Katıra sormuşlar baban kim? Dayım at´tır demiş. Kimse halinden memnun değil; yerinden, yurdundan, memleketinden, hayatından, işinden, eşinden, dostundan. 

Listeyi uzatabilirsiniz. 

Bize kalsa, hayatın kralını yaşar ve her karesinin hakkını verirdik elbet. Ama ah o başkaları olmasa. Hani şu “mektepler olmasaydı ben bu maarifi ne güzel idare ederdim” diyen akıllı gibi. 

Suçlu onlar. Herkes. Mahsustan yaşadığımız bu hayatın suçluluları hep başkalarıdır. “Onlar olmasaydı kusursuz bir hayat nasıl yaşanırdı gösterirdim size. Öyle gösterirdim ki sahne ışıklarından gözünüz kamaşır, saniyede 24 kare beğenmek için sıraya girerdiniz. Bende yapılan yorumların altına kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla ah bunlar sizin bakış açınızın güzelliği a dostlar” derdim. 

İmkanı olanın delirdiği bir memlekette yaşıyoruz nihayetinde. 

Taraflar arasında bir mutabakat metni imzalanıyor sanki. Ah, sen bana güzelsin diyeceksin, ben de sana güzel gören gözlerinin güzelliğinden dem vuracağım. 

‘Al gülüm ver gülüm´ hesabı. 

Kâr-zarar dengeli. Kes faturayı gel al faturanı. 

Güzelliğin on´par etmez bende ki bu like olmasa. 

Sürekli bir ispatı vücud telaşesi. Tıpkı yeni huylarını gün geçtikçe fark etmeye başlayan bir çocuğun etrafındakilere “beni fark edin” demeye getirdiği o makul şirinlikler gibi. 

“Benimle ilgilenin” demenin o taptaze yaş-lılığı. 

Modern psikolojinin iflası. Uzmanların, çocukluğumuza inecekleri bir geçmişimiz yok artık. Uçsuz bucaksız çocukluğu yaşıyoruz çünkü gün aşırı. Gelenek dediğimiz şey klasik metinlerdeki yerini ‘muhafaza´ ediyor. 

Gelenek; gelen´e ek´lenmek demek. 

Biz ise ‘şimdi´yi oldu bittiye getirip çalakalem çarçabuk yaşayıp geçiyoruz. Önü-ardı, yeri-yurdu olmayan hayatlarımızın konuklarıyız. Kendi moloz yığınlarımızdan oluşan küçük tepeciklerde; enkazımızın altında çaresiz naralar atıyoruz birbirimize. Gerçek balın olmadığı yerde herkesin organik balcı kesilmesi.

Beni duy. beni gör. beni bil.  

Anlamı şu; ben çok önemliyim. Senin zannettiğinde de çok. “Kimsenin, hiç kimsenin sesi benim sesimden daha gür çıkmamalı. Sonsuz dikkat etmelisiniz dilimden dökülecek olanlara.” 

Gölgelerin gücü adına.             

Bir zamanlar birbirimize anlattığımız anılarımız vardı. Unutamadığımız ve dahi unutulmayacak olan an´larımız. Askerlik anıları. Hac anıları. Düğün alayımız. Göz aydınlığımız olan evlatlarımızın taptaze yaratılışlarına an be an şahit olduğumuz zamanlar. İlk dişi. Dilinden dökülen ilk hecesi. Attığı o ilk adım. Niceleri. Şimdi bütün bunlar fotoğraf albümlerimiz gibi sandıklarımızın dibine çökmüş vaziyette. 

Artık hac yada umre´de romantik/kültür gezisi kıvamında ‘huzurlu hissediyor´uz kendimizi. Bütün dünya libasından, dünyevi münasebetlerimizden arındığımız (evet mızmız) o anda, o kutsal ‘yolculukta´ İbrahimi tecrübeyi yaşayabilmek için bütün iddialarımızdan, bütün benliğimizden vazgeçiyor olmamızı; bir şölen havasında, kusursuz bir ayin gibi sosyal paylaşım taklaları attırıyoruz. 

Çocuklarımızı sabahtan akşama eğlemek için ‘kağıttan odalara´ tıkıyoruz; ‘modern yetimhanelere´. Kreş yazıyorlar tabelalarına. Açın bir fransızca sözlük; kreş ne demek bir bakın zahmet olmazsa. 

Yaşadığımız an´ın o(a)rada olmaklığın, ‘o´ an´ın hakikatine talip olma biricikliğini reddedip; kendi mağaramızdaki gölgemizin raksıyla sarhoşuz heyhat; yar bana bir eğlence medet!