen Cenab-ı Allah, O’na dua etmemizi ve kendisinin de buna karşılık vereceğini ifade ediyor; “Kullarım beni sana sorduklarında; ben onlara yakınım! Bana dua edenin duasına karşılık veririm...” (Bakara-186)

Bizler de bu ilahi ferman gereği her halimizi O’na arzeder, ondan ister, duamıza icabet etmesini (karşılık vermesini) O’ndan talep ederiz. Her halimiz ve dünya hayatındaki her anımızda rahmetine muhtaç olduğumuz Rabbimize sadece darlıkta değil, bolluk içindeyken de lisanı-ı hal ve lisan-ı kal ile el açmayı unutmamalıyız.
Şunu unutmamalıyız ki şartlarına uygun yapılan bütün duaların Allah indinde müstecap olduğunu ve herkese farklı bir şekilde karşılığının verildiği inancını taşımalıyız. Zira Allah Resulü (sav); “Dua eden herkese Allah icabet eder. Bu icabet; ya dünyada peşin olur, ya ahirete saklanır yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek suretiyle olur. Yeter ki günah talep etmemiş veya sıla-i rahmin kopmasını istememiş olsun ya da acele etmemiş olsun.” (Mecme’u’z-Zevaid-17210) buyuruyor.

Demek ki duanın kabul edilmesi, bire-bir istenilenin verilmesi değil sadece, bazen dünyadaki musibetlerden muhafaza ve bazen de ahirette günahların örtülmesine vesile olur. 
Ancak her türlü musibet ve beladan Rabbimize sığınırken İslam’ın temel öğretilerine aykırı davranacak tutum ve davranışlardan sakınmalıyız. Örneğin çarşamba gibi belli günlere, Safer gibi belli aylara ve baykuş gibi bazı hayvan ve eşyalara uğursuzluk atfetmek ve bunun bela-musibet getirdiğine inanmak, ayet ve sahih hadislerle sabit olan İslam’ın temel prensipleriyle ters düşmektedir.

Zira Peygamber Efendimiz (sav); “İslam’da teşe’üm (uğursuzluk) yok, tefa’ül (iyiye yorma) vardır.” (Buhari, Tıp, 54) buyurarak İslam’da uğursuzluk olmadığını ifade etmiş ve bunu tümden reddetmiştir. Bundan dolayı Safer ayının uğursuzluk ve bela ayı olduğu ile ilgili bilgiler, cahiliye dönemine ait hurafeler olup İslam’la bir ilgisi yoktur. Bilakis Rasulullah (sav); “Eşyada, Safer ayında ve baykuşun ötmesinde uğursuzluk yoktur.” (Müslim, Selam, 102) diye vurgulayarak bizzat kendisi bu ayın bela ve musibet ayı olmasını yasaklamıştır.

Buna rağmen Peygamber Efendimize (sav) bu tür iddialar nispet ediliyorsa bu tamamıyla bir iftira olduğu için ahirette büyük bir vebali var. Zira Peygamber (sav); “Kim benim adıma yalan söylerse ateşteki yerine girsin!” (Buhari, İlim, 38) diye uyarıda bulunuyor.
‘Şu kitapta, şu dua mecmuasında bulunuyor, sosyal medyadan paylaşıldı, bana geldi ben de paylaştım/gönderdim...’ gibi sözler hiç bir anlam ifade etmemekle beraber, bizlerden sorumluluğu da kaldırmaz!

Bu vesileyle sözlerimizi duanın bazı adapları ile bitirelim; duanın öncesinde ve esnasında tövbe edilmeli, kabulünde herhangi bir tereddüt olmayan bir inanca sahip olarak ihlas ve samimiyetle el açılmalı, besmele, Allah’a hamd ve Peygamber Efendimize salat-u selam getirilmeli, Kur’an ve Sünnette sabit olanlar tercih edilmeli, müctecap mekan ve zamanlar kollanmalı, abdestli olup kıbleye yönelmeli, önce kendisi daha sonra bütün inananlara dua etmeli ve salavatla bitirilmeli… 
İcabet olunmasını bütün yüreğimizle istiyorsak, özellikle kazançlarımıza ve dilimize dikkat etmeliyiz. Unutmamalıyız ki işinde Allah’ı unutan ve günah telaffuz eden insan, yine aynı dil ve kalple dua edecek, ellerini dergah-ı uluhiyete açacak…
Hayırlı Cumalar…