Ne demiş Hz Ali?

“Bana bir harf öğretenin Kırk Yıl kölesi olurum” demiş…

Günümüz Türkiye’sinde bırakalım bir harf öğretene kırk yıl köleliği; devlet kapısında dört yüz bin Öğretmen kul köle olmuş, Bakan hazretlerinden himmet bekliyor…

Niçin?

Elbette hiç kimseyi köle yapmak için değil tabii…

Yıllar yılı, emek verip dirsek çürüttüğü öğretmenlik mesleğine kavuşabilmek ve geçimine çözüm bulabilmek için…

Bunu hayal etmiş, bunun için yıllarca okumuş, üniversiteyi bitirmiş, sonrada bekle babam bekle…

Her neyse; eğitimin milliliği rafa kaldırınca bu kadar kusur, kadı kızında da bulunur diyelim…

Teselli için mesela…

Şimdi:

Hep biliyoruz ki; canlılar doğumundan ölümüne kadar geçen her aşamada, eğitilerek gelişir ve büyür…

Bu manada Eğitim:

Canlılara yeni alışkanlıklar kazandırmaktır diye de tanımlanabilir…    

Bilindiği gibi:

Eğitim faaliyetlerinin oluşması için üç öğenin var olması gerekir.

Bunlar:

Eğitim için mekan Eğitilecek elaman- Eğitimi verecek olan öğretmen.

KONUMUZ ÖĞRETMEN İSE; O KİMDİR?

Öğrenmenin aracıdır; O olmasa eğitim yapılamaz…

O yedek velidir; eğitilecek olan insan yavrusu ise, O’nun yetiştirilmesinde en az veli kadar kendini sorumlu kılar…

O güvenilir kişidir; her türlü ortamda sığınılan bir limandır…

ÖĞRETMENİN DEĞERLENDİRİLMESİNDE:

Bilgisi-Kişiliği-Bilgi aktarma yani öğretebilme yetkinliği-Çevreyle uyumu- ve halkla ilişkiler gibi özellikler aranır…

ÖĞRETMEN, CANLININ, DOLAYISIYLA

TOPLUMUN MİMARIDIR

Bunun içindir ki:

İnsanı şekillendirir. -Toplumun her kesimine hizmet verir.- Nitelikli insan gücünün yetiştirilmesinde görev alır.- Toplumda, huzur ve barışın sağlanmasında etkendir.- Bireylerin soysallaşmasında ve toplumsal hayata hazırlanmasında sorumluluk taşır.- Toplumun kültür değerlerinin genç kuşaklara aktarılmasında çaba harcar.

Sonuçta:

Öğretmen; ektiğini en geç biçen bir çiftçidir…

Ve:

Yetişen nesiller hiç kuşkusuz, kendini yetiştiren öğretmenin özelliğini taşır…

Bakın:

1739 Sayılı Milli Eğitim Bakanlığı Temel Kanununun 43. Maddesi öğretmeni nasıl tanımlamış:

“Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan, özel bir ihtisas mesleğidir” demiştir.

Bu bağlamda, biraz eski yıllara giderek, öğretmenliğin geçirdiği aşamaları görelim…

Yurdumuzun düşman işgalinden kurtarılıp Cumhuriyet’imizin ilan edildiği yıllarda ne yeteri kadar okul, ne de bu okullarda görev alacak öğretmen varmış…

1924 yılının Ağustos Ayının 28. günü Akara toplanan muallimler kongresinde bir konuşma yapan İlk Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Paşa:

“Muallimler! Cumhuriyet sizden; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” diyerek, eğitim ve öğretimdeki ana hedefi göstermiş…

İyi güzel de:

Diplomalı okur, yazarların çok büyük kısmı Gerek Çanakkale, gerekse de Sakarya Savaşlarında şehit düşmüş; elde avuçta eğitim ve öğretim alanında yararlanacak elaman yok denecek kadar kıtken…     

Üstelik:

1927 yılında Cumhuriyet Tarihinin ilk genel nüfus sayımında 13 Milyon Altı Yüz Bin civarında insana sahip olan genç Türkiye’de; okuma yazma oranı erkeklerde: % 13, kadınlar da, kesin ifade edilememekle birlikte % 6 yı geçmemekte iken:

Ulu Önderin düşündükleri; “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller nasıl yetiştirilecekti?

Bunun için:

Büyük bir eğitim ve öğretim seferberliğine girişilir; süratle “Millet Mektepleri” kırsal alanlara, “Okuma Odaları” açılır. Öğretmen açığı: Askerde, azıcık okuma yazma bilen erbaşları, kısa bir pedagojik kurslardan geçirip, “Eğitmen” yapılarak en aza indirilir…

Zamana bağlı olarak ivedilikle: İlk Öğretim için; İlk Öğretmen Okulları, Ortaokullar için; Eğitim Enstitüleri, Liseler için; Yüksek Öğretmen okulları açılarak öğretmen açığı kapatılmaya çalışılır…

Ayrıca Meslek okullarına verilen emek ve hizmetler de unutulmamalı…

Bu okulların hemen, hemen hepsi yatılı olup tüm masraflar, devletçe karşılanırdı.

Buralarda, devletin temel felsefesine uygun kafa yapısında yetiştirilen elamanlar, okullarını bitirdikleri gün, maaşa bağlanır ve çektikleri kura ile vatanın her bölgesi-ne, her kırsalına ulvi bir görev aşkıyla giderlerdi…

Şimdiki üniversiteli genç öğretmenlerimiz de gidecek; hem de gözyaşlarıyla, sevinç çığlıklarıyla, en riskli bölgelere bile koşa, koşa gidecekler…

Gidecekler ama; atayan yok ki: Bu gün Üç Yüz Binin üstünde üniversiteli öğretmen umutla beklemekte…

Milli Eğitim Bakanlığı, isminin ünündeki “milli” sözcüğünün hedefi dışında, bilinmeyen bir kararla, öğretmen yetiştirme yetkisini, 1982 yılında Üniversitelere devretti.

Hükümetler de, oy avcılığı esasına dayalı çok yanlış politikalarla, 55 i devlet, Seksen küsur, öğretmen yetiştiren eğitim fakültesi açınca, lastik patladı…

Her yıl üniversitelerde ihtiyacın çok üstünde plansız öğretmen mezun olunca, genç öğretmenlerin umudu; Milli Eğitim Bakanlığının iki dudağının arasına sıkıştı kal-dı…  

 Şurası iyi bilinmelidir ki: Üniversiteler iş bulma, iş yaratma kurumları değildir.

 Onlar:

 Sadece kendisine gönderilen elamanları, seçilen branşlara göre yetiştirip hayata atarlar o kadar…      

 Bu bapta üniversiteleri suçlayamayız.

 Özellikle suçlanması gereken: 1980 den bu yana, eğitimdeki “Millilik” ilkesini, kendi siyasi anlayışına alet eden, sorumsuz politikacılardır…

 Siyasetleri uğruna eğitimin olmazsa olmazı olan öğretmenliği köleleştirip kapılarında kul edenleri, belki kullar zamanla unutup af ederler; dileğim Allah’ın af etmemesidir.