Mehmet Yurdakul: M Fatih Öztürk kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz.

M Fatih Öztürk: 07 Temmuz 1964 tarihinde İnegöl'de dünyaya geldim. Şansa, uğura inanmam fakat hayatım boyunca hep sevdiğim bir rakam olmuştur "7"

İlkokulu İnegöl'de, Sinanbey İlkokulunda okudum, ardından girmiş olduğum Devlet Parasız Yatılı Okullar sınavında başarılı olarak Sakarya Arifiye Öğretmen Lisesi'ne kaydımı yaptırdım.

Mehmet Yurdakul: Ana-babanızdan uzakta, gurbette okumak nasıl bir duyguydu?

M Fatih Öztürk: Çok güzel yıllardı o yıllar, aynı zamanda çok da zor yıllardı. O dönemde üniversitelerimizde olan olayların benzerleri bizim okulda da gerçekleşiyordu. Bugün samimi dost olduğumuz arkadaşlarla içinde bulunduğumuz sağ-sol çatışmaları, kavgalar, okulumuza yapılan jandarma baskınları ve ardından 12 Eylül!..

Bugünkü aklım olsa gider miydim o okula? Evet, gözüm kapalı giderdim. Devletimiz bizim yeme-içme, barınma, hülasa her ihtiyacımızı karşılamıştı o dönemde fakat bundan daha güzeli, o dönemde çok iyi bir eğitimci kadrosundan oluşan ve her biri bizim öğretmenimiz olmaları yanında anamız, babamız, ağabeyimiz olma vasfındaki öğretmenlerimizin elinde bugün çoğu özel okulda olmayan bir eğitimle çok kaliteli bireyler olarak önce üniversiteye, sonrasında da hayata atıldık.

Mehmet Yurdakul: Üniversite yıllarınızdan ve gençlik yıllarınızdaki hayata bakış açınızdan bahseder misiniz..

M Fatih Öztürk: Üniversite eğitimime Ankara Üniversitesi İlahat Fakülesinde başlamış olsam da "Senden Müftü olmaz birader" diyerek hazırlık sınıfının ardından bir sonraki yıl -Sene 1983- İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne geçiş yaptım. Fakat, İlahiyat Fakültesindeki hazırlık sınıfında gördüğüm Arapça dersleri sayesinde Tarih Bölümündeki Osmanlıca derslerimizde sınıf arkadaşlarımın çoğundan birkaç gömlek üstte olma vasfına sahip olmuştum. Osmanlıca hocamız sınıfa girip selam vermesinin ardından ilk sözü, bana hitaben; "Kalk bakalım, şu sayfadaki metni tahtaya yaz da, derse başlayalım" olurdu. Tabii, daha birinci sınıftan itibaren arkadaşlarımın ifadesiyle hocamızın asistanı olmuştum.

Cengiz Aytmatov'un bir sözü vardır; "Her insan kaderinin peşinde koşar ve her kader sahibini arar" der bir eserinde. Ben hayatım boyunca belli bir hayat tarzını kabullenip sessiz, sakin bir hayatı sürdürmek yerine hep farklılıkların, farklı renklerin, sıradışılıkların peşinde koşan birisi oldum. Bu biraz çılgınca bir şeydir, hatta biraz değil bayağı çılgınca birşey. Daha üniversite yıllarımdan itibaren, rutin olandan duyduğum rahatsızlık ve tatminsizlikten olsa gerek, başkaları için garip, anlamsız, çılgınca gelebilecek davranışlar ve yönelişler sergilediğim vakidir.

Üniversiteden mezun olduğumda kazanmış olduğum öğretmenlik hakkımı gözardı ederek tayinimi istememiştim. İşin doğrusu, daha üniversitedeki ilk yılımda öğretmenlik yapmama kararı almıştım. Üniversitede kalıp akademisyen olma niyetindeydim fakat her ne kadar bir defa okumakla girdiğim sınavlardan 70-80 alıp geçmeme yetse de 3. sınıftan itibaren içinde yer aldığım tiyatro faaliyetleri benim branşımla ilgili okul harici akademisyenliğe hazırlık çalışmalarımı engelleyip eksik kalmama sebep olacaktı.

Mezun olduğumda önümde iki şık vardı. İlki Başbakanlık Devlet Arşivleri Uzmanlık sınavı, ikincisi ise TRT Yardımcı Prodüktörlük sınavı idi. Özellikle TRT'de görev alabildiğim takdirde ne kadar zengin bir dünyanın içine gireceğimi gayet iyi biliyordum. TRT ile ilgili sınavlarda ikinci aşamada elendim. Devlet Arşivleri ile ilgili olanda ise kazanan arkadaşlarım arasında ilk yüzde onluk dilime rahatlıkla girebileceğim halde mülakatı kaçırdım. Bu benim için üzücü bir durumdu çünkü gerek akademisyenlik fırsatımı harcamam gerekse diğerlerindeki başarısızlığım ve mülakatı kaçırmış olmam benim kültürün başkenti olan ve aşığı olduğum bir şehirden, İstanbul'dan kopup ayrılmama sebep olacaktı.

Yaklaşık 25 yıl sürecek olan İnegöl Mobilya Sanayiindeki hayatım bu noktada başlayacak olsa da şüphesiz bu zaman diliminde sanattan, edebiyattan ve sosyal faaliyetlerden de kopmayacaktım. Tiyatro organizatörlük faaliyetlerim, İnegölspor'da iki sezon yöneticilik deneyimim, Vücuda getirilmiş dört eser, son dönemimde ise Bursa Büyükşehir Belediyesinde Kültür Merkezi Müdürlüğü ve Program Yapımcılığı görevimle de kültür ve sanat ile ilgili hayatımın henüz doruk noktası olmasa da üst basamaklarına çıkmış olacaktım. Bu son Kültür Merkezi Yöneticiliği dönemimde en büyük kazanımım ise kozmopolit bir yapıdaki kültür, sanat ve edebiyat aşığı geniş bir arkadaş topluluğuna sahip olmamı ve kafamdaki projelerin en azından yarıdan çoğunu gerçekleştirmemi sağlaması, daha sonra diğer birimlerimizce gerçekleştirilecek olan birkaç projeye de fikir babası olarak katkıda bulunmuş olmam olacaktı.

Hayatım boyunca hasbelkader yaşadığım her güzellikte O'nun imzası vardı ve yaşadığım hayal kırıklıklarım ise benim kendi yönelişlerimden ibaretti. Hülasa, geniş zamanda şunu görecek ve söyleyecektim kendime. Rabbim bana diyordu ki; "Ey kulum, sen ne diye hayatınla ilgili plan yapıp duruyorsun ki, ben senin hayatını en güzel şekilde planlıyorum zaten"

Kaderimiz diyoruz. Kader, bizim Allah'ın bize takdir ettiğini yaşamamızdan ibaret midir yoksa bizim cüz'i irademizle aldığımız kararlar doğrultusunda gerçekleşen fiillerimizi Allah'ın halk etmesi midir? Çevremizdeki insanların bu kadere dahli nedir ya da biz onlarınkine ne dereceye kadar etki eder, dahil oluruz. Biz var olduğumuz için mi çevremizdeki insanlar ve diğer varlıklar mevcuttur. "İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar" deniliyor, o halde beş duyuyla ve dört boyutla yaşanan simüle bir hayatın, bir rüyanın içinde mi yer alıyordum ben. Ya beni zaman zaman yönlendiren ve harikuladelikler içerisine sokan o his. O harikuladelikler için Rabbimin bana bir lütfu demeliydim şüphesiz.

Mehmet Yurdakul: Yazarlık hayatınız nasıl başladı?

M Fatih Öztürk: Şiirle tanışmam ortaokul yıllarıma dayanır fakat bir şair olarak şiirin dünyasına adım atışım lise ikinci sınıfta başlar. Sonrasında Üniversite yıllarımda İbrahim Sadri ile başlayacak olan dostluğumuz -tiyatro ekibinde de birlikte yer alacaktık- şiire yönelişimde etkili olacak, ayrıca tiyatro faaliyetlerimizin bize sağladığı bir ayrıcalıkla sohbetlerine katılma imkânı bulduğumuz devrin ünlü şair ve yazarlarından eserleri yanında sohbetleriyle de istifade etme fırsatını bulacaktım.

Benim kendi yazım serüvenimden yola çıkarak tanımını yapacak olursam, yazarlık şiirle başlar, hikâye ile devam eder ve romancılıkla doruk noktasına ulaşır. Tabii bu demek değildir ki sadece şiirle ya da hikâyecilikle uğraşan yazarlarımız eksik kalmıştır. Tam tersine, onlar benim atlayıp geçtiğim süreçlerde durup olgunlaşarak şiirse şiir,hikâyeyse hikâye, içlerindeki cevher nispetinde kendi sahalarının üstadlarından olacaklardır. Meselâ bir İbrahim Sadri, şiirde ustadır, mükemmel bir oyuncudur ve imrendiğim fakat asla kıskanmadığım harika bir hitabete sahip bir dostumdur. Şimdi ATV'de boy gösteriyor, Anchorman sözüne teşbih yapıp "Haykırmen" oldu diyorum ben ona. Hikâyecilikte ise günümüz hikâyecilerimizden Mustafa Kutlu'nun eserleri her zaman gönlümün baş köşesinde olmuştur. Tabii geçmişten ve günümüzden daha bir çok yazarımız var beni etkileyen.

33 yaşıma geldiğimde şiir ve hikaye safhasını ikmal edip artık roman yazma sanatının kapısını aralamıştım. Roman yazmak zordur, iyi bir dil, iyi bir gözlem yeteneği yanında dönem romanları yazmam sebebiyle ele aldığım dönemin olgunlaşmış olması gereken bir tarih bilgisine sahip olmam benim şüphesiz olmazsa olmazlarımdandı. Olaylar örgüsünü çözebilmek için görüşmem gereken tarihe tanıklık eden şahsiyetler yanında mekanları bilmem açısından da yurt içi ve yurt dışı seyahatler gerçekleştirmem de kaçınılmaz olacaktı.

Yazım safhasına 35 yaşımda başladım. İlk birkaç bölümünü yazdıktan sonra üniversite yıllarımda tanışmış olduğum şair ve yazarlarımızdan birisi olan rahmetli Mustafa Miyasoğlu ağabeyimi aradım.

Ona Üstad Necip Fazıl'ın bir hatırasını anlatmıştım önce. Hikaye şudur. "Üstada bir gün hayranlarından birisi gelir ve yazmış olduğu şiiri sunarak, "Üstadım bir bakın hele, bende cevher var mıdır?" der. Necip Fazıl şiiri okuduktan sonra adama ne iş yaptığını sorar. Adam; "Demirciyim efendim" der. Üstad cevaben adama; "Sen mesleğini yapmaya devam et!" der.

Bu hikâyeyi anlatıp demiştim ki; "Abi, ben roman yazmaya başladım, bir bölümünü size göndereyim de bir bakın hele, yazmaya mı devam edeyim yoksa mesleğime geri mi döneyim"

Üç gün sonra aradı beni ve dedi ki; "Roman yazmanın olgunluk yaşı otuz beştir. Bu yaşa kadar okunacak eserler yanında gözlemleriyle de iyice olgunlaşır insan. Güzel bir başlangıç yapmışsın, ben sana özel dersler vereyim"

O gün yazarlık sahasında TSE belgemin tescillendiği gün olacaktı. O günden beri yazım hayatımı sürdürüyorum.

Mehmet Yurdakul: Eserlerinizle ilgili kısa bir bilgi alalım sizden.

M Fatih Öztürk: Öncelikle yazım aşamasından sonra eserimin yayınlanma safhasıyla ilgili önemli bir ayrıntıyı dile getirmeliyim. Evet, bir eser vücuda getirilmiştir ve bu yayınlanıp okura sunulacaktır fakat benim düşünce yapıma göre bu eseri basacak olan yayınevi emeğimin karşılığı olmak üzere bana telif ücretimi de ödemeliydi. Bu süreç "Uçurum" isimli eserimin tamamlanmasının ardından bir yıl kadar uzayacaktı fakat ikinci eserim olan "İngiliz Kemal" ile birlikte iki eserim birden Ankara'da bulunan Berikan Yayınlarında aynı zaman diliminde baskıya girecekti. Her iki eser de kısa bir süre sonra ikinci baskıyı da yapacaktı.

Üçüncü eserimin ismi sanki benim iç dünyamdaki karmaşıklığı yansıtıyordu dış dünyama.

"BİN900YETMİŞ4"

İlk iki eserimin ardından artık Yeditepe Yayınları ile devam edecektim yoluma. Aynı yayınevinin yazarı olsak da Erhan Afyoncu ya da Tufan Gündüz hocaların seviyesine çıkmam için bir hayli yol kat etmem gerekecekti. Çünkü, içinde pişip olgunlaşacağım bir şehirden, kültürün başkentinden uzak kalmıştım. Neticede Ankara'da düzenlenen bir kitap fuarında yan yana otururken ben bir kitap imzalayana kadar Tufan Gündüz Bey 10 kitap imzalayacaktı. Gerçi onların çalışmaları akademik tarzdaydı, benim eserlerim ise her ne kadar gerçek olaylardan ibaret olsa da tarihi roman vasfındaydı.

İlk eserim olan UÇURUM, II.Abdülhamid döneminde yaşamış bir polis müfettişinin maceralarından ibaret olup arka planı gerçek olaylara dayalı olan hayali bir kahraman ve hayali karakterlerden oluşuyordu. İkinci eserim ise İngiliz Kemal olarak bildiğimiz ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir mensubu olan ünlü Türk casusumuz Ahmet Esat Tomruk'un hatıratından ibaretti ve bir dostumun akademik çalışmasına dayalıydı. Romanı ben yazmış olsam da onun çalışmasına dayalı olduğu için eserin kapağında her ikimizin de müstear isimle -Tarık Balioğlu & M Fatih Öztürk- yer alması gerekiyordu ve artık ben ilk eserim hariç yazarlık serüvenime bu isimle devam edecektim.

Beni tanıdığınızı farz ediyorum. Nüfus belgemde yazılı ismim Fahrettin Öztürk'tür. Tarık Bey ise E.Albay Dr Zekeriya Türkmen'dir. Kendisi hal-i hazırda 29 Mayıs ve Milli Savunma Üniversitelerinde dersler vermeye ve ordumuz için yeni komutanlar yetiştirmeye devam etmektedir.

Üçüncü eserim "BİN900YETMİŞ4", Kıbrıs Barış Harekatında Mağusa savunmasını yapan Üsteğmen Oğuz Kalelioğlu ile birlikte Kıbrıslı Mücahit kahramanlarımızın romanıydı fakat tam olarak bir savaş romanı diyemeyiz o esere. Genelkurmay tarafından özel bir eğitimin ardından Engin Alan Paşanın da içlerinde bulunduğu 39 subay arkadaşıyla birlikte Kıbrıs'a gönderilecekti Oğuz Bey. Kıbrıs Barış Harekatından 10 ay önce Kıbrıs'a gönderilen Oğuz Üsteğmen 20 Temmuz 1974'teki çıkartma harekatı başlayana kadar Mağusa halkı tarafından Mağusa Namık Kemal Lisesine gönderilmiş ve Sadi Oğuz takma ismini kullanan bir Tarih öğretmeni olarak bilinecektir. Onun gibi diğer subaylarımız da ya öğretmen ya da banka müfettişi kimlikleriyle bilinecekler, onların asli görevlerini ise sadece eğittikleri mücahitler bilecekti.

Son eserim olan "DM357" ise 1992 sonbaharında gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi Tatbikatında elim bir kaza diye deklare edilen fakat gerçekte ise kasıtlı olarak gerçekleştirilmiş olan bir füze saldırısıyla vurulacak olan TCG Muavenet gemimizin vurulması olayını, öncesi, olay anı ve sonrasıyla anlatan bir eserdir. Bu eserimi yazmaya başladığımda çok şanslı hissediyordum kendimi. Çünkü, gemimizin vurulması olayından yaklaşık üç yıl önce kısa dönem er olarak beş ayı aşkın bir süre bu gemide görev yapacaktım ve bu süre boyunca gemideki sosyal hayat yanında geminin sahip olduğu teknik özellikler ve silah sistemlerini de öğrenme imkânım olacaktı. Olay anı ile ilgili olarak da gemi komutanımızın şehit olmasının ardından komutayı ele alan E.Albay Meftun Bey başta olmak üzere, bir kısmı ile aynı dönemde görev yaptığımız subay ve astsubaylarımızla görüşüp bilgi ve belgeler edinecektim. Daha sonra Kültür Merkezlerimizden birisinde bu subay ve astsubaylarımızın katılımıyla "TCG Muavenet Olayı" başlığıyla bir program da gerçekleştirdim.

Bu son eserimle ilgili ilginç bir durum tezahür etmiştir. Eğer ben askerliğimi TCG Muavenet gemimizde yapmış olmasaydım büyük bir ihtimalle böyle bir eser ortaya çıkmayacaktı. İnsanlar, hayatları boyunca geçmişte yaşadıkları her olayla birlikte gelecekte bir yerlere hazırlanmaktadır. Bu olaylar her ne kadar zaman zaman birbiriyle alakasız bile görünseler birbirinden bağımsız değildir ve her biri bir zincirin halkasıdır. Geçmişimiz bizim geleceğimizin bir alt yapısıdır ve ben 'Bakalım ne olacak' diyerek bazen fütursuzca içlerine daldığım farklılıkların bana kazandırdıkları çerçevesinde hani hep 'vardır bir hikmeti' deriz ya, Rabim beni yaşadıklarımla aslında bir yerlere hazırlamakta diyecektim.

Şu anda KÜHEYLAN isimli bir roman çalışmam yanında akademik tarzda bir eser olacak olan MUHTASAR KIBRIS TARİHİ ismiyle yayınlamayı düşündüğüm iki eser üzerinde çalışmaktayım.

Mehmet Yurdakul: Yazarlık sürecinizde başınızdan geçen ilginç gördüğünüz bir hatıranızı anlatır mısınız bize.

M Fatih Öztürk: Hatıra çok, istemediğin kadar. Ben oldukça ilginç bulacağınıza emin olduğum bir tanesini anlatayım size.

2016 yılının ilk aylarıydı. "BİN900YETMİŞ4" isimli eserim tamamlanmış, Yeditepe Yayınlarında baskıya girecek. Eserin ana kahramanı Oğuz Albayım aradı ve "Genelkurmay Başkanlığı ile Kültür Bakanlığının ortak bir çalışması olarak TRT ekranlarında yayınlanmak üzere bir dizi çalışması başlatılıyor. Yönetmen kadrosu ve maddi tahsisat onaylanıp oluşturuldu. Dizi ile ilgili hemen bir senaryo çalışması hazırlayıp Kültür Bakanlığına gönder" dedi. Kendisine; "Oğuz Albayım, malumunuz benim tiyatro oyunculuk geçmişim de var, eserimdeki karakterlerden birisini de ben canlandırmak istiyorum" dedim. "Olur tabii, yönetmen arkadaşla görüşüp onu da hallederiz" dedi. Senaryoyu yazıp Kültür Bakanlığına gönderdim. Kısa bir süre sonra da İstanbul'da askeri Müze'de görevli bir Albay arkadaşım arayıp

Genelkurmaydan kendilerine yazı geldiğini ve bizim dizi çalışmasının yönetmen ekibi için müzede bir çalışma odası tahsis ettiklerini söyledi. Fakat malumunuz, 15 Temmuz 2016'da benim "Hilkat garibesi bir darbe teşebbüsü" diye nitelendirdiğim olay vuku bulunca bizim dizi film çalışmamız da maalesef rafa kaldırıldı.

Mehmet Yurdakul: Yazarlık üzerine yönelen gençlerimize söyleyecekleriniz nelerdir.

M Fatih Öztürk: Öncelikle iyi bir Türkçe eğitimi ile dile olan hakimiyet olmazsa olmazımızdır. Edebiyatımızın her dönemini okuyup incelesinler. Bir Osmanlıca bilgisi bile dilinizi ne kadar zenginleştirecektir bunu tahayyül bile edemezsiniz. Bunun yanında iyi bir gözlem yeteneği ve süreci, olayları etüd etmede beceri ve bol bol da kitap okumayı tavsiye ediyorum gençlerimize. Ayrıca sadece kendi yazarlarımız değil, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Shakespeare -Şeyh Piiirrr değil- ilh. yabancı yazarları da mutlaka takip edin... Özellikle daha ortaokul döneminden şiir ve kompozisyona yönelmeleri, hikâye yazma girişimleri yanında teatral eserler yazma çalışmaları da gençlerimize bu yolda önemli gelişme ve ilerleme imkanı sunacaktır. Bunun yanında Türk Halk Müziğimiz ve folklorumuza da yönelmeleri bir süre sonra iç dünyalarının ne kadar çok zenginleştiğini gösterecektir onlara. Bu yola girenler zaman içinde kendi ilerlemelerini gözlemleyecekler, her şiir, kompozisyon ve hikayelerinin ardından geri dönüp eski yazdıklarına göz attıklarında onları kendilerinin de beğenmeyeceklerine şahit olacaklardır. Bu aslında onların tekamüllerinin bir getirisidir ve her yazdıklarıyla birlikte bir önceki yazdıklarına göre biraz daha ilerleme kaydettiklerinin göstergesi olacaktır. Bu arada, yazım tekniğinde okudukları yazarları taklit etmekten ziyade kendi üsluplarını oluşturmaları gerektiğini de unutmamalıdırlar. Ayrıca, ütopik tarzda kitaplar okumayı da ben pek tavsiye etmem.

Ben, kalemi her elime alışımda -artık bilgisayarımızı alıyoruz kucağımıza- bu dünyadan soyutlanır ve gizli bahçeme geçiş yaparım. Bazen 12 saate kadar ulaşan aralıksız yazdığım ya da olaylar örgüsüne kafa yorduğum günlerim olurdu. Sevdiğiniz bir uğraşla meşgul oluyorsanız bu sizi yormaz, hatta bir noktadan sonra zihni melekeleriniz o kadar gelişiyor ki yazmaya ara verip bir sigara içimi balkona çıktığımda hala yazdıklarımın etkisiyle mekanları bildiğim için adeta bir film makinesinin kadrajından olayların içerisinde yer aldığımı, sadece müdahale edemediğimi görüyordum. İşte, o gizli bahçenizin arka fonu sizin gizli dünyanızın zenginlikleridir. Okurlarınız eserinizi okuduğunda sizin çizdiğiniz dünyanın içine girebildikleri, sizin çektiğiniz o filmin aynısını yazdıklarınızda görebildikleri oranda eserleriniz değer kazanacaktır.

Şunu bilin ki, hiç bir meşhur yazar yoktur ki kötü bir eseri olmasın. Benim okuduğum eserler arasında daha ilk 30-40 sayfasını okuyup sonra fırlatıp attığım meşhur yazar sayısı az değildir fakat o yazarlar arasında eserini iki defa okuma ihtiyacı hissettiklerim de mevcuttur. Bununla ilgili bir örnek verecek olursam, bir gün TRT'de prodüktör olan ve aynı zamanda bir yayınevinin editörlüğünü de yapan rahmetli dostum Servet Somuncuoğlu ile bir sohbetimizde ona Orhan Pamuk'un Beyaz Kale isimli romanını okumaya başladığımı fakat daha üçte birini bile okumaya tahammül edemeyip bir kenara attığımı, bu eserini onun diğer eserleri yanında çok acemice yazılmış bir eser olduğunu söylemiştim. "Dostum, bir yazar bir eseriyle meşhur olur, kitap satışları patlar, yayınevi de kendisinden yeni eserler ister, o da acemilik döneminde yazılan eserini göndermiş olsa bile o eser de o rüzgarda rekor satış yapar" demişti bana.

Son bir söz. Şiir ve kısa hikâyeleriniz için söylüyorum bunu, yazdıklarınızı yayınlamasalar bile yerel ve ulusal dergilere göndermekten bıkmayın. İnternet sayfalarındaki şiir köşelerini boş verin. Matbu dergilere, gazetelere gönderin. Eğer sizde bir cevher varsa birgün mutlaka keşfedileceksinizdir. Fakat, şu hataya da asla düşmeyin. İster şiir ister hikâye kitabı ya da roman olsun, eserinizi asla kendi

paranızla bastırtmaya kalkmayın. Kolay değil, fakat imkansız da değil. Ben öyle gençler gördüm ki, benim 35 yaşımda ulaştığım noktaya henüz yirmili yaşlarında ulaşma cevherine sahiptiler.

Mehmet Yurdakul: Bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyorum, bundan sonraki çalışmalarınızda da size başarılar diliyorum.

M Fatih Öztürk: Bütün İnegöl'lü halkımıza sevgi ve saygılarımla mutlu ve sağlıklı günler dilerken, Kültür, Sanat ve Edebiyat aşığı gençlerimize de gönül dolusu sevgilerimi sunuyorum. Sağlık ve mutlulukla kalmanız dileklerimle...