Evet, güzel bir Peyami Safa şiiridir, başlıktaki cümlenin de içinde olduğu... Fakat bizim derdimiz armutla değil, armutu aşağılamak hiç değil. Olgunlaşmamış ham ruhların, armut faydalığına erişmemiş insanların, kelek bir hayatla çürüyüp gitmesi bizim derdimiz. O hâlde buyurun.

İletişimi kesip; korku, tehtid, her türlü psikolojik ve fiziksel şiddetle sindirdiğiniz, konuşmayı külfet olarak görüp, en kestirme diyalog kalıplarıyla iletişimi monolog kıvamına getirerek yetiştirdiğiniz çocuklar, 60 yaşına da gelseler hayatı ergenlikten kurtulamamış, ne istediğini bilmeyen, aradığını da bulamayan, türlü kaprislerle eşini, çocuğunu, komşusunu, toplumu canından bezdirerek, insanların canını sıkan varlıklar hâline dönüşüyorlar.

İnsan yetiştirmek sanatı dünyanın en zor ve en hassas sanatıdır. Heykel tıraş rikkatiyle ortaya çıkaracağınız eserde, murcunuzu ruhun en derinlerini oymak için kullanırsanız zarar edecek, tokmağınızın ayarını kaçırdığınızda da tüm emeğinizi tuzla buz etmemeniz mümkün olmayacaktır. Ortaya çıkardığınız ‘ucube eserler’ toplumun canını fenâ hâlde sıkacak, bir nefeslik huzurlu yaşamak arzusu da, öncelikle sizin burnunuzdan fitil fitil gelecektir.

Yaşı kemâle ermiş diye düşündüğünüz insanların bir arada olduğu ortamların kapısını şöyle bir araladığınızda atmosferde ki; ya emeklilik maaşı, ya hayat pahalılığı, ya 4.’ncüsünü yeni gömdükleri okey masasına ortak arama telâşı, izlediği dizide bilmem kimin öldüğü ile ilgili baş döndürücü ağır keşmekeş ve leş kokuyu en derinden hissedeceksiniz. Babam; göğü ayakta tutan dengenin, küçüğün kahkahası ve büyüğün gözyaşının olduğunu söylerdi hep… O zamanlar pek bir anlam ifade etmese de şimdilerde tam da kalbimden vuran bu tespit içimi oyuyor. Bir toplumun çocukları ne kadar gülmeye, sevgiye, huzura doyuyorsa, yaşlısı diye tabir edilen önder kimliklerinin de neleri dert ettiği, kalbini ve geride kalan zamanını nerelerde meşgul ettiği, gözyaşını ne için akıttığı, örnek ve şuurlu bir yaşam biçimini, iyiyi, güzeli ve doğruyu konuşmadan bile anlatabiliyorsa, o toplumda huzurun da, kalitenin de olmaması mümkün değildir.   

Etrafınıza şöyle bir göz gezdirin. Özellikle yaşlıları mercek altına alın ve ne kadar agresif, saldırgan, tutarsız, amaçsız yaşadıklarına şahit olacaksınız. Evvelâ dert ettiklerinin kalitesizliği gözünüze çarpacak. İnsan olmanın en büyük gayesi, en yüce dertleri kendisine yoldaş edinmesiyken, toplumun yaşlılarının yürekle tutulur bir derdi yok. Acının yücesi insana yakışırken, mazoşist eğilimleri yaşam biçimi hâline getirip gece-gündüz yakınan profiller yeryüzünün dengesini bozuyor, göklerin öfkesini yağdırıyor üzerimize. Böyle bir hayatın ortasına düşen çocuğun ya da gencin huzursuzluğu, sunî dertlerin peşinden koşan dede, babaanne ve ananelerinin örnek teşkil etmeyen hayatlarına şahit olmasıyla şekillenen toplumsal şuursuzluğun inşası, göğü ayakta tutar mı dersiniz? Örnek alacağı bir model göremeyince toplama hayasızlıklardan oluşturduğu kalıba giren gençten yakınmak hakkını bir de utanmadan kendilerinde gören bu insanlara devlet acil tedavi birimleri oluşturmalı, toplumu toplama ve dizayn etme işine tersten gibi görünse de aslında en olması gereken yerden başlamaları, isabetli bir karar olacaktır.

Gözyaşı ulvî amaçlar için akmayan bu çocuksu yaşlıların psikolojik sorunları, yine yetiştirildiği aile ortamının kalitesizliğinde mevcut. Psikologların sıklıkla başvurduğu çocukluğa inme yöntemi, insan psikolojisinin altında yatan sebeplerin teşhisi adına önemli ipuçları veriyor. Çocukluğunda sevilmemiş, başı hiç okşanmamış, belki de şımarmanın en çok yakıştığı yaşında bu coşkuyu yaşamamış bir yetişkin, fırsatını bulduğu anda huysuzluk yapmayı şımarmak sayacak, bilmediği bir duygunun, zamanında kendisine verilmeyen bu hakkın acısını sağa sola eziyet ederek çıkaracaktır. Ya da sevgiyi tatmak adına olmadık yerlere gönlünü sürtecek, türlü hayasızlıklara kapı aralayacaktır. Ekranların vazgeçilmez ve insanı bu zamana kadar aşağılamanın en görkemlisini yaşatan evlendirme programlarındaki profillere göz gezdirdiğimizde, yakın çevremizdeki manzaraya çok uzak olmadığını fark edecek, ülkenin sosyolojik ve psikolojik ‘yaşlı’ birey tablosunun genellemeye çok yakın bir orana denk düştüğünü göreceksiniz.

Darbesi çok sessiz ama acısı çok gürültülü bir yaşam biçimi anlayışı ile şekillendirilen bireyler olmak, böyle bir kültürün içerisine doğmak bizim keyfimize sunulmuş bir tercih değil. ‘Coğrafya kaderdir” der İbn-î Hâldun. Yaşadığımız toprakları da, üyesi olduğumuz aileyi de seçmek gibi bir şansa sahip değiliz. Bizi biz yapan ahlaki değerler, hayat motivasyonumuzu belirleyen araç ve amaçlar daha biz doğmadan belirlenmiş ve doğumumuzla beraber dâhil olduğumuz bu hazır dünyanın üyesi olarak önümüze sunulan araçlar ve amaçlar sistemine uygun biçimde yetiştirilmek, sadece kendi inisiyatifimize kalmış bir ilişki biçimi değildir. İçinde bulunduğumuz toplumun, bireyi şekillendirme biçimini ele alırsak; her taraftan baskılanmış, evde bilinçsiz anne-babanın, okulda pek de farklı olmayan eğitimcinin, işyerinde tek derdi ‘tamamen duygusal’ amaçlar için her türlü psikolojik şiddete başvuran patronun, bunca stresi yaşayıp eve döndüğünde ister kardeş, ister ebeveyn-çocuk, ister karı-koca, hangi ilişki biçimini yaşıyor olursa olsun birbirinin üzerine ruhunu kusan, öyle ki yüzüne bakmaya bile tahammül edemeyecek kadar nefretle dolu bir atmosferde ömür tüketen insanlarız. Böyle bir hayat yolculuğunun içerisinde yol alıp yaşlanmak, hangi ruhu yormaz ve çirkinleştirmez ki? Birbirimizin hayatlarının cellâdı olup, ömür katletmek adına katiller yetiştiriyoruz.

Evimiz ya da çevremizdeki yaşlıların hayatlarına şâhit olmak bile ruhumuza külfet yüklüyor. Ölümle barışmayan bu yaşlılar hayatla da kavga hâlinde. Kendisini gençlerin gerek giyim, gerek yaşam tarzı ile yarıştıran, ruhunu ve faydalı insan olma çabasını değil de, nefsani isteklerini 18’lik kıvama taşıyan, ömrüne dar gelen gençlik kostümünü zorla giyerek zamana ve hayata meydan okuma yarışını, sağdan soldan pörtleyen ruhunun günah fazlası olarak kustuğu suratından okumak insanı ürkütüyor. Yanına oturduğunuzda ya hayat pahalılığından dem vuruyor, ya oğlundan-gelininden dert yanıyor, ya da dedikodunun dibine vurup sizi de uçsuz bucaksız bir sığlıkta boğuveriyor.

İhtiyarın gözyaşı kupkuru ağacı diriltecek güce sahip değilse, akıttığı gözyaşında tüm toplumu boğacaktır. Çınar ağacı misali gölgesinde dinlenilecek bir hayat yaşamayıp, yaşlandığında zehirli sarmaşık gibi toplumu saran bu bireyler, gençlerden daha fazla sıkıntı oluşturacak, gidişata en azılı gençten bile daha çok zarar verecektir. Böyle bir toplumun içerisinde şekil alan gencin böyle bir yaşlıya dönüşme ihtimâlini de düşünürsek, bu kısırdöngü kırılmadığı sürece ne küçüğün kahkahasını duyacağız, ne de büyüğün hayat veren o gözyaşına şahit olacağız…

Her zaman dile getirdiğim ve çözüm yolunun adresi olarak işaret ettiğim tek mekândır evler. Yarının ihtiyarı, bugün evinizde, kucağınızda yaşıyor ve siz göçüp gittiğinizde toplumu şekillendirecek olan yine siz olacaksınız. Çocuğunuz sizi ölümsüz kılacak. Sizden aldığı terbiye ile yetiştirdiği çocuklar yine sizi yaşatacak toplumda. İnsanın ölümsüzlüğünün bir başka boyutudur bu döngü.

Bırakın zaman zamanlığını yapsın da, yaşlanırken siz de insan olmanın en ulvî hâliyle bu hayattan göçüp giderken gönüllerde hoş bir sada olarak kalın. Toprakta çürüyen kelek değil, gölgesinde dinlenilen çınar olmanız ümidiyle zamanın sahibine emanetsiniz efendim.