Daha ilk günkü yazımızda “Tarih önemlidir” demiştik sizlere. Fakat arada tarihin tozlu sayfaları arasından sıyrılıp bir parça da olsa latife yapmak gerekiyor insana. Tarihçinin latifesi ne olacak, tabi ki tarihin derinliklerinden kopup gelecektir. Bugünkü yazımız da bu güzel hikaye olsun.

Hattat ile Kadı hikâyesi
Eski zamanlardan birinde bir hattatın davalık bir durumu olmuş ve yolu Kadı Efendinin huzuruna düşmüş -ki, biz bu hattatın ismini bilmiyoruz zira vak’anüvistler hattatın ismini derkenar olarak dahi olsa kaydetmemişler. Bu arada, vak’anüvistler, Kadı Efendinin adının Ahmet olduğunu kaydederler, hatta lakabıyla birlikte tam olarak Gül Ahmet’miş adı. Fakat o an üzerinde yakaları samur kürk kaplı bir kaftan mı, yoksa atlastan bir cübbe mi olduğunu belirtmemişler.  
Neyse, biz geçelim bu kılık kıyafet mevzuunu bir kalem. Hattatın davası görülmüş, neticede Kadı Efendi, Hattatın aleyhine sonuçlandırmış davayı. Hattat Efendi ne yapsın, yargıtaydı, margıtaydı uğraşacak uğraşmasına ama ne usul-ü erkânı bilir ne de buna harcayacak vakti vardır adamın. Bu arada o zamanın Yargıtay’ı da, Şeyhülislamlık Makamıdır, bilesiniz. Zaten Kadı Efendi de yan gözle Hattat Efendiye bakıp duruyormuş ki, devlet kapısına, temyize filan gitmeye. Devlet kapısıyla, defterdarlık, rikab-ı hümayun, kazaskerlik, şeyhülislamlık makamı ve sair makamlarla bir sürü yazışmayla uğraşmaktadır zaten. Ayrıca yazışmalarda kullanılan o doktor reçetesi gibi yazı stili ki, bana üniversite yıllarımda “Arşiv vesikaları” dersimizde en zor gelen türü siyakat yazısı idi. 

Osmanlıca da bir hayli fazla yazı stili mevcuttur. Tabii, dil Türkçe ama harfler Arapça. Kufi, Nesih, Rik’a, Sülüs, Ta’lik, Divani diye uzayıp giderken bir de bunların incesi var, kalını var ve sair, ila ahir…  Bir de, Evrak-ı mühimme daha girizgahıyla bir başlar ki, sormayın gitsin; “Der-i devlet-i mekine, arz-ı dai-i kemine oldur ki. Düstur-ül mükerrem, müşir-ül mufahham, mütemmim-i neham-ı enam, bi rebbi-i saib… diye uzaaar gider. Bu arada bi’l vesile Arşiv Vesikaları dersimize giren değerli hocam Profesör Doktor Mehmet İpşirli Bey’e de sevgi ve saygılarımı sunarak selamlarımı gönderiyorum.

Neyse efendim, Hattat Efendi boynu bükük ayrılır Kadı Efendinin huzurundan fakat bir yandan da içinden der durur: “Kadı Efendi, Kadı Efendiii… Elbet bir gün düşeceksin sen benim elime!..” 

Aradan günler, haftalar, aylar ve dahi yıllar geçer. Kadı Efendi her gün onlarca dava görür, aklında mı kalır hattatın davası, fakat hattat hayatı boyunca o güne kadar tek davaya girmiştir, unutmamıştır ve unutmaya da pek niyetli değildir.

Aradan bir hayli zaman mürur ettikten sonra Kadı Efendi bir gün etrafından eksik olmayan avanesine dönüp der ki:

“Dostlarım, yaş artık kemale erdi, saçımız sakalımız ağardı, Hazreti Azrail’in bize de selam verme vakti yakındır sanırım. İsterim ki, şu dünyadan göçmeden evvel ismimizi yaşatacak, bizi hayırla yâd ettirecek güzel bir hatıra bırakayım geride. Bu konuda fikriniz nedir?” 

Kimisi han yapalım demiş, kimisi hamam, “medrese, cami, külliye yapılmasını telkin edenler de olmuş ama bunların inşası öyle pek kolay değil. Maddi yönden külfetli iş neticede, vezir-i vüzera değil ki, senelik 80-100.000 altın varidatı olsun. Şunun şurasında aldığı ayda 5-600 akçe birşey. Sonuçta Kadı Efendi, bir çeşme yaptırtmakta karar kılmış. 
“İyi de, bu çeşmeye bir de kitabe yaptırtmak lazım” demiş dostlarından biri.
“O kolay” demiş bir başkası. “Ben bir hattat bilirim ki, hemi de şairdir kendisi, bir beyit yazar ki sorma, sonra o beyiti taşa bir çiçek gibi nakşeder, kitabeyi çeşmenin üzerine yerleştirir” deyip şu bizim yıllar önce boynu bükük halde kala kalan hattatı önermiş. 
Değerli okurlarım, bu arada bir hususu belirtmekte fayda mülahaza ediyorum. İçinizde bilenleriniz vardır muhakkak fakat ben bilmeyenleriniz için bir açıklama yapayım. Osmanlıca da kef harfi bazı kelimelerde “k” olarak bazı kelimelerde de “g” olarak okunur. Bu ayrıntıyı sakın unutmayın, yakın zamanda lazım olacak çünkü.
Çeşme yapılmış, ardından hattat ile görüşülüp onun mermere nakşettiği güzel bir beyit de çeşmenin üzerine yerleştirilmiş. 
Gelen geçen, sudan içen kaldırır başını okurmuş yazıyı. 
“Gel gül Ahmet çeşmesinden iç gülab-ı asa su” 
Gel zaman git zaman, bir gün yarı cahil birinin yolu düşmüş çeşmenin başınaaa… Önce uzanıp kana kana içmiş sudan, sonra başını kaldırıp başlamış kitabedeki yazıyı okumayaaa;

“Gel kel Ahmet çeşmesinden iç kılab-ı asa su…”
Efendim, bu güzel hikâyeyi, 80’li yıllarda İstanbul Üniversitesinde, daha birinci sınıfta okurken Osmanlıca dersimize giren çok sevdiğim, değerli hocam Profesör Doktor Cevdet Küçük Bey anlatmıştı, onun ismini zikretmeden geçmek olmaz. Ben bir parça da edebi olarak süsledim hikâyeyi. Kendisine sonsuz sevgi ve saygılarımla sağlık ve mutluluk dolu bir ömür diliyorum. 

Yeni bir yazımızda buluşana dek sizlere de “Sağlıcakla kalın” diyorum…