Tarihte sıratı müstakimden yan yollara kaymalar, bazen iyi niyetli fakat mesnetsiz amellerle, bazen de dinin şahsi, hizbi, ticari, siyasi emellere alet edilmesi ile başladığı unutulmamalıdır. Burada bize düşen görev, Allah´ın mesajını doğru algılamak ve kimseyi bulunduğu yanlış üzerinde cesaretlendirmemektir. Cennet ve cehennem Allah´a aittir; O´nun cennete koyacağı kişiler hakkında kıskanç davranmak ya da O´nun adına cömertlik yapmak hiç kimsenin hakkı da değildir, haddine de değildir. Konu bir bütün olarak düşünüldüğünde İslamiyet´i bilen Müslümanların tebliğ konusundaki sorumluluklarının ne derece önemli olduğu da yazımızdaki açıklamalarda görülmektedir.

Kendilerine Din Tebliğ Edilen ve Edilmeyen İnsanların Sorumlulukları hakkında şunlar söylenebilir:

Öncelikle şu sorulara cevap aramamız gerekir:

*Allah, peygamber göndermediği toplumları sorumlu tutar mı?

*Günümüz insanlarının İslamiyet karşısındaki durumları, sorumluluk açısından nedir?

*İslamiyet geldikten sonra dinlerini yaşamaya devam eden Yahudi ve Hıristiyanların sorumlulukları nedir?

Konu hakkında fikir sahibi olabilmek için, yedi ayet-i kerimeden yararlanacağız. Önce iki ayetin hakemliğine müracaat edelim.

Kur´an´da şöyle buyruluyor:

“...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (17.İsra–15)

“Rabbin kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” (28.Kasas–59)

İlk ayetten ahiretteki azap, ikincisinden de bu dünyada verilen toplu cezalar anlaşılmaktadır.

Bu ayetleri okuyunca rahatlıkla şu sonuca varabiliriz: Kendisine Allah´ın dini ulaşmamış ve bu din kendilerine tebliğ edilmemiş topluluklar, dine inanmak ve vecibelerini yerine getirmekle sorumlu değildirler.

O halde şu soruya da cevap aramak gerekir:

Günümüzde yaşayan insanların İslamiyet karşısındaki sorumlulukları ne olabilir?

Yukarıdaki ayetlerden ulaşılan sonuç ışığında günümüzde yaşayan insanlar, İslamiyet´e karşı sorumlulukları açısından üç kısımda incelenebilir:

1.İslamiyet kendilerine tebliğ edilmiş olanlar.

2.İslamiyet´ten hiç haberi olmayanlar

3.İslamiyet´i sadece isim olarak duyan ve çoğu zaman da olumsuz hadiseler sebebiyle adından haberdar olanlar.

Kendilerine İslamiyet anlatılanların sorumlu oldukları, hiç haberi olmayanların ise sorumlu olmayacakları hemen anlaşılmaktadır. Ancak üçüncü gruptakiler konusunda net bir şey söylemek zordur.

Konu ile ilgili bir ayet-i kerime de şöyledir:

“Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, İnsanların peygamberlerden sonra Allah´a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.”(4.Nisa–165)

İslamiyet kendilerine tebliğ edilmemiş olanların sorumlulukları hakkında üç görüş ortaya çıkmıştır:

a)“Allah´ı bilme ve O´na inanma dâhil hiçbir sorumluluk bulunamaz; çünkü insan aklı bunlar için yeterli değildir.”

b)“Allah´ın varlık ve birliğini bilmek ve O´na inanmak yükümlülüğü vardır”

c)“İmana ek olarak aklın iyilik ve kötülüğünü bilebileceği birçok davranışıyla da yükümlülük vardır.”(DİB Yay. Komisyon tefsiri, C:II, S:184)

Bu konu çerçevesinde şu soru da akla gelir:

Hz. Muhammed (s.a.v.) geldikten sonra İslamiyet´i kabul etmeyerek kendi dinlerine tabi olan Yahudi ve Hıristiyanlar sorumluluktan kurtulurlar mı?

Aşağıdaki ayet bu konu ile ilgilidir:

“Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiîler´den de Allah´a ve ahiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.”(2.Bakara–62)

Yukarıdaki ayette Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler olmak üzere dört dini topluluktan bahsedilmektedir. Sabiîler´in de temelde diğer gruplar gibi tek ilah inancına sahip olan bir dini grup olduğu anlaşılmaktadır.

Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Salman-ı Farisi, Hz Peygamber´e eski Hıristiyan arkadaşlarından bahsetmiş ve Resulullah´ın, “Onlar İslam dini üzere ölmediler.” buyurması sebebiyle üzüntüye gark olmuş ve çok geçmeden yukarıdaki ayet inmiştir. Hz. Peygamber, Selman´a bu ayetin onun arkadaşları hakkında indiğini haber vererek şöyle buyurmuştur: “Kim benim peygamber olduğumu işitmeden önce İsa´nın dini ve İslam üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.”(DİB Komisyon Tefsiri, C:1, S:1)

Yukarıda meali verilerek açıklanan ayete çok benzeyen bir ayet de şöyledir:

“İman edenler ile Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah´a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir.” (5.Mâide–69)

Bu ayetten çıkarılan anlam şudur:

Bir insan daha önce hangi inanç üzere bulunursa bulunsun, son peygambere iman edip imanının gereğini yerine getirirse kurtuluşa ermiş olur.

Ayrıca, Allah nezdinde hak din İslam´dır…”(3.Al-i İmran Suresi–19) ayetinin konuya getirdiği açıklığı da unutmamalıyız. Burada ifade edilen İslam dininden maksat, kuşkusuz Hz. Muhammed (sav)´in tebliğ ettiği dindir.

Son olarak şu ayeti de nakletmek gerekir:

“Kim, İslâm´dan başka bir din arasa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. (3.Al-i İmran suresi–85)

Bu ayetten de net olarak anlaşılmaktadır ki, İslam geldikten sonra başka bir din tanıyan, bu tutumundan dolayı ahirette ziyan edenlerden olacaktır.

İslâmiyetten önce ve sonra Mekke müşriklerinin durumunu bu konuda örnek gösterebiliriz.

Dünyanın yaratıldığı günden beri kutsal olan, Hz İbrahim´in oğlu Hz İsmail ile birlikte Kabe´yi inşa ettiği günden beri etrafında her gün tavaf yapılan her yıl hac ibadeti yapılan kutlu şehir Mekke nasıl oldu da cahiliye dönemi müşrik Arapların asırlarca barınağı oldu? (M.ö. 1800-m.s. 630)

Hz İsmail´in vefatından sonra oğulları Mekke´de Kabe´nin ve Mekke´nin idaresini yürüttüler. Mekke´nin sakinleri olan Cürhümiler ve İsmail oğulları bir süre Hz İbrahim ve Hz İsmail´in öğretmiş olduğu dini inanç ve hayat üzere yaşamaya devam ettiler. İsmail oğulları Kabe´ye ve Mekke´ye o kadar çok önem eriyorlardı ki, kısa bir süreliğine de olsa buradan ayrı kalmak onlara çok zor geliyordu.

Mekke sakinleri ticari amaçla uzun yolculuğu gittiklerinde Kabe´ye olan sadakatlerini ifade etmek ve Mekke´ye olan özlemlerini gidermek için Mekke´den yanlarında taşlar götürüyorlar yolculuk esnasında ve gittikleri yerlerde taşı ortaya koyarak etrafında tavaf yapıyorlardı.Zamanla Mekkeliler, sırf Kabe´ye benziyor diye dört köşeli küp şeklindeki ev ve taş etrafında da tavaf yapmaya başladılar. Şeytan da onlara yaptıkları bu işi güzel göstermeye başladı. İşte Mekkelilerin hakikatten uzaklaşması, şirke yaklaşması, yavaş yavaş putperest bir toplum haline gelmesi böyle başladı. Mekkeliler, görünmeyen, müteal olan Allah´a ulaşmak ve yakınlaşmak için görünen kendisinde bir değer olduğu vehmedilen ve tanrısal nitelikler atfedilen nesnelerin (putlar) yardımına başvuruyorlardı.

Mekkeliler, kesinlikle ateist( inançsız) bir toplum değildi. Dini duygu, coşku, heyecan daima doruk noktasında idi. Ebrehe´nin kabe´ye saldırı girişimi Allah´ın müdahalesi sonucu engellenmesi ve Ebrehe ordusunun helak olması sonucu (Bakınız: Fil Suresi) Arap yarımadasında yaşanan kabilelerin Kureyş´e olan saygısını ve Kabe´ye olan hürmetini daha da artırdı. Kureyş´in ileri gelenleri de bu durumu fırsata çevirdiler.

Kureyş, “Biz ehlullahız, ehl-i haremiz, Allah´ın adamlarıyız, Allah´ın evine, hacılara ve Kutsal şehre hizmet ediyoruz” diyerek diğer kabilelere karşı üstünlük taslıyorlardı. Kutsal şehirde yaşayan Kureyş kabilesi ve bunlarla anlaşması bulunan Evs, Hazreç, Kinane, Huzaa kabileleri hums ehli kabul edildi. Hums ehlinin daha dindar olanlarına ise ahmesi deniliyordu. Hums ehl-i Kabe´yi elbise ve ayakkabı ile tavaf yapma imtiyazına sahipti. Onlar sözde Allah´ın seçkin, mübarek kulları idi. Hums ehli haram aylarda (Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem) asla savaşmazlar, Mekke´ye gelenlere haksızlık yapmazlar, bolca ikramda bulunurlardı. Fakat bazen intikam duygularına hakim olamadıkları hallerde bir de hac mevsiminin sıcak günlere denk gelmesi, uluslar arası panayır günlerinin yakın olması durumunda nesi yaparlardı. Nesi, haram ayının ertelenmesi olayıdır. Daha çok Zilhicce ve Muharrem ayı safer ayına ertelenirdi. Görünüşte haram ayların hürmetine sadık kalıyorlar, kendi arzularını gerçekleştirmek için hileli yollara başvuruyorlardı.

Mekkeli müşrikler belki de dünyanın ilk ve en kötü din istismarcısı idiler.

Miladi 200´lü yıllarda Mekke´yi ele geçiren Huzaa kabilesi lideri putperestliğin de piri olan Amr bin Luhay, bizzat kendisi Bekaa´dan getirdiği Hubel putunu Kabe´ye yerleştirmekle kalmadı, diğer kabilelere de haber göndererek, her kabilenin Kabe´de put bulundurabileceğini söyledi. Böylece, diğer kabilelerin Kabe ile aralarında bir aidiyet duygusunun oluşmasını, daha fazla hacının Mekke´ye gelmesini hedefliyorlardı. Yine Mekkeliler, hac mevsiminde umre yapmanın haram olduğunu söyleyerek hac mevsimi dışında bir kez daha gelmelerini istiyorlar, böylece Mekke´ye yıl içinde daha fazla insan gelmesini temine çalışıyorlardı. Mekkeli müşrikler, hums ehli olmayanlara, ahmesi olan birinin elbisesini kiralayarak tavaf yapma şartı getirmişlerdi. Bunu kabul etmeyen yada parası olmayanlar kadın olsun erkek olsun çıplak olarak tavaf yapmak zorunda bırakılıyordu. Bu ahlak dışı isteklerine de şöyle bir kılıf bulmuşlardı: “Günah işlediğiniz, içinde Allah´a isyan ettiğiniz elbise ile bu kutsal yerde tavaf yapamazsınız.”

Mekkeli müşrikler hiçbir zaman Hz İbrahim´in dinini bütünü ile terk etmediler. Aksine onlar, biz İbrahim Halilullah´ın dinindeniz diye övünüyorlardı. Onlar, Allah´ın dinini, kendi arzularına, kültürlerine, geleneklerine, çıkarlarına alet ederek tahrif ettiler. Dini, gündelik geçim kaynağı haline getirdiler.

Son zamanlar yakmayan kefen sözlerini duymaktayız, namaz kıldıran seccade  reklamlarını görmekteyiz. Neredeyse abdest aldıran su bile çıktı diyecekler. Yine Allah dostlarını bir kez ziyaret etmek, onu temaşa etmek 500 yıllık nafile ibadetten hayırlıdır, Allah dostunu ziyaret 1000 yıl nafile ibadetten daha evladır denilebiliyor. Allah aşkına aklı başında bir Müslüman bu düşünce sahiplerine şunu sormalıdır: Bir beşeri görmek, Allah´ın huzurunda durmaktan 1000 kat daha nasıl evla olabilir?

Her Müslüman önce kendisi dinini sahih kaynaklardan öğrenmeye, bildikleri ile amel etmeye çalışmalı, bilmediğini de ilim ehline sorup öğrenmelidir. Yine unutmayalım ki, hakikatten uzaklaştıran her düşünce ve amel kişiyi şeytana daha çok yaklaştırır ve cehenneme sürükler.

                                                                                 Şevket BOYRAT

                                                                       Çeltikçi Mah. Camii İmam Hatibi