Konuya girmeden önce ufak bir hatırlatma yapayım;

İnegöl´ümüzün özgün ve hür sesi Yıldırım´da, tam 1 yıldır “politika dışında her şey” sloganıyla kesintisiz yazmanın haklı gururunu yaşıyor, siz değerli okurlarıma ve ekibimize teşekkürlerimi sunuyorum.

 

Eveeet! Gelelim konumuza… Sözüm, meclisten içeri…

Öyle sörf yapana kadar azıcık, şu elimizin altındaki nimetin tarihçesini okuyalım istiyorum.

 

Bilgisayar…

Kökeni tee milattan önce 3000´li yılların Mısır´ına dayanıyor.

Taşlarla oluşturulmuş ilkel abaküse…

Bırak abaküsü, matematiğin bile yeni yeni keşfedilip, gündelik hayata geçtiği yıllar.

Adamlar, farkında olmasalar da bilgisayarın mantık düzlemi namına bi´atılım yapmış o zamanlar. Helal olsun.

 

Modern anlamda ilk bilgisayar, hesap makineleridir.

Bugünkülerden mi? Tuşlu muşlu… Ekranlı, 9 haneye kadar işlem yapabilen?

Değil ağabeycim, değil!

Daha ilkel. Hatta elektronik bile değil; mekanik!

1924´te Charles BABBAGE ismindeki İngiliz matematikçi bir amcamız icat etmişti.

Sadece toplama-çarpma yapabiliyor, bölme-çıkarmada Allah ne verdiyse…

Hata oranı %50´den bile fazlaydı yani. Düşün!

Bu kadar. Gerisi yok.

Tabi yıllar yılları kovaladıkça, bugün cep telefonumuzun içine kadar giriverdi bu muhterem aygıt. Bırakın toplama çarpmayı, karekök bile alıyor, yüzdeye vuruyor falan yani.

 

Bilgisayar deyip geçmeyin!

Bugün cebimizde taşıyoruz ama ilk halini ah bilseniz…

Ağzınız açık kalırdı.

Yaklaşık 60 ton ağırlığında, 165 metrekare boyunda kocaaa bir aygıt.

Ev dairesinden de büyük, düşün!

ABD´li 5 bilim adamının, kendi isimlerinin baş harflerinden oluşan ENIAC adını verdiği bu devasa makine, henüz ikinci dünya savaşındayken, Japonya´ya fırlatılacak füzelerin hesaplamaları için kullanılıyordu.

Tabi hata toleransı çok çok yüksekti.

 

Ve geldik 90´lara… Ve 90´lardan ziyade ülkemize… Milletimizin bilgisayar algısına…

 

Bill Gates amca kurtar bizi!

Neyse ki el attı ama o kocaman bilgisayarlar, eskisine nispeten biraz daha narin hale getirilmiş ve masamıza kadar indirilmiş olsa da, bugüne kıyasla “Aman Allah´ım!” dedirtecek cinstendi.

 

Eyyy! 2015´in milenyum gençliği, dikkat kesil buraya şimdi!

Ekranı çamaşır makinesi kadar olsa da, iş görürdü bu cici kuşlar. Yalan yok!

İnternet mi? Ne interneti? İnternet ne arar la doksanlarda?

95 yılına kadar yalnızca MS –Dos tabanı üzerinde çalışan ve PC adı verilen bu ilk bilgisayarlar, sadece iki renge duyarlıydı; mavi ve beyaz. Bitti!

Başka renk bekleme!

Öyle CD´yi takayım film izleyeyim, şarkı dinleyeyim muhabbeti de yoktu hani.

İsmini yazabiliyor, o gürültülü kocaman yazıcıdan en fazla siyah renkte çıktısını alabiliyordun. Ve bilgisayar da, yazıcı da pahalıydı. Dolar üzerinden satılıyordu.

 

Ne megabaytı? Ne gigabaytı? Hey babam heey!

En fazla disket vardı. Koca koca…

Ama içine aldığı bilgiler maksimum 100 kilobayttan ibaretti.

Sonra onu da küçülttüler, teyp kaseti boyutuna getirdiler.

Kilobaytını 250´ye çıkardılar.

Yok… Kesmedi…

Nihayet 1995 yılında 16 renkli bilgisayarlar geldi de, az nefes aldık.

Rengârenk yazılar yazabiliyor, hesaplamalar yapabiliyor, resim çizebiliyorduk.

Yalnız bi´şey eksikti…

Ekrana renk geldiğine göre internet de gelmeliydi demi?

Yok yaa!

Geçeceksin o işi…

1998´i bekle! 32 renge kadar algılayabilen bilgisayarlarla beraber geldi internet.

O da, hemen yayılmadı.

Denemeleri yapıldı, halka sunuldu derken oldu yıl 2000.

Sonrası, çocuklarımızı okuldan değil de, “internet cafe” önlerinden toplamaya başladık.

Furya halini almıştı ve her mahallede en az ikişer, üçer tane olurdu.

Savaş oyunları revaçtaydı. Herkes sanal dünyada birbirini asıp kesiyor, gerçeğe uyarlamaya çalışıyordu. Ama internet gene bugünkü hızının yarısı kadardı.

Öyle şakır şakır film izleyeyim, şarkı dinleyeyim, ona buna göndereyim gibi hayallere sakın kapılma!

En fazla 5 dakika izleyebilirdin, o da takıla takıla…

Sadece chat yapabiliyor, karşındakine “ :) “ bunu gönderebiliyordun.

Bu kadar.

 

Neyse ki 2006´nın başlarında fiber internet geldi de, bugünkü standartlara yakın bir kaliteye ulaştık.

YouTube´la, Facebook´la da o zaman tanıştık.

Kafamızı kaşıyarak “neymiş bu böyle” dediğimiz yeni yeni şeyler girmişti hayatımıza.

O yeni şeyler şimdi kot cebimizin arkasında, gerçek hayatımızın tam önüne set örmüş, duruyor!