Sanayi devrimiyle başlayan baş döndürücü süreçte, devrimin sahiplerinin asıl hedefi; yapabilecekleri en üst seviye buluş ve fikirlerle, alternatif bir yaratıcı inancını insanoğlunun zihnine yerleştirmekti.

Evrendeki olayların tesadüfî hareketler sonucu oluştuğunu ve bu tesadüflerin bilim adını verdikleri tanrı aracılığıyla sadece kendi kontrollerinde olabileceği düşüncesini; düşünmesi ve gerçekleşmesi güç bilimsel buluşlarla, tıp, fizik, kimya, matematik, bilgisayar teknolojisi gibi bilimler üzerine çalışılmış devasa etkiler aracılığıyla, bir çeşit tanrısal illüzyon oluşturarak, insanoğlunun Allah inancını sarsmayı, bu sayede de kontrol edilebilir yığınlar olmalarını hedeflediler.

Bilim adamları ve sanayi devriminin para babaları arasındaki bu anlaşma; buluşun sahibinin tanrıyla olan gövde gösterisinde kendisine maddesel anlamda dayanak oluşturacak, sanayi devriminin kodamanları içinse, insanoğlunun kapitalizmin kölesi olması açısından buluş satın alabileceği karşılıklı bir alışveriş döngüsüne hizmet edecekti. Bilim adamı ve sanayi kodamanı, tanrıyla hesaplaşmak adına insanlarla aralarından çekilmesi için, tanrıyla masaya oturmuşlardı.

Hangi bilim adamı sahneye çıkarsa çıksın tesadüften ve bunu sadece kendilerinin kontrol edebileceğinden söz ediyor, yaptıkları buluşlar ve deneylerle de insanoğlunun zihni üzerinde karmaşa oluşturarak Allah'ın var olduğu düşüncesinden biraz daha uzaklaştırıyorlardı.

...Ve nihayet bir gün, içlerinden çok güvendikleri bir ateist; yaptığı deneylerde, araştırmalarının sonuçlarında gizli bir elin var olduğunu, doğanın ardındaki müthiş düzeni, tesadüfün uydurdukları tanrıdan başka bir saçmalık olmadığına kanaat edip artık inkâr edemeyecek ve vicdanına hapsedemeyecek seviyeye ulaştı ve şöyle dedi;

"Tanrı zar atmaz."

Bugün gelinen noktada ise hedef hâlâ aynı fakat hedef kitlesi artık sanayi kodamanı ile bilim adamının acziyetini fark etmiş, bu kirli düzenden nefretle silkinip şunu haykırıyor;

"Allah, kimseyle masaya oturmaz."

Bir denge kuruluyor ama insanoğlunun kurduğu değil, bir plân var fakat insanoğlunun gücü yetmiyor. Bu defa faka basan ve patronun kim olduğunu kabul etmemekte hâlâ ısrar eden insanoğlu, ne sanayi bacasını tüttürebiliyor, ne de göremediği bir savaşçı karşısında atom bombası üretebiliyor. 200 yıldır tezgâh açtıkları yeryüzünde, insanlığın patronu olduğunu iddia eden bu emek ve ekmek hırsızları ile onların motor bölümü; uçsuz bucaksız evrende kum tanesi kadar bile sırra eremedikleri, kendilerine bildirilen kadarıyla elde ettikleri bilginin efendisine kafa tutmanın bedelini çok ağır ödüyor. Şapkadan tavşan çıkartan illüzyonlarını artık kendi halkları da yemiyor. Sahnenin arkasındaki gizli bölmeyi fark eden halk, tüm soytarılıklarının farkında ve sahnedeki tanrı popülaritesini yitirdi.

Kendini ne sanıyorsun insanoğlu? Koskoca evrende egonu merkeze alarak tepende dönen dünyanın 3-5 sırrına erdin diye, kâinatın sahibi mi oldun? Senin dünya dediğin, hayat sandığın bu yere, Âdem (A.s) sürgüne gönderildi. Uçsuz bucaksız âlemde kum tanesi kadar yer tutmazken, senden önce senin medeniyetini, ilmini, bildiklerini cebinden çıkartacak nice kavimler geçip gitmişken bu diyardan, neyi bildiğini sanıyorsun? Bilmediklerin, bildiklerinden fazlayken, o "ben bilirim" cakaların hani nerede şimdi? Bil hadi, bilsene göremediğin bir virüsün ilacını. Sana bildirilmeyenlere muhtaçken, hangi bilginin patentiyle kendini şımartıyor, ilâhlık taslıyorsun?

Ahh efendim, bilginin sahibine öyle muhtacız ki... Bir bilsek, hiç bir yere adımızı kazımaz, hiç bir eseri bizim diye sahiplenmezdik. Bir gün tüm isimler silinecek ve sadece kâinatın sahibinin adı kalacak bu yeryüzünde. Adımızı değil, O'nun adını yüceltmektir esas olan.

Huzurlu, sağlıklı, en önemlisi imanlı bir ömür diliyorum hepinize. Saygılar...