Bir medeniyetin oluşmasında mücerret olarak tek bir milletten, dinden, ırktan söz etmek mümkün değildir. Buna bağlı olarak medeniyetleri var eden yaşam ve ölüm sirkülâsyonunda varlığa gelen, yok olan hayatta kalan insan ve onun varlığına dair her şey medeniyetin bir cüzünü meydana getirir. Durum böyle olunca her insan ve ona dair her şey saygıya değerdir.

Müslüman ilkeli yaşamaya odaklı bir varlıktır, bu ilkelerin kaynağı ise Hz. Peygamber ve onun tebliği olan Kur´an-ı Kerim´den başkası olmamalı. Olursa birlikte yaşamak bir külfet olur, oysa birlikte yaşamanın aracı ülfet nihai amacı ise muhabbettir yani barıştır.

Toplum olarak kaçırdığımız bir nokta var tabiî ki o da birlikte yaşama kültürünü öncelikle ailede hâkim kılmaktır. Ailenin toplumu oluşturan en küçük hücre olduğunu düşünürsek o zaman daha iyi anlayabiliriz durumu. Şöyle ki insanı, hayvanı, bitkiyi veya diğer var olan mahlûkatı düşündüğümüzde onları meydana getirten hücrelerden birinde bir aksama tespit edildiğinde hemen tıbbi müdahale gerçekleşiyor. Çünkü biliniyor ki o aksaklık veya bozulma ilerde tüm vücudu sarsan bir rahatsızlığa hatta canın telef olmasına giden dönüşü imkânsız bir süreci başlatabilir. Toplumdaki durum da buna benzer. Eğer bir ailenin içerisinde var olan huzursuzluk, tahammülsüzlük giderilemezse o aileye huzursuzluk hâkim olur. Huzursuz bir ortamdan huzurlu bir neslin yetişmesi düşünülemez. Çünkü bireyler aileden ne görüyor ve uygulamada neye duyarlılık kazanıyorsa ilerleyen hayatlarında o duyarlılıklar üzerine bir hayat nizamı kuruyorlar. Huzursuzluk üzerine kurulan bir hayat, kurulan aileden başlamak üzere sokak, mahalle, şehir derken o ülkeyi ve hatta dünyayı huzursuz eder. Nitekim dünyada var olan sansasyonel olaylar böylesi bir durumun sonucudur.

Kendi evinin önünü süpürmekten uzak insanların dünyayı temiz ve yaşanabilir bir yer yapma iddiaları son derece gülünç ve gayri ciddidir. Bu konuda Kur´an-ı Kerim “Niçin yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” diyerek uyarıda bulunur.

Gelelim dünyayı yaşanabilir yapmayı gaye edinmenin şifrelerine.

Elzem olan öce bizi dünden bugüne taşıyan, iç huzurumuzu ve kişiliğimizi oluşturan Kur´an ve Sünneti iyi anlayacak ve onu nefsimizde yaşayarak hayatımızı anlamlandırmaktır. Anlamsız ve amaçsız bir hayat ne yazık ki bizi bir hedefe ulaştıramayacağı gibi fırtınalı havada denizin orasında terk edilmiş bir gemi gibi yapar. Zira ecdat “hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez” diyerek ne güzel ifade emişlerdir konunun özünü.

Toplumda insanlar yaşama hakkını birinin diğerine bir lütfu olarak görmemesi gerekir ki gerçek anlamda beraber yaşama kültüründen bahsedilebilsin. Bir diğer önemli husus ise kişilerin kendilerini rızık veren olarak görmemesi, eğer biri diğerine “senin ihtiyaçlarını ben karşılıyorum, ben olmasam yok olursun” iddiasında bulunuyorsa kendini Firavun ve Karun gibi tanrı olarak görüyor Allah´a şirk koşuyor demektir. Çünkü ona o kazancı veren ve kendisinin ihtiyaçlarını var eden her şeyin sahibi gerçek İlah´ı yok sayıyor ondan gafil oluyor demektir. Başka bir husus ise bireylerin medeniyetlerin oluşmasında sadece kendi etkilerinin olmadığını medeniyetlerin tıpkı bilim gibi kümülatif(birken) olduğunu kabul etmesidir. Çünkü kişi kendisinin medeniyetin oluşmasında koyduğu bir tuğlanın gelecek nesillerin onun üzerine koyacakları tuğlalarla başka bir medeniyetin oluşacağını ya da geçmişten birikegelen medeniyet unsurlarının o tuğla ile zenginleşeceğini ve sağlamlaşacağının farkında olmalı. Ben yaptım düşüncesinde değil de kişi biz yaptık şuurunda olursa o demde birlikte yaşama sanatının inceliklerine vukufiyetinden bahsedilebilir. Ve böylesi bireylerle birlikte yaşanabilir.

Konun başında dediğimiz gibi Hz. Peygamber bizim için bir örnektir bu hususta. Mekke´den Medine´ye geldiğinde orada bulunan kabileler ve diğer mensuplarıyla varılan antlaşma birlikte yaşama kültürünün nüvesini meydana getirir. Ayrıca bize bir ders niteliği taşır. Nasıl ki Yahudiler bu antlaşmaya sadık kaldıkları sürece birliktelik bozulmamışsa cana, mala, namusa hatta vatan olarak kabul edilen ortak yaşam alanına bir tecavüz söz konusu olduğunda ise birlik düşüncesiyle taviz de verilmemiştir. Gerekli uyarılar sonucunda bu antlaşma nihayetlendirilerek bozgun sahipleri orak yaşam alanından çıkarılmışlardır. Yaşanılan bu olay Müslümanlar için adeta mihenk taşıdır. Ortak yaşama kültürünün şâkülü, kuyumcu terazisidir.

Ortak yaşam alanında eğer ki mala, cana, namusa ve vatana bir tecavüz söz konusu değilse o vakit hangi dinden, dilden, ırktan, kabileden olursa olsun barış ve huzur ortamını sağlamak, sorumluluk sahibi olup sorun çıkarmadan yaşamak Müslüman´ın şiarı olmalıdır. Eğer bunlara bir tecavüz söz konusu ise yine Sünnet ve Kur´an devreye girer ki öncelikli hedef kişileri toplumdan tecrit etmek değil ilkeler düzleminde kişiyi uyuma ve huzura davet esastır. Önce gerekli olan uyarı, nasihatla yapılanın yanlışlığı anlatılır. Yani önce nush esastır. Sonra tekdir gelir ve eğer bunlardan bir netice alınamıyorsa öyleyse kötek devreye girer ki bu da devletin ve devlet kurumlarının işidir. Yine bireye herhangi bir müdahale düşmez. Günümüz şartlarında devlete eliyle düzeltmek, yine devlete ve kişiye diliyle düzeltmek, kişiye ise diliyle düzelemiyorsa kalbiyle buğz etmek düşer.

Eğer ortak bir yaşam alanından bahsetmek istiyorsak bireysellikten çıkıp toplum olma bilincini yakalamamız elzemdir. Yani ben olan benliği devreden çıkarıp bizi devreye sokmak kilit taşıdır. Nefis aradan çıkıp Yaradan´ın buyruğuna göre bir hayat nizamı kurmaktır bu işin sırrı.

Unutmamamız gereken başka bir husus da bir münazara veya münakaşada ya çalışmada eğer Allah rızası devreden çıkıp onun yerine nefis(ego) tatminliği devreye girerse bilinmeli ki o işin sonu hayır olmaz. İnsan kendisini yoklamayı bilmek zorundadır. Kendine ara sorularla “şuan tartışan ben değilim nefsim ve o nefis asla tatmin olmaz öyleyse bu işe bir son vermeliyim” diyerek sükût etmesini bilmelidir. Eğer birey bunu yapamıyorsa bilinmeli ki o ortamda ortak ve ilkesel bir yaşamdan söz edilemez. Çünkü ortak çıkarlar devreden çıkar ve bireysel, nefislerin istekleri devreye girer bu da her geçen saniye içinde bulunulan durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokar.

İşte yukarda sayageldiğim durumlar bir yerde kilitlenir. Özelde namaz genelde ibadetler. Namaz ibadetinden mahrum olan bir ruh ve beden gün boyu ego depolar. Çünkü o boyun eğmez ki Yaratıcının önünde, haddini aşan nefsinin bu azgınlığı kar gibi erisin. On bir ay boyunca ego depolayan bir nefis ve beden bir ay terbiyeye tabi tutulmaz ki kendine gelsin aczini hatırlasın. Zenginliği ile Hacca varmaz ki mahşeri yaşasın da herkesin kendi derdi ile meşgul olduğu o mahşeri âna tanıklık etsin de biraz kendine gelsin. Zekat vermez ki malın sahibinin kendisi olmadığı bunun “bir asıl sahibinin” olduğunu hatırlayıp malı üzerindeki Allah hakkı dediğimiz zekat ve sadakayı sahibine yani yetim, ihtiyaç sahiplerine versin. Karunlaşmasın.

İşte bütün bu saydığımız hakikatler birlikte yaşamanın ve yaşam alanı oluşturmanın kilit taşlarını meydana getirir. Saygı ve ülfet, akabinde muhabbet üzerine inşa edilmeyen bir aile ve toplum birlikte yaşayamaz. Yaşamak istemedikleri için değil yaşamaya layık olmadıkları için yaşayamazlar. Lakin onlar tatmin olmayan nefisleriyle “ben istemedim de olmadı” gafleti içinde yok olup giderler.

Öyleyse hangi milletten, dinden, ırktan, kabileden olursa olsun birlikte yaşamayı başarabilmek için ortak araçlarla hareket edip ortak amaca ulaşmayı hedef edinmeliyiz ki böylesi bir toplumu inşa edebilelim. Dinlerin oraya koyduğu genel ahlak kurallarını hayatına tatbik eden, toplum ve devlet olma bilincini yakalayan bireyler ortak yaşam alanına sahip olabilir. Diğer türlüsü hangi kültürün, dinin, milletin, ırkın ve devletin mensubu olursanız olun kargaşa, terörizm, her türlü değere tecavüz ve bunun sonucunda da dünyada fesat kol gezer.