Mekke’de gördükleri zulüm ve işkenceler yüzünde göç etmek zorunda kalan ilk Müslümanlar, ibadetlerini serbestçe yapabilecekleri ve rahatça yaşayabilecekleri bir yere göç etmek için Peygamberimiz (s.a.v)’den izin istediler. Kendilerine Habeşistan’a (Etiyopya) hicret için izin verildi ve hayır dualarla yolcu edildiler. Habeş hicretine ilk katılan muhacirler 12 erkek ve 4 kadından ibaretti. Bunların içinde Hz. Osman bin Affan ve hanımı ile Peygambe-riz (sav)’in kızı Rukiye de vardı. Habeş kralı Necaşi’ye hicreti anlatırken, bakınız neler söylüyorlar? “Ey Hükümdar, biz cehalet içinde yaşayan bir toplum idik, putlara tapıyor, lâşe yiyor, fuhuş yapıyorduk. Akraba ile münasebeti kesiyor, komşularımıza kötülük yapıyorduk. Kuvvetli olanımız zayıf olanı eziyordu. Biz toplum olarak böyle yaşarken Allah Teala bize acıdı, lütfederek içimizden birini Peygamber olarak gönderdi. Soyu, iffeti, ve dürüstlüğü hepimizce bilinen birisi. O bizi yalnız bir olan Allah’a inanmaya ve ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızın tapa geldikleri ağaç ve taş parçalarını terk etmemezi söy ledi. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağla- rına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, kan dökmekten ve haram şeylerden sakınmayı öğütledi. Bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadın- lara iftira atmaktan uzak durmayı emretti. Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şekilde ortak koşmamayı emretti. Namaz kılmaya, sadaka vermeye ve iyilik yapmaya çağırdı. Biz de ona inandık, getirdiği dini kabul ettik. Onun haram dediğini haram bildik, helâl dediğini helâl tanıdık. Bundan dolayı bize düşman kesildiler, eziyet ve işkence yapmaya başladılar. Biz de bu sebeple hicret ettik ve ülkenize geldik. (İbni Hişam, c.1,s.336) İşte bu sözler o toplumda yaşamış olan insanların sözleridir. Demek ki, o toplum içine düştüğü bu bunalımdan büyük ölçüde rahatsızlanmış, beklediği kurtarıcıyı bulunca ona sımsıkı sarılmış, onun getirdiği esasları benimsemiş ve onları hayata geçirmişlerdir. Arabistan’da İslamiyetin yayılmasından önceki devre, daha dar anlamıyla Hz. İsa (a.s)’dan sonra Peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana “cahiliye” devri adı verilmiştir. Cahiliye, insanın Allah’ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, heva ve hevesine uyarak bilgisiz, ilkel ve cahil bir hayat sürmesidir. Cahiliye Araplarının sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür. Putlara taparlardı, içki içerlerdi, şarap içmek adeti çok yaygındı, tefecilik yaparlardı, kumar oynarlardı, riba yaygındı, zina yaparlardı, Cahiliye Araplarının bazıları ekin ve hayvanlarının bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürürler ve “Şu Allah’ın payı, bu da tanrılarımızın payı” derlerdi. Allah için ayırdıklarını konuklara ve fakirlere harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını ise onların huzurunda yaptıkları ayin vb. şeylere harcarlardı. Kabe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Araplar arasında insan hakları tamamen yok olmuştu. Güçlüler zayıfları ezer, köleler ve esirler içler acısı bir halde yaşar, kadınlara hiç değer verilmez, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Ahlaksızlığın her türlüsü ise her yeri kaplamıştı. Bütün bunlardan sonra Hz. Peygamberin doğuşu ve Pey-gamber olmasıyla birlikte, cahili anlayışlara ve adetlere son verilmiş, asrı saadet devri yaşanmıştır. Müslümana yakışan da içinde bulunduğu çağı asr-ı saadet anlayışı içinde yaşamak ve bunun gereğini yapmaktır. Asr-ı saa-det, insanlığın en güzel zaman dilimidir. Çünkü cahiliye dönemine son verilmiş, insana değer verilmiş ve kendisine “insanca” muamele yapılmıştır. Böylece insan, insanca yaşama hakkına kavuşmuştur. Peygamberimizden itibaren İslam tarihi, Hz.Peygamber dönemi, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler, Osman lılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır. Hz. Peygamber dönemine Müslüman alimler “Asr-ı Saadet” adını vermişlerdir. “Mutluluk Devri” manasını ifade eden bu tabir, gerçekten o dönemin bir iki kelimeyle ifade edilmesini sağlayan en isabetli bir tanımdır. Çünkü Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimizin (sav) döneminde bizzat onun rehberliğinde, İslam’ın dini-dünyevi dünyevi bütün emir ve tavsiyelerini anlamış, yaşamış ve yaşatmışlardır. Sami-miyet ve ihlas içersinde yalnız bir Allah’a kul olmuşlar, O’nun Resulü’ne gönülden bağlanmışlardır. Ruhlarını, düşüncelerini, davranış ve yaşayışlarını Allah ve Resulü’nün istediği şekilde şekillendirmişlerdi; Kur’an ve sünnet, onlara yön veriyordu. Bu sebeple de inandıkları ulvi davalarını her şeyin üstünde tutuyor; dinleri uğruna mallarını, hatta canlarını feda etmekten zerre kadar tereddüt göstermiyorlardı. İşte bu anlayış ve yaşayışa sahip bulunan fertlerden oluşan İslam toplumunda, tam bir birlik ve beraberlik, ahenk ve uyum, dayanışma, yardımlaş-ma ve aktivite hakimdi. Müslümanlar muhtelif yönlerden olgunluğun zirvesindeydiler. Zorluklara ve yokluklara rağmen cemiyetin her köşesinde huzur, güven , emniyet, asayiş, intizam ve istikrar vardı. Bundan dolayı Müslümanlar, bu dönemi en ideal zaman olarak kabul ederek, özlem duyup saygıyla anmaktadırlar. Çünkü bu dönem, daha sonra ki bütün Müslüman nesillere örnek teşkil eden mutluluk ve saadet dönemidir. Nitekim Hz.Peygamber Efendimizde bir hadislerinde: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır, sonra bunları takip edenler, sonrada bunları takip edenlerdir. (Buhari, Şehadat,9; Müslim, Fezailü’üs-Sahabe, 214) buyurmuştur. Acaba bu eşsiz devirde Müslümanlarda hakim olan özellikler nelerdir? Bunlardan bazılarını şöyle ifade edebiliriz. 1-Kuvvetli bir imana sahiptirler. 2-Yaptıklar işlerde bi-rinci gaye Allah’ın rızasıdır. 3-Dünyaya ihtirasla sarılma-mışlardır. 4-Birbirlerini çok sevmişler, iyilik ve güzellik hususunda kardeşlerini kendilerine tercih etmişlerdir. 5-Kanaat sahibidirler. 6-Cömerttirler 7-Allah ve Resulü’nün emir ve yasaklarına harfiyen uymuşlardır. 8-Dini konularda doğru bilgiye sahip olmuşlar ve öğrendikleri bilgileri hayatlarında uygulamışlardır. Bu konuda İbn Mes’ud (r.a)’ın şu sözü çok mani-dardır.”Bize Kur’an’ın lafzını ezberlemek zor, onunla amel etmek ise kolay gelirdi; bizden sonrakilere de Kur’an’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek ise zor gelecektir.(Kurtubi, Tefsir, I,39) Asr-ı Saadet, Hz. Peygamber o çağda yaşadığı için asr-ı saadettir. Yoksa bir lale devri değildir.İslam’ın en sorunsuz çağı olarak da anlaşılmamalıdır. Hz. Peygamberin yaşadığı dönem, yaygın ka-naatin aksine İslam’ın en zor dönemidir. Çünkü müşrik- lerle, putperestlerle, munafıklar ve gayr-i müslimlerle mücadele edilmiş, imana ve islam’a davet edilmişlerdir. Bedir gibi, Uhud gibi, Hendek gibi savaşlar bu dönemde yapıl-mış ve birçok şehitler verilmiştir. Her türlü ahlaksızlığın ve kötülüğün yaşandığı bir topluma din tebliğ edilmiştir. Hicret bu dönemde yapılmıştır. Elbette bunlar sanıldığı kadar kolay işler değildir. Bizler Peygamberimizin ümmeti ola-rak, Peygamberimizi bize getirmiş olduğu mesajı çok iyi anlamak ve yaşamak zorundayız. Hz. Peygamberi ve onun yaşadığı dönemi anlamak; zorluklarla mücadele ve sabır konusunda bütün Müslümanlar için en güzel örnek ve ilham kaynağı olmaktadır.