Bununla ilgili olayı bir subayımız şöyle anlatıyor:

“Siperdeyiz. Karşı siperden siyahî bir asker bize doğru geliyor. Savaşmak için değil de farklı bir gelişi vardı sanki. Fakat güvenemezdik. Daha önce de siperlerimize sinsice yaklaşıp el bombası atarak kaçan düşman askerlerine tanık olmuştuk. Bizim askerler üzerimize doğru gelen o siyahî askere birkaç kez ateş ettiler fakat vuramadılar. En son ben tam alnından vurdum. Siperimizin önüne kapaklandı. Tuttuk içeri aldık. Ölmüştü.Üzerini ararken, göğsünden bir Kur`ân-ı Kerim çıktı. Sanki ben onu değil, o beni vurmuştu. Bu Kurân-ı Kerim şu an abidenin altındaki müzede sergileniyor. Bunları yaptılar Çanakkale’de… Müslüman`ı Müslüman`a kırdırdılar…”

 

Bozulmayan Şehit Cenazeleri!

İstanbul Edirnekapı Şehitliğinde, 1971 yılında Kabristanın önündeki yolda bir çalışma vardır. Kabristan arkaya doğru küçültülecektir. Çalışmalar sırasında kabirler açılmaktadır. Kabrin birisi açıldığında cenazelerden birinin hiç bozulmadığı görülür… Hadiseye şahit olanlar şaşırırlar... Bunun gibi birkaç kabirde de benzer sahnelerle karşılaşılır. O gün bu hadiseye tanık olanlar, mezar taşı-na şu yazıyı yazarak hadiseyi belgelerler:

“1971 yılında, şehitlikteki tünel inşaatının yapımı esnasındaki kazıda meçhul asker, elbiseleriyle birlikte bütün olarak bozulmadan bulunmuştur ve bulunduğu şekilde buraya defnedilmiştir.”

Aslında bu tarz manzaralara Çanakkale savaşının cereyan ettiği Gelibolu`da da, başka yerlerde de rastlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölü’ demeyin; Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.” (Bakara, 2/154) buyrulmuştur.

 Bunun anlamı “Şehitler ölmez!”dir. Ama halk arasında şehit cenazesi çürümez, tarzında bir algı var… Şe-hit cenazeleri de elbette çürür. Fakat şehitlerin ölümsüz- lüğünü insanlar idrak etsin, Allah kelâmının mucizesine insanlar tanık olsun diye Cenâb-ı Hak dilerse bazı şehit cenazelerini çürütmez, canlı muhafaza eder…

Kanlısırt’ta savaşın en dehşetli sahneleri yaşanmıştır. Avustralyalı askerlerle Türk askerleri arasında Türk siperleri içinde göğüs göğse gırtlak gırtlağa kanlı boğuşmalar olur.  Bu daracık koridorlarda süngü kullanmanın bile imkânı yoktur. Dört binden fazla asker burada arenadaki gladyatörler gibi boğuşurlar.  Bu sebeple Kanlısırt, Çanakkale savaşlarının en kanlısı olarak tarihe geçmiştir.

Kirte muharebeleri son derece dikkat çekicidir… Kirte muharebelerindeyiz şimdi… Bu muharebeler esnasında, bölükler arka sıralarda hücum emrini beklemektedir... Ön siperdekiler düşmanla boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emir bekliyor. Askerin tamamı süngülerini takmış, siperlerden fırlamaya hazır! Sinirler gergin! Dudaklarda kıpır kıpır dualar! Biraz daha beklemeleri gerekiyor, zira hü-cum emri henüz verilmiş değil!

Yüzbaşı askerlerine sesleniyor:

“Aslanlarım! Biraz sonra Cenâb-ı Hakkın huzuru-na çıkacağız! Abdestsiz gitmeyelim. Haydi silahlarımızın kabzalarına ellerimizi sürüp hep beraber te- yemmüm edelim…”

Bekleme biraz daha devam eder. Yüzbaşı bu kez şöyle seslenir askerlerine:

“Çocuklarım! Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz! İleride arkadaşlarımız şehit oluyorlar! Hem onlar hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kılalım şimdi! Kâbe karşımızda! Niyetlerimizi yapalım!”

Arka sıralardan Oflu Ali Çavuş yüksek sesle bağırır! “Er kişi niyetine!…”

O gün yapılan hücumda kendi cenaze namazını kı-lan pek az kişi sağ kalabilmiştir. Şehit düşmeden önce kendi cenaze namazlarını kılan o kahramanlar ne güzel askerler, onlar ne güzel şehitlerdir… Ruhları şad olsun!

Yaralıların toplandığı bir hastanedeyiz… Bu bir sahra hastanesidir… Kanlı bir çatışma gününde sahra hastanesi olarak kullanılan çadıra sedyelerle pek çok yaralı askerler getirilmiştir. Doktorlar sadece yaraları sarmakta, her hastaya çok az zaman ayırabilmektedirler... Hayatlarından umut kesilenlerle fazla ilgilenilmemektedir…

Tam işin yoğun olduğu bir sırada operatörün önüne gencecik bir çocuk yatırırlar… Bir ayağı kopmak üzere olan bu gencin bağırsakları dışarıdadır. Ümit yoktur. Doktor kopmak üzere olan ayakla fazla ilgilenmez, sarkan bağırsakları toparlar ve “kaldırın bu genci!” der. Bu esnada çocuk doktora bakar ve “baba!” diye seslenir! Doktor bakar ki yaralı çocuk kendi oğludur. Sarılır öper oğlunu. “Bu benim oğlum, bir gölge yere kaldırın!” diye talimat verir. Ardından yeni hastalar gelmeye devam eder doktorun önüne. Saatler hızla geçer… Ertesi günü doktor, oğluyla ilgilenecek biraz zaman bulmuştur; oğlunu sorar. Ama ne yazık ki oğlunun çoktan şehitler kervanına katıldığını öğrenecektir!

 

ÇANAKKALE VE HİROŞİMA

Dedelerimiz, 100 yıl önce (18 Mart 1915) dökmüş oldukları kanları ve canları ile Çanakkale’de düşmana geçit vermediler ve şanlı tarihimize emsalsiz bir destan yazdılar. Ve bu güzel vatanı bizlere emanet ettiler. Emaneti korumak ve gelecek nesillere devretmek de bizim borcumuzdur. Unutmayalım ki, güzel yurdumuzun düşman-ları dün olduğu gibi, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Vatanımızı ve kutsal değerlerimizi ilânihaye savunabilmek için gençlerimize milli mefkûre ve dini bilincin verilmesi öncelikli ödevlerimizdendir. Gençlerimize Çanakka- le Savaşını/Boğaz Harbini iyi anlatabilir; o bölgeleri ziyaret ettirebilirsek, milli şuur yüklemesini önemli ölçüde gerçekleştirmiş ve sorumluluğumuzun gereğini yerine getir- miş oluruz.

Merhum Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemindeki bir anekdotla yazımızı tamamlayalım…

Japonya’nın eğitim uzmanları ülkemizin eğitim sistemini incelemek üzere Türkiye’ye gelmişler ve araştırmalarının sonucunu bir rapor haline getirip Türk makam- larına sunduktan sonra Özal’ın da hazır bulunduğu bir toplantıda:

-“Kanaatimize göre, sizin milli eğitim sisteminiz-de milli ruh ve milli dinamik eksikliği söz konusu… Milli heyecanın öğrencilere aşılanması lazım!” demiş-lerdir.

Özal’ın: “Nasıl yani?” sorusu üzerine görüşlerini şu açıklama ile sürdürmüşlerdir:

- “Biz Japonya’da okula yeni başlayan çocukları-mıza milli ruh şoklaması yaparız! Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, devasa teknolojik tesislerimizi, dünya çapındaki dev fabrikalarımızı gezdirir, ülkemizin gücü ve başarıları ile onları tanıştırırız. Sonra da aynı öğrencilerimizi Hiroşima ve Nagazaki’ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllarca ot bitmeyen alanlarda yıllar önce hayatını yitiren milyonlarca ecdadımızdan bahsederek: ‘Eğer sizler çok çalışmaz ve ileri teknolojilere sahip olmazsanız, sonunuz böyle olmaktır!” diye bilinçlenmelerini sağlarız…

Bunun üzerine Türk bürokratlardan birisi:

“Sizin Hiroşima’nız ve Nagazaki’niz var! Ama bi-zim yok ki!” deyince…

Japon uzmanın cevabı şöyle olmuştur:

“Sizin de Çanakkale’niz var! Çanakkale, on Hiroşima eder!”

Savaşın son günlerinde yüzlerce gazeteci İstanbul ve Çanakkale’ye akın etmişti. Aynı zamanda bir Türkolog olan Mösyö Valentin Çanakkale’de çocuklara yaklaşıp sormaya başladı:

-Kaç yaşındasın?

-Sekiz

-Sen

-Dokuz

-Ya sen

Ben de dokuz.

Bakışlarını mosmor olmuş yüzlerinde, ellerinde, ayaklarında gezdirdikten sonra ilk soru sorduğu çocuğa gözlerini ve yüzünü çevirdi ve;

-Baban ne iş yapıyor? dedi.

-Öldü

-Nerede öldü.

-Çanakkale’de

-Niçin öldü.

-Din, Vatan ve Millet için?

-Bunu nereden biliyorsun.

-Camide öğrendim, dedi.

Diğer ikisi de sorulara aynı cevapları verdiler. Valentin devam etti:

-Size anneleriniz mi bakıyor?

-Üçümüzün de anneleri öldü. Ebe ninemiz bize bakıyor.

-Nerede oturuyorsunuz.

Bir eliyle karşıdaki derme çatma kulubeyi işaret ederek,

-Şurada dediler.

Tam o sırada kulubenin kapısı açıldı, bastonuna dayanarak yaşlı bir kadın dışarı çıktı ve çocukları Gazanfer! Muzaffer! Mücahit! yada (Cihangir!) gibi isimlerle çağırmaya başladı:

-Gelin çorba yaptım dedi.

Çocuklar kulubeye doğru koşarken Mösyö Valentin’in yüzü ciddileşti, bakışları değişti, arkalarından bakarak  mırıldanmaya başladı ve kendi kendine Gazanfer! Muzaffer! Mücahit! yada (Cihangir!) diye söylendi ve en karanlık gününde bile çocuklarına bu adları isim olarak koyan bir millet, bir yerde toprağa gömülse bile bir başka yerden yine de fışkırır !... dedi.

İşte Çanakkale destanını yazan ruh, böylesine asildir! Onlar böylesine yüce ruhlu bir nesildir!

 

“Âsım’ın nesli… diyordum ya… Nesilmiş gerçek.

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar…

O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.

-------------------

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber!”

Çanakkale Zaferinin 100. yıldönümü vesilesiyle dini, vatanı ve milleti için hayatlarını feda eden aziz şehitlerimize ve ahirete intikal eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm gazilerimize Allah’tan rahmet diliyor, hayatta olan gazilerimizi de minnetle anıyoruz. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından organize edilen Çanakkale Şehitlerine 250 bin hatim ve aynı zaman-da  İnegöl Müftülüğünün organize ettiği hatimler; Camile- rimizde, Kur’an Kurslarımızda, evlerde ve çeşitli yerlerde  başta din görevlilerimiz olmak üzere cami cemaatimiz ve vatandaşlarımız tarafından okunmuş ve ruhlarına bağışlanmıştır. Ruhları şad olsun. Makamları da cennet olsun. Bu Hatim kampanyasına katılarak hatim okuyan herkesin Rabbim niyetlerini ve amellerini makbul etsin.