İman dairesine girebilmek için, evvela Mü’min ol-mak, Allah’a iman etmek lazımdır. Fakat daha mühim meselede, son nefesimize kadar imanımızı muhafaza etmektir. Çünkü bir insan düşünün ki 60 sene ömrü var. Bu ömrünün 59 sene 364 günü imanını muhafa-za etse, son bir gününde de imanını kaybetse evvelki imanın kendisine zerre miktarı faydası olmayacaktır. En mühim mesele: Son nefese kadar Hz. Allah’ın huzuruna varana kadar imanı, o tende, o canda muhafaza edebilmektir. Bu sebepten, imanı koruyabilmek için yapılacak işleri iyi bilmek gerekir. Bunların biriside, Allah’a kullukta bulunmaktır. Onun men ettiği şeylerden kaçınmaktır. Eğer bunlardan kaçınmazsak, Eğer Allah’ın emirlerini yerine getirmezsek, o zaman imanımız parlamakta olan bir mum alevi gibi kalır. Dikkat ederseniz mumun ışığıda az, rüzgâra karşıda hiç tahammüllü değildir. Küçük bir rüzgâr onu söndürebilir. İşte böyle bir insanın imanı da (Allah muhafaza eylesin) Saman alevi gibi parlar, sabun köpü-ğü gibi kabarır ama biraz sonra söner. Şeytanın estireceği fitne rüzgarlarına o iman tahammül edemez. Günümüzde ve geçmişte bazı insanlar; “Efendim ben ibadet etmiyorum ama gel sen benim kalbime bak, benim kalbim temiz” diyor. Sanki kalbini yıkamış, dezenfekte etmişte, o adam ben kalbimi temizledim, yıkadım, mikrop falan yok diyor. Ve böylece hayat sürüp gidiyor. Bugün genç nesil ağlıyor. Şayet o gençlere kalp gözüyle bakmasını bilebilirsek, onların feryadını duyabilirsek, onların anne babalarına şöyle seslendiğini işitiriz. “Anne, baba! Allah aşkına bana dinimi, imanımı öğretin” diyor. Ama anne babaların kalpleri taşlaşmış, gözleri nerdeyse kör olmuş ve bu hakikatı göremiyorlar. Dikkat et Muhterem Müslüman, evladını sağır ve kör yetiştirme? Hocam diyeceksin “Elhamdülillah çocuğumun gözleri bir projektör gibi görüyor, kulakları da bir radar kadar işitir.” Kardeşlerim, Ebu Cehil’inde gözleri görüyordu. Ancak başında parlayan Hz. Muhammed (s.a.v)’in getirdiği hakikati göremeyecek kadar kör idi onun gözleri. Ebu Cehil’inde kulakları işitiyordu. Yanı başında okunan Ezan-ı Muhammediyeyi duymayacak, onun sesine uyamayacak kadar sağır idi, onun kulakları. İşte sende evladını yetiştirirken Camileri ve minareleri göremeyecek, onların sesine kulak veremeyecek şekilde kör ve sağır bir evlat olarak yetiştirme. Şayet bir gün Ankara veya İstanbul’da tanınmış ve meşhur camilerden birine yolunuz uğrarsa bir gündüz namazı kılın. Oradaki manzaraya bir bakın, namazdan sonra dışarıdaki Müslümanların halini bir seyredin. Her gün birkaç tane cenaze getirilir oraya. Bir taraftan Müslümanlar saf tutmuş, orada yatan mevtanın affı için namaza durmuşlar. Diğer taraflarda ise sıra sıra durmuş namazı kılanları seyreden insanlar görürsünüz. İçinden bir ses, “acaba bunlar Müslüman değil mi?” diyecektir. Kardeşim onlarda Müslüman, onlarda Müslüman anne ve babanın çocukları. Nüfus cüzdanlarına bakarsanız, İslam yazar ama gelin görün ki onlar namaz kılmazlar. Hatta onlar, kendi annesinin, kendi babasının, kendi kardeşle-rinin cenazesini getirirler, musalla taşına koyarlar. Uzaktan seyrederler. Öyleyse, evladlarınızı yetiştirirken cenaze namazınızı kılamayacak bir şekilde yetiştirmeyin. Bir gün Hz. Musa (a.s) Cenab-ı Allah’a soruyor. Hz. Mevlâna bu hadiseyi mesnevisinde şöyle zikreder: “Ya Rabbi insanları Dünya’ya getiriyorsun, tam işe yarayacakları zaman, ruhlarını alıp öldürü-yorsun. Yaratacaktın, niye öldürüyorsun, öldürecektin niçin getirdin bu dünyaya.” Cenabı-ı Hak der ki Hz. Musa’ya, “sen ekin ek bunun cevabını bulacaksın.” Hz. Musa ekin eker ve büyütür. Sonra orağıyla, tırpanıyla kökünden keser. Hz. Allah sorar, Hz. Musa’ya; “Ekinini ektin tam işe yarayacağı zamanda kestin, kesecektin madem ki niye ektin?” Hz. Musa der ki; “Ya Rabbi bunun içinde buğday var, saman var. Bunları karıştıracak olursam bir kıymeti kalmaz. Bunları birbirinden ayırmam lazım. Saman samanlığa, buğdayın da ambara girmesi lazım.” Cenab-ı Allah: “Ey Musa, benim kullarım arasında temiz ruhlu, buğday gibi hürmete layık, cenneti hak eden kullarım olduğu gibi, saman gibi, yanmayı, cehennemi hak eden kullarım da var. İş-te ben ölümü bunun için yarattım. Kıyamet gününde onları birbirinden ayıracağım. Cennetlik olanları kayıracağım” buyuruyor. Kardeşim düşün ve hayatının hesabını yap. Acaba saman gibi yakılmaya layık bir yolda mısın? Yoksa buğday gibi cennete, hürmete layık bir yolda mı gidiyorsun? Şayet yakılmaya layık yolda isen hemen geriye dönmelisin. Dönmezsen, belki ömrün hidayete erişmeye kâfi gelmez. “Hocam daha benim yaşım genç.” İşte günümüzde müslümanın aldandığı nokta burası. Memur, işçi, emekliliğini bekler olmuş. Emekliler çocuklarının mürüvvetini gözetir olmuş. İbadetten, taattan, namazdan, zekâttan ve haçtan uzaklaşır olmuşlar. Ve ölüm hazırlıksız bir şekilde kucağına alıvermiş. En yaşlı bir ihtiyara ölmek üzereyken sormuşlar; “Bu kadar sene yaşadın, işlerini tamamlayıp da mı gidiyorsun?” O da şöyle cevap vermiş; “Daha birçoğuna başlamadım bile...” Dünkü gün geçmiştir. Bütün dünyayı bağışlasanız, dünkü gün geri gelmez. Ömür takviminden dünkü yaprak kopmuştur. Yarın ki günün nasıl olacağını bile-miyoruz. Allah imandan, Kur’an’dan ayırmasın ama bir trafik kazasına kurban gitmeyeceğimiz ne malum. Aniden kalp sektesinden ölmeyeceğimiz ne malum. Öyleyse “daha gencim” diyenler aldanmaktadır. Allah korusun kıyamet gününde yavrumuzun alnına isyankâr damgası vurulursa zebaniler o yavruyu cehenneme götürürken o çocuk, “anne, baba niçin bana Allah’ımı, Peygamberimi, dinimi, imanımı ve kitabımı öğretmediniz? Şimdi beni bırakıp nereye gidiyorsunuz?” derse yüreğiniz parçalanmaz mı? İnsan dünyaya geldiğinde adı konulurken sağ kulağına ezan, sol kulağına da kâmet okunur. O anda herhangi bir namaz kılınmaz. Bu ezan ve kametin namazı sonra gelecektir. İnsan ölünce cenaze namazı kılınır. Fakat bu namazda ezan ve kamet yoktur. Ne-den? Çünkü ezan ve kameti daha dünyaya yeni gelmişken, adı konulurken okunmuştur. İnsanın hayatının ezan, kamet ve namaz arası daracık vakit kadar olduğu ima edilmektedir. Fahrettin Razi şöyle der; “Allah’ın yarattıklarını gördüğü halde Allah hakkında şüpheye düşen insana şaşarım. İlk doğuşa inanırda, son doğuşa inanmaz. Her gün her gece ölmek ve dirilmek yaşanırken, o öldükten sonrayı dirilmeyi ve kıyameti inkar eder. Cennetin nimetlerine özenir ama aldatıcı dünya için çalışır. Başlangıçta kendisi bir nut-fe (sperme) iken, sonunun çirkin bir ceset olduğunu bilir de, yine kibirlilik taslar ve öğünür. Fındığı kırar yer de, bir fındık ağacı dikmeye akıl erdiremez...” Bu nedenle genel olarak insan, özel olarak da Mü’minler aklı kullanmakla sorumlu tutulduğu için akıl ve imanın birbirinden ayrılması düşünülemez. Bunun için dini tekliflerde akıl esas alınmışır. Kur’an-ı Kerim’de insan, aklını kullanmaya, düşünmeye ve ibret almaya davet edilmektedir: “Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allah’ın (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda kesin olarak inanan bir toplum için elbette nice delil-ler vardır. Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Câsi-ye,45/3-5) Yüce Allah, mealini verdiğimiz bu Ayeti Kerimelerde gerek bizim, gerekse diğer canlıların yaratılışın-da, kâinatın işleyişinde; gece ve gündüzün birbiri ardınca bir seyir izlemesinde, yağmurla birlikte yeryü- zünün canlanmasında ve rüzgarın esmesinde akıl sahipleri için bir çok deliller olduğunu belirtir. Bu deliller, kâinattaki işleyen kusursuz mükemmel düzenin tesadüf değil, güç ve kudret sahibi yüce Yaratıcının eseri olduğunu ispat eder; bizi, O’na iman etmeye çağırır. Nahl süresinin 12. ayetinde şöyle buyurulur: “O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.” Yüce Allah, insanlar daha fazla ileriyi görsünler diye, gözlerimizi ön tarafa bakacak şekilde yaratmıştır. Fakat geride olanları da unutsunlar ihmal etsinler diye değildir. Bu itibarla Allah’ın yüce yaratıcı olduğuna inanan biz Mü’minler, kâinata ve içerisindeki her şeye akıl ve ibret gözüyle bakmalıyız. İbret gözüyle bakabilmek, aklımızı ve tefekkür gücünü kullanmaya bağlıdır. Kâinatın işleyişindeki ulvi ahengi tefekkür edip kavradıkça Allah’a olan imanımız tahkik mertebesine erişir. Böyle bir iman bilinçsiz/taklidi bir iman değil, akli delilere ve aklı kullanmaya dayanan bilinçli/tahkiki bir iman olur. İmanımızı muhafaza edebilmek için kalbimize, özellikle de dilimizden çıkacak sözlere dikkat etmek zorundayız. Bu sebeple olsa gerek sık sık son nefeste Allah’tan bize iman ve Kur’an nasip etmesi, kelimei şehadeti söylemeyi kolaylaştırması niyazında bulunmaktayız. İşte bu nedenle bir Müslüman olarak bu nimeti korumanın azami gayreti içinde olmalıyız. Kişinin imanla dünyaya gelmesi nasıl mümkün ise, bu imanını koru-mayıp zayi etmesi de o denli mümkündür. O nedenle iman, ibadet ve güzel ahlakla korunmalı ve takviye edilmelidir. Zira iman ile müşerref olmayan kimselerin ibadetle mükellef olması düşünülemez. İman olmadan cennete girilemez. İman olmadan İslam olmaz. O halde insan veya bir başka tabirle Müslümanın ilk görevi, Allah’ın varlığını ve birliğini bilip tasdik etmesi-dir. Şüphesiz bu tasdikin makamı ise kalptir. Dil ile ikrar edilmesi ise ayrı bir önem taşımaktadır. Yüce Allah, bütün Mü’minlere yaşadığı hayatın hesabın verebilen kullarından olmayı nasip eylesin. Hakkı Hak bilip, Hakk’a sarılan, Batılı batıl bilip, batıldan kaçan kullarından da eylesin.