Tarihe göz attığımızda, gerek asr-ı saadet döneminde olsun gerekse ecdadımızda olsun, yapmış oldukları hicret, göç veya seferlerde tek bir amaç güdülmüştür. Bu amaç ise Allah´ın kelamı ve Tevhid inancı olmuştur. Hicret edilen veya fethedilen bölgelere baktığımızda, ya hala İslam topraklarıdır ya da hala İslam´ın izlerini taşımaktadır. Neye niyet edilmişse o olmuştur.

Avrupa´ya göçün 50. yılını yaşadığımız bu günlerde İslam dinine bir hayli hizmet edenler olmuşsa da, ümit edilen durumun çok uzağında olduğumuzu görebiliyoruz.

En basit bir misalle ifade etmemiz gerekirse, dinimizi Avrupalılara (gayr-i müslimlere) anlatamamışız. En azından bunu aşırı bir şekilde ihmal etmişiz ki, gayr-i Müslimler İslamiyet´i medya´dan ya da dinini yaşamayan Müslümanlardan görmüşlerdir. Bu da tabii ki karşılıklı yanlış anlamalara yol açmıştır.

Bu sahada zamanında yerimizi almadığımızdan asırlardır dinimizi „Hayır sizin bildiğiniz gibi değil, aslında İslamiyet şöyle iyidir böyle iyidir“ diyerek savunmaya geçmek durumundayız. Çünkü boş kalan bu saha, batılılar ve İslamiyet düşmanlarından doldurulmuştur. Bize kalan, bir suçlunun kendini mahkemede savunması gibi olmuştur.

Peki, Müslümanların durumu farklı mı? Avrupa´da yaşayan bir âlim kişi yok. Varsa da, Avrupa dilini bilmemektedir. Yani; ya dil bilir dini bilmez, ya da dini bilir dil bilmez. 1. ve 2. kuşak da en büyük eksiklik zaten dil olmuştur. Biraz dil bilenler ise, tercümelerini yaparken, dini terimleri bilmediğinden eksik veya yanlış tercüme ettikleri de olmuştur.
„Aman ne var bunda, zararı olmaz“ diyenler yüzünden dinimiz hep eksik ya da yanlış anlatılmıştır. Burada bir misal vermek istiyorum. Asırlardır gayr-i Müslimlere (Almanlara) „namazı” anlatmak için kullanılan kelime anlamı „Dua“ olmuştur. Almana göre bizim dua edişimiz, hem ayakta hem otururken hem secdeye inmekledir. Biz namazdan bahsediyoruz ama anlattığımız şey ise dua etmektir. Bu yanlışlık önemli bir yanlışlık mı, değil mi, siz karar verin.

Şimdiki 3. ve 4. nesilden bahsedecek olursak, aralarında eskiye nazaran daha eğitimli gençler olmaları ve batı dillerini daha iyi konuşmalarına rağmen, ilgi alanları çok farklı olduğu için, dini tebliğ edecek ve doğru anlatabilecek eleman eksikliği hala yaşanmaktadır. Sebebi mi? Başlarda söylediğimiz gibi, amaç Tevhid değil, amaç ilay-ı Kelimetullah değil de, ondan.

 

Yapılan yanlışlıklardan biri de Müslüman cemaatlerinin birbirleriyle didişip, şucu ve buculukla uğraşması olmuştur. Asırlardır süregelen ithamlar, birbirinden uzak durup bir birliğin sağlanmaması, Müslümanların sağlam bir temele kavuşmadığının sebeplerinden biridir. Kimisi parti cemaatleridir diye kabullenilmedi kimisi de aynı görüşte olmadıkları için. Kısmen bu durum bugün hala böyledir.

Hal böyle iken, gelecek nesilleri yetiştireceğimiz yerde, dünya malı peşine koşmakla, kendi kabuğuna çekilmekle ve „zararın neresinden dönsen kar´dır“ düşüncesi ile bir türlü bir çalışmaya girmemekte ısrar ediliyor. Artık günden güne İslam´dan uzaklaşmış, milli ve manevi değer tanımayan bir insan haline geldik.

Peki, tüm bu yanlışlıkların bedeli ne oldu?

Yaklaşık 4-5 yıldır bir “Müslüman olma” modası türemiştir. Sözde Müslümanlığı seçen bazı alman kadın ve erkekler, bazı dernekler kurup bunların çatısı altında, “Almanya´da liberal İslam” adı altında günden güne büyüyorlar. Özellikle Facebook gibi sanal ortamlarda faaliyet gösteren bu liberaller, İslamiyet´in getirdiği birçok değerlere farklı anlamlar veriyorlar ve adeta bir reformun peşinde oldukları görünüyor. Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini neredeyse inkâr ettikleri açıkça görünüyor ve bir sürü kaynağı belli olan Hadisi Şerifleri inkâr edip, zayıf ve uydurma hadis diye şimdiye kadar doğru bilinen konulara farklı manalar vermektedirler. Alman Üniversitelerinde “İslam bilimi” bölümünü bitirmiş olduklarından ortaya attıkları fikirler Alman devleti ve yeni müslüman olanlar tarafından rağbet görmeyi sağlıyor. Bu bilim dalında şuurlu Müslümanlar tarafından dolmuş olsa idi bu durum böyle olmazdı. Ama dediğimiz gibi. Amaç Tevhid değil idi.


Bir diğer tehlike de „Vehhabiler“ tarafından oluşuyor. Kendilerini selefi diye adlandıran bu grup, özellikle Türkçesi zayıf olan Türk Gençlerini hedef olarak almaktadırlar. Çünkü bu gençler, Almanya´da doğup büyümüş olduklarından dolayı Türkçeleri bir hayli zayıf olan gençlerdir. Evde ve çevrede sadece almanca konuşan gençler, Vehhabilerin tuzaklarına kapılmış gidiyor. Zira bu grup, almanca konuşuyor. Hutbelerini Almanca okuyorlar. Vehhabi zihniyetli oldukları için toplanılan gençleri ecdatlarına düşman olarak yetiştirdiklerini görüyoruz. Hangi Müslüman Türk cemaati olursa olsun, onları yanlış yolda olduklarını gösterip bunların hepsinin bidat ehli olduğunu ve bir kısmının şirke saplandığını anlatmaktadırlar. Bu grubun en büyük düşmanı ise Tasavvuf´tur. Tasavvufta ilah-i aşk ve teslimiyete önem verildiğinden dolayı bunu düşman olarak göstermeliler ki, gençler buna kapılmasın.

Baştan beri eksikliklerimizin olduğu Avrupa´da, boşlukları hep başkaları doldurmuş bizleri de hep müdafaaya zorlamıştır. Şimdi hangisiyle uğraşalım değil mi? Bu tuzaklara kaptırılan gençleri çıkarmakla mı? Dinimizi bilerek yanlış anlatan zümre´ye karşı mücadele ile mi?
Bunların hepsi çok önemli konulardır. Ta başlardan beri bu tip konuları önemsemeyip geldiğimiz noktadaki durumumuzu ciddi bir şekilde gözden geçirmezsek, bundan daha da kötü durumlara yol açar meydan veririz.

Fethettiği ülkeleri 3–5 sene de müslüman yapan bir ecdadın torunları olarak 50 yıldır Avrupa´da %10´una bile İslam´ı tebliğ edebildik?
Komşumuza bile dinimizi anlatmaya çekinen bir müslüman olarak, hangi yüzle mahşerde efendimizin yüzüne bakacağız bilemiyorum. Allah için bir tokat yemeyi bırakın yüksek sesle Allah diyemeyen bir müslüman haline geldik.

Ey Avrupa Müslümanları! Sizler işçi çocukluğunu mu kabulleneceksiniz yoksa sultan torunu olmaya mı? Dinimize sahip çıkalım ve haddimizi bilelim. Yoksa Kader bize haddimizi bildirecek bu da acı olacak. Dünyada iken kendimize çeki düzen verelim ki, iki cihanda rahat edelim. Aksi takdirde dünya rahatlığını seçtiğimiz için hafazanallah şu ayeti kerime bizden bahseder:

„Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.“ (Şura suresi; ayet 20)