Hz. Cabir anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah´ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah´ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin (Hz Muhammed´in) nurudur. O nur, Allah´ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne (Levh-i Mahfuz), ne kalem, ne cennet, ne cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlûkları yaratmak istediği vakit, bu nuru (Hz Muhammed´in nurunu)   dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş´ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi´yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu, iman şuurunu, ikinci parçadan, marifetullahtan ibaret olan kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu´rresulüllah nurunu) yarattı.”

Evet, böyle bir peygamberin ümmetiyiz. Peygamber Efendimiz, kâinatın hem bir tohumu hem de bir meyvesidir. Allah-u Teâlâ, Peygamber Efendimiz´i yarattığından kâinatı yaratmıştır. Maalesef bizler, O´nu layıkıyla tanıyamadık, bilemedik. En güzel hayat olan O´nun hayatını, okumadık, okuduysak yaşamadık. Hep O´nun yaşantısını dillerde, hadislerde bıraktık, hayatımızın merkezine koyamadık ve hayatımızın rotasını onunla çizemedik.

Ya Peki bizler nasıl ümmet olduk? Yemek yiye yiye göbek yapmış, uyumaktan gözleri şişmiş, eğlence ve gezmelerden yorgun düşmüş, şuurunu ve yolunu kaybetmiş birer vefasız ümmet olduk.

Peygamber Efendimiz´ e kırk (40) yaşında peygamberlik gelene kadar kendisi, Allah-u Teâlâ´nın himayesi ile cahiliye döneminin bütün pisliklerinden korunmuştu. Kendisinin ahlaklı ve erdemli yaşantısı her kesimin takdiri ile karşılanmış, kendisine de bundan dolayı da Muhammed-ül Emin (Güvenilir Muhammed) denmiştir. Mekke halkı, emanetlerini Hz Muhammed´e teslim eder, vakti gelince de kendisinden tastamam geri alırlardı. Ağzından ne kötü bir söz duyulmuş, hareketlerinde de ne bir aşırılık görülmüştü. Bu kırk senelik hayatı, tertemiz, dupduru bir hayattı ve sonrası da aynı şekilde peygamberlik vazifesi ile devam etti.

Hz peygamber Efendimiz´e kırk yaşında peygamberlik gelince O, Muhammed-ül Emin diyenler, ne olduysa ne değiştiyse bir anda kendisine düşman oldular. Evet, Hz Peygamber Efendimiz´i kırk yıl tanımalarına, ahlakından ve faziletinden bahsedip güvenilir insan görmelerine rağmen ne oldu da bir gecede kendisini düşman ilan ettiler, kendisine her türlü hakaretler (Mecnun, Kâhin, Şair) demeye başladılar. Sormak lazım Peygamber efendimiz, onlara düşman olmayı hak edecek ne yapmıştı ne söylemişti? Gelin bunu Hz: Cafer´in Hz Necaşi´ye konuşmasından öğrenelim.

 - Ey hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Leşleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı yerdi! Yüce Allah, bize kendimizden; soyunu, sopunu, doğruluğunu, emniyetini, iffet ve nezahetini bilip duyduğumuz bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik... O ahir zaman Peygamberi, bizi Allah´a, Allah´ın birliğine inanmaya, O´na ibadete, bizim ve atalarımızın Allah´tan başka tapına geldiğimiz taşları ve putları kırmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlaksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi men etti... Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın bir Allah´a ibadet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti... Biz de o peygamberi tasdik ve ona iman ettik.

Şu bir gerçek ki gerek peygamberlere ve gerekse peygamber varisi olan evliyalara ve âlimlere olan düşmanlık (karalama, iftira, baskılar ve işkenceler) sebebi,  ilahi emirlerin, dünyalık çıkar ve menfaatlerine ters düşmesindendir. Hz Cafer´in Hz Necaşi´ye söylediği o ilahi emirler, müşriklerin günah yaşantılarını, toplum içinde makam, para ve otorite kazanma şekillerini yasaklıyordu. Cahiliye dönemine de bakacak olursak, Mekke´de (Kâbe´de) her yıl festivaller düzenlenir, putlara kurbanlar kesilir ve bundan da muazzam ticari gelir elde edilirdi. Bunun şerefine,  kadınlar, kızlar oynatılarak eğlenceler yapılır ve her türlü fuhşiyat işlenirdi. Kölelik düzeni vardı ve bu düzenle, üst ve zengin tabaka alt kesimi ezebildiği kadar ezer, onları insan olarak görmezlerdi. Eee bu kadar şatafat, debdebe, güç ve zenginlik kaybedilmek istenir mi?

Tabi ki de kaybetmek istemediler ve bunun için her türlü kötülüğü, öldürmeye varacak kadar olan her şeyi yapmak istediler. Her türlü baskıyı, şantajı ve zorbalığı denediler. Bu işler o kadar vahim boyutlara kadar vardı ki Peygamber Efendimiz,  gizlice Hz Ebubekir ile Medine ye gitmek zorunda kaldı. Artık kendisi o sevdiği Kâbe´den uzak Medine´de vazifesine, tebliğine devam edecekti. Suçu neydi, Allah´ı bilin, haramı bilin, helali bilin, sadece Allah´a kul olun ve hakkın tarafında olun demekti.

Müşrikler peki ne diyorlardı? Muhammed bunu yapamaz. Allah bula bula bir yetime mi peygamberlik verdi, Peygamberlik,  bizler gibi soylu ve zengin insanlar içerisinden çıkması ya da onun bir melek olması gerekmez miydi? Hem kendisi otoriteye baş kaldırdı, yüzlerce yıllık atalarımızın dinini inkâr etti ve evlatla oğulu, oğulla evladı birbirine düşürdü, düşman etti. Ne güzel her şey yolunda gidiyordu, karışan, sorgulayan yoktu bir yetim olarak neyine güvendin de bize karşı geldin, hakkı korkusuzca tebliğ ettin. Sen ilahlarımıza, düzenimize başkaldıran bir hainsin dediler. Bin kinle bin nefretle durmaksızın saldırdılar.

Tabi bu bir süreçti… Bu kadar iftira ve karalamalara rağmen İslam, dalga dalga insanlar arasında yayıldı ve Allah fethini gerçekleştirdi. Zaten hep böyle olmamış mıdır? Hakkın taraftarları (Peygamberler ve peygamber varisleri) hep böyle asılsız, yalan ithamlara maruz kalmış ve her türlü maddi ve manevi işkenceler görmüşlerdir. Ama ilahi adaletten midir nedir, zalimler ve inkârcılar tarihin o karanlık sayfalarına gömülürken, o hak erleri, müminler ve mazlumlar tarihin o fazilet sayfalarında övgüyle, gururla ve zaferle hep bahsedilmiştir.

ZAFER, DAVASINDA HİLE YAPANLARIN DEĞİL, DAVASINDA ÇİLE ÇEKENLERİNDİR.

Sevgiler, saygılar…