Devasa evrende kapladığımız alan, okyanusta damla bile değil. Bu evren hakkında bildiklerimiz yine 1 damla, bilmediklerimiz koca bir derya iken; Allah'ın bize yüklediği anlamın farkında olmayarak, bu evrenin içerisinde yol alıyoruz. Seviyoruz, nefret ediyoruz, yiyoruz, geziyoruz, gülüyoruz, başarıyoruz, pes ediyoruz...Tüm bunlar olup biterken, aslında bunların bizi tam olarak hangi adresi bulmamız gerektiğine dair olan işareti ya ıskalıyoruz, ya da hiç farkına bile varmadan ölüp gidiyoruz.

Tıpkı bir hayvan ya da deli gibi. Hayatın anlam arayışından ve sonrasındaki hesaptan, sadece deliler ve hayvanların muaf tutulduğunu bilmemize rağmen; ne hayvanlığı kabul ediyoruz, ne de tertemiz bir delirmişliği kendimize yakıştırıyoruz. Oysa hayvanlık değil ama bir delilik tutmalı ve bulmalıydı bizi...Şöyle en afillisinden. Bizim, onları gördüğümüzde deli diyeceğimiz, onların da bizi görünce, Müslüman olmadığımızı ifâde edecekleri gibi.

Şartsız koşulsuz onlara benzemediğimiz, evrene, hayata, insana onlar gibi bakmadığımız müddetçe, sıkıntıdan kurtulmayı hiç hâyâl bile etmeyelim. Tepkilerimizin, reflekslerimizin, sözümüzün, iyiliğimizin referansı bu insanlar olmadığı sürece; psikolojik dengemizin ayarında olması, mümkün olmayacaktır.

Onlarda bizim gibi nefis taşıyan insanlardı. Efendimizin yanlarında olması, avantaj gibi geliyor belki çoğumuza lâkin, Ebu Leheb de Efendimizin yanında, hem de attığı her adımını takip eden biriydi. Üstelik Efendimiz'in, sahabesine 'arkadaşlarım', bizlere ise 'kardeşlerim' buyurduğu iltifâtını da hatırda daima tutmak gerekir.

Peki aslında neydi? Onları dipdiri tutan ve bu psikolojinin temelinde yatan esas durum, bizi onlardan ayıran mesele? O sarsılmaz psikolojinin, iç sıkıntının hiç olmamasının temelinde, tek sebep diyemeyeceğimiz ama çok önemli, işlevsel bir özellik vardı. Elbette günah işliyorlardı fakat muhakkak tevbe ediyorlardı. Hem de hiç ertelemeden, hem de bir daha bozmamaya gayret ederek. Güçlerini, işledikleri günaha ettikleri tevbenin samimiyetinden alan bu insanlar, bu defa samimiyetleri ile sınanıyorlardı. Biz, tevbelerimizin sınanmayacağını düşünürüz hep. Bir hatayı bir daha yapmayacak olmaya verilen söz, arkasından daima sınanmayı gerekli kılıyor oysa. Başka türlü samimiyetimizin ölçüsünü anlayamayız. Yama üstüne yama yapar gibi, tevbe üstüne tevbe, laçkalaştırıyor bizi.

Tevbesiziz evvelâ. Samimiyetsiz tevbelerimiz var. Bundan dolayı da mutsuz ve ruhsuzuz.

Oysa işlediğiniz günaha tevbe de etseniz, bunun bir temizlenme aşaması oluyor. Kalbinizden, o günahın kirinin silinmesi, hayatta karşınıza çıkan sıkıntılarla kendini gösteriyor. O sıkıntılar sizi iyileştiren, kalbinizi tekrar dirilten, yaranıza pansuman yapan merhem işlevi görüyor aslında.

Bir de durumun; hiç tevbe etmeden, pişmanlık duymadan ölüp gitmek kısmı var. Siz, hayattayken tevbe etmemiş olmanızın sıkıntılarını da yaşıyorsunuz. Tevbesizliğin getirdiği sıkıntılar ise, sizin zehriniz oluyor. Günden güne kalbinizi öldüren, psikolojinizi altüst eden bir ölüme doğru yol alıyorsunuz.

Samimi bir tevbe ile hayatına devam eden insan, temizlenme aşamasındaki yaşadığı sıkıntıları nimet bilip bağrına basarken; tevbesiz yaşamaya devam edenin şikâyeti ise ölene kadar bitmiyor.

Sıkıntı; ya zehriniz, ya şifânız oluyor. Aradaki tek fark, pişmanlık duymanız ya da duymamanızla alâkalı.

Samimi bir tevbe, sınanabilir bir özelliği de beraberinde getiriyor. Onun dışında olan tüm yapmacık tevbelerse, içinde bulunduğumuz hayatın ifâdesi.

Samimi tevbelere tevâfuk edin dilerim efendim. Başka türlü huzur bulamayacağız.

Saygılar...