İnsanları birbirleriyle kaynaştırmak, sosyal hayatı korumak için İslâm´ın ortaya koyduğu bir takım kaideler vardır. Bunlardan biri de, cemiyetteki sınıf ayırımını ortadan kaldırıcı, zengin-fakir işbirliğini güçlendirici en önemli faktör zekâttır.

Zekât; temizlik, bereket ve artmak demektir. Allah rızası için muayyen bir miktar fakirlere vermektir. Daha başka bir tarifle; belli bir malın, belli bir kısmını, belli yerlere vermektir, de denebilir. Zekâtın verilmesiyle muhtaç olan fakir mala kavuşur ve ihtiyaçlarını giderir. Veren de, Allah´ın bir emrini yerine getirdiği için huzur bulur. Ayrıca zekât insanı cimrilik hastalığından kurtardığı için, yardımlaşma duygusunu geliştirir ve sevgi bağlarını kuvvetlendirir.

İslâm kendi toplumunu iman, ibadet ve sadakayla kuşatmıştır. İslâm hukukunda zekât, mâli sorumluluk içinde ele alınır. Böyle olunca her müslüman kendini diğer kardeşlerine karşı sorumlu hisseder. Fakirlik ve yoksulluğun açtığı yaralar ancak, zekat ve sadakayla sarılır. Kur´an-ı Kerim bu konuya şöyle giriyor; “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe, iyiliğe erişemezsiniz” (Âl-i İmrân,92) Halife Ömer b.Abdülaziz, çuvallarla şeker alıp, sadaka olarak dağıtırmış, kendisine; Sen bunları niçin taşıyıp duruyorsun. Bunun yerine parasını fakirlere versen, olmaz mı? Demişler. O da: Ben şekeri çok severim. Allah sevdiğiniz şeyleri verin diyor. Onun için böyle yapıyorum, demiştir. Halifenin, Allah´ın ayetine uygun davranmak için bu yolu seçtiğini görüyoruz. Günümüzde ise, birçok müslüman sevdiğini değil, daha çok sevmediğini veriyor. Bir kısmı da hiçbir şey vermiyor.

Birçok ihtiyaçlarımız fakir olan kimseler tarafından görülmektedir. Temizlik işçileri, yollarda çalışan ameleler, tarlalarda veya evlerinizde çalıştırdığınız insanların birçoğu fakir kimselerdir. Dolayısıyla fakirler, zenginlerin rahatı için bedenen çalışmakta, böylece kendi rızıklarını da kazanmaktadırlar. Fakirler bu işi yapmamış olsa, her işlerini zenginlerin kendileri görmek mecburiyetinde kalır ki, bu da mümkün olmaz.

Mal çokluğu ve zenginlik, insana insanlığını unutturacak, ahlâki duygularını öldürecek kadar tesirli bir silahtır. Servet gayesinden uzaklaştığı ve gayri meşru kullanıldığı takdirde, dostları düşman, iyiyi kötü, dürüst insanları ahlaksız yapabilir. İşte fakirlerin zenginlere karşı düşmanlıklarını önlemek, muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak için İslâm, zekat gibi önemli bir yardımlaşma kurumunu getirmiş ve zenginlere emir buyurmuştur: “Verdiğiniz zekatlarda Allah´ın rızasını gözetirseniz, kat kat mükafat görürsünüz”(Rum,39) Zekatın verilmesiyle malın artacağına, bolluk ve bereket bulacağına işaret edilmiştir. Kur´an´da Allah tam 32 yerde zekâttan bahsetmektedir. Zekatı yine birçok yerde namaz ile birlikte zikretmektedir.  “Namazı kılın, zekatı verin” fermanıyla, Allah´a kulluk ile cemiyete hizmet kaidesini birlikte işlemiştir. Bundan dolayı zekâtın muntazam verildiği dönemlerde, zengin fakir düşmanlığı görülmemiştir.

Verilen sadakalardan dünyevi bir karşılık beklememek lazımdır. Onların sevabı tamamen Allah Teala´ya havale edilmelidir. Gazali´nin İhya´sında anlattığı şöyle bir olay vardır; Hz.Aişe ve Ümmü Seleme validelerimiz, sadakalarını bir fakire gönderdikleri zaman, onu götüren elçiye, fakirin kendileri için yapacağı duayı ezberlemesini tembih ederlerdi. Elçi döndüğü zaman, fakirin kendileri için yaptığı duayı onlara nakleder, onlar da aynı duayı fakir için yaparlardı. Böylece sadakaya dua ile karşılık yapılmasını sağlar, sadakanın faziletini Allah Teala´ya havale ederlerdi.

Sadakaların gizli olarak verilmesi Kur´an´da tavsiye edilmektedir. Fakirlerin eziklik duygusuna kapılmaması, rencide edilmemesi, veren kişinin de gösterişten korunması için bu yol tavsiye olunmuştur. Bunun yanında, açık olarak verilmesi diğer zenginleri sadakaya teşvik etmek olacağından da mahsurlu görülmemiştir. Ama gizli vermek, takvaya daha uygun düşmektedir. Çünkü Kur´an; “Sadakaları başa kakma ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.”(Bakara,264) Sadakayı verirken ve verdikten sonra, alan kişiye bunu hissettirmeyin. Onları minnet altında bırakmayın. Onurlarını kırmayın. Onları rencide etmeyin  deniliyor. Bazı zenginler, zekât verince mallarının eksileceğini, hatta fakirleşeceklerini zannederler. Kalplerinde hırs ve tamahkârlık onları bu güzel ibadetten alıkoyar. Böyle zenginler, aslında gerçekten fakirdirler. Çünkü en büyük fakirlik, bir kişinin iman nurundan yoksun bir kalbe sahip oluşudur. Bu sebeple zekât, güzel bir iman örneğidir. Zekâtını gönül huzuruyla verebilen bahtiyar zenginlere ne mutlu.

Halife Abdülmelik zamanında bir hadiseden bahsedilir. Çocuklarına bayramlık alamayacak derecede fakir bir zat, Halifeye gider, durumunu anlatır. Halifede ona yetecek miktarda para verir. Henüz evine gelir, daha çarşıya çıkmadan kapısı çalar. Bakar ki, bir dostu kendisinden para istemektedir. O da çocuklarına bayramlık almak istemektedir. Hiç düşünmeden halifenin kendisine verdiği parayı, gelen arkadaşına uzatır. Gözlerinin içi gülen arkadaşı sevinçle kendi evinin yolunu tutar. Fakat garip bir rastlantı ki, o da bir arkadaşıyla yolda karşılaşır. O da aynı dertten muzdariptir, o da yardım ister. Biraz tereddüt ettikten sonra, henüz elinde daha açıp bakmadığı keseyi arkadaşına uzatır. Buyur kardeşim al bu parayı da çocuklarını sevindir, der. Bu şahıs da evine gelir. Daha çarşıya çıkmadan bununda kapısı çalınır. Bir tanıdığı borç istemektedir. O da gelen kişiye elinde henüz kullanmadığı parayı verir. Parayı alan kişi (daha önce gelen arkadaşına yardım etmiş ve tekrar başkasından yardım istemiş olmalı ki)  evine gelip keseyi açınca, ne görsün; bu kese az önce kendisinin arkadaşına verdiği kesedir. Dört fakirin elinden yine aynı kişiye geri dönmüştür. Hepsi de sadaka sevabı kazanmışlardır. Ve bu durum Halife Abdülmelik´e anlatılır. Kendisi sıkıntı içinde iken, arkadaşını düşünen fakirlerin hali halifeyi çok duygulandırır. Her birini, bir kese altın vererek, ödüllendirir.

Zekâtı kimler vermelidir. Şartları nelerdir. Kısaca değinelim. Müslüman olan, akıllı olan, büluğ çağına gelmiş, hür olan kimselerden Nisab miktarı bir mala sahip olup, üzerinden bir yıl geçmiş olunan malları var ise, zekâtlarını vermelidirler. Ancak bir insanın “havaici asliye” dediğimiz, zaruri ihtiyaçlarından zekât verilmez. Bunlar, kişinin oturduğu evi, evindeki eşyaları, evinin kütüphanesindeki kitapları, bindiği vasıtası.. zekâta girmez. Bunlardan zekat verilmesi gerekmez.

Zekât verilen yerleri Kur´an´ımız Sekiz sınıf olarak belirtmiştir. Bunlar; Fakirler, miskinler, zekat toplama memurları, Müellefe-i Kulub, Köleler, Borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolculardır. Ancak zekatın verilmediği yerlerde vardır ki, bunlarda; Gayri müslimler, Cami, okul, yol gibi inşaatlara, Zenginlere, Eşler birbirlerine, Usul ve furua verilmez.

Nisab miktarı demek; Zaruri ihtiyaçlarını temin ettikten sonra bir kişi, 80 gram tutarında altın, buna eş para ve dövize sahip ise, Bu paraların üzerinden de bir tam yıl geçmiş ise, bu miktarın 40/1 oranında zekâtı hesaplayıp vermelidir. Hisse senetleri ve bonolar ticaret malı gibidir. Bir yıl geçince onlarında zekâtı verilmelidir.

Ebu Zer Gıffari hazretleri, günlük nafakadan başka bir mal biriktirmezdi. Evinde ise, abdest aldığı küçük bir su kabından başka bir eşyası yoktu. Bir gün dostlarından biri onun evine geldi. Bu hali görünce hayretle şöyle dedi;

-Ey bakış ve ince görüş sahibi! Evinin eşyaları nerede?

Ebu Zer bir tebessümle şöyle cevap verdi;

-Öteki evime gönderdim. Yani ahirete gönderdim.

Adam; -İyi ama, burada da bazı şeylere ihtiyacın var.

Ebu Zer;- Buranın ihtiyaçları çabuk geçer. İleride öyle günler olacak ki, akıl bile hayretinden şaşıp kalacaktır.

O sahabi böyle bir hayatı tercih etmişti. Sadece kendi böyle yapmakla kalmaz. Halkıda buna teşvik ederdi. Beytül Mâl´den hissesine düşen dörtyüz dinarı aldığı gün, son kuruşuna kadar fakirlere dağıtırdı. “Elinizde sakladığınız her kuruş, sahibi için bir ateş parçasıdır.” hadisini çok söylerdi. Neticede hayatımız gelip geçici değil mi? Yunusun ifadesiyle;

Ana rahminden geldik pazara,

Bir kefen aldık döndük pazara.

Dünya hayatı aslında böyledir. Ama insanın dünyalık şeylere de ihtiyacı var. Özetle; Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çabalamak, en uygun düşen bir davranış biçimi olmaktadır.

Davud-u Tâi hazretleri çok cömert bir insandı. Yaptığı ikramlar, verdiği sadakalar herkesçe bilinmekteydi. Bir gün dostları ona ne kadar cömertsin. Hiç kimseyi boş çevirmiyorsun? Senden daha cömert kimse var mı? Dediler. O da; Var, dedi. Ve anlatmaya başladı. Bir gün yolculuk esnasında bir akşam vakti bir köye misafir olduk. Köyün en fakir adamı bizi misafir etmişti. Bize sofra kurdu. Ve koyun eti ikram etti. Yemeği yiyip, karnımız doyunca, ben teşekkür edip, ona dua ettim. Gönlü olsun diye koyunun böbreklerini de pişirmişsin. Afiyetle yedik. Çok güzel olmuş dedim. Ev sahibi izin isteyip ayrıldı. Tahmini bir yarım saat sonra tekrar geldi. İki böbrek daha pişirip getirmişti. Niçin böyle yaptın. Biz zaten doymuştuk. Buna hiç gerek yoktu, dedim. Ama bizim yememiz onu çok mutlu ediyordu. Ve onu da yedik. Sonra, bize dedi ki, Misafiri memnun etmek, Allah´ı memnun eder. Bende kendisine kaç koyunu olduğunu sordum. O dedi ki; 2 tane idi. Şimdi ise hiç kalmadı. Yani iki koyununu da bize kesip ikram etti. Bende onun bu haline çok duygulandım. Kendimi tanıtıp, Ona içinde yüzlerce koyun bulunan büyük bir sürüyü bağışladım. İşte bu müslüman benden daha cömert dedi. Bunu işiten Davud-u Tai´nin yanındakiler. Gördün mü? O sana iki koyun verdi, sen ona yüzlerce verdin. Yine de sen daha cömertsin dediler. Ama Davud; Onun bütün serveti iki koyundu. O bütün servetini verdi. Ben ise birçok sürümden birini verdim. O benden daha cömert dedi.

Bir akşam sohbetinde, hanımları Hz. Peygambere; -Ya Resulallah! Senin vefatından sonra, en önce hangimiz sana kavuşacağız? diye sordular.

Hz. Peygamberimiz de; - Eli uzun olanınız, diye iki manaya gelebilecek bir cevap verdi. Bunun üzerine, ellerine çubuk alan annelerimiz, birbirlerinin ellerini ve parmaklarını ölçmeye başladılar.  Bu hesaplar sonunda aranan hanımın Hz. Sevde (r.he) olduğu anlaşıldı. Sonra öğrendiler ki, eli kolu uzun demek, çok sadaka veren, eli açık kimse manasına gelmektedir.(Günümüzde eli uzun sözü hırsızlık yapan kişiler için de kullanılmaktadır. Ancak bu hadiste kastedilen mana bu değildir.)  Peygamberimizin vefatından sonra, O´na ilk kavuşan da yine çok sadaka vermesiyle ünlü olan Hz. Sevde (r.he)  oldu.

 

Sevgili peygamberimizin sadaka ile ilgili söylediği hadislerden bir kısmını sunmaya çalışalım;

“Allah´ı zikretmeniz, Allah´dan af dilemeniz sadakadır.”

“Namaza giderken atılan her adım sadakadır.”

“İyiliği emretmek, kötülüklerden sakındırmak sadakadır.”

“İki kişi arasında adaletle hükmetmek sadakadır.”

“Mazluma yardım etmek sadakadır.”

“Ata binene, yükünü yükleyene yardım etmek sadakadır.”

“Tatlı dil, güler yüzlü sözler söylemek sadakadır.”

“İnsanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak sadakadır.”

“İnsanın ailesine, çoluk çocuğuna yedirip içirdiği sadakadır”

“Mü´minin mü´min kardeşine tebessüm etmesi sadakadır.”

Kısacası, mü´minin bütün güzel davranışları Peygamberimizin ölçülerine göre sadaka kabul edilmektedir.  Çünkü sadaka ilk bakışta sadece, para ve maldan verilir gibi bilinmektedir. Oysa bu hadisler, sadakayla ne kadar iç içe olduğumuzu bize bildirmektedir. Yine Peygamberimiz; “Asıl zenginlik, mal zenginliği değil, gönül zenginliğidir” buyurur. 

 

 

 

Şair bu konuda şunları söyler;

Veren el, alan elden üstün buyurdun,

Bunu bütün kullarına duyurdun,

Sonra da onların seyrine durdun,

Zekât şuuruyla sana..Sana yöneldim.

            Fakir fukaranın dik başlarını,

            Seyrettim onurlu savaşlarını,

            Bir yetim yavrunun göz yaşlarını,

            Mendil mendil sildim.. Sana yöneldim.

Vermekle bitse de, dünya nimeti,

Verdikçe artıyor, gönül serveti,

Nefsime zor gelen, bu ibadeti,

İbadet bildim de..Sana yöneldim. (C.Numanoğlu)

 

            Bugün çay içerken ağzına gelen çöpü, dil yordamıyla bulup, mideye indirmeden dışarıya atan insan, nasıl olurda, hak etmediği birçok şeyi haram yoldan midesine indirir. Zekât servetin vergisi, fitre ise bir baş vergisidir. Zekâtı verilmeyen bir malın içindeki fakirin hakkı olan miktar, balığın içindeki kılçık gibidir. Nedense birçok zengin, balığı kılçığı ile yemeye çalışıyor. O zekâtı vermekten kaçınıyor.

Yüce Rabbimiz, bizlere infak etme, ikram etme, başkalarını düşünme hasletlerini lutfeylesin. Bizleri açlıkla, kıtlıkla, yoklukla, bilemediğimiz sıkıntı ve afetlerle karşılaştırmasın. Fakiri, yetimi ve muhtaçları gözetebilenlerden olmamızı nasip eylesin. Yapabildiğimiz, her türlü hayır ve sadakaları en güzel bir şekilde kabul buyursun.