“Tevhid”  ile “Vahdet” yakından ilintilidir. Vahdet demek, “birlik olmak, birlikte hareket etmek” demektir; yoksa her şeyi “aynı biçimde düşünmek”“aynısını yapmak”“tümüyle uyumlaşmak” demek değildir. Vahdet için her bireyin ve her topluluğun, “Ümmetin birliğini teşkil eden ana yapı” içinde, “bütünlüğü sağlayacak rol”ünü oynaması, “üzerine düşen sorumluluk”u yerine getirmesi yeterlidir.

Nasıl ki müslümanların “ana dava”sı Tevhid ise, “Tevhid dava”yı yürütebilmek için gereken “ana hal”, Vahdet´tir. Müslümanlar, “İslam davası”nın başarıya ulaştırılabilmesi için“birbirlerinin hatalarını değil, ama birbirlerini hatalarıyla kabul etme”yi başardıklarında, vahdet için yol açılmış demektir. Önemli olan,“bir vücudun azaları/hücreleri” oldukları bilinciyle, “kendilerine düşen rol”ü oynamalarıdır. Vahdeti sağlayamayan müslümanların, Tevhid davasını sürdürmeleri mümkün olmaz. Nitekim bugün Tevhid davası hayata egemen değilse, bunun en önemli sebebi, vahdetin olmamasıdır. Nasıl ki Tevhid için şirkten kaçmak lazımsa, vahdet için de tefrikadan kaçmak lazımdır. Şirk içinde olanın Tevhid davasını sürdürdüğü iddiası nasıl gerçek dışıysa, tefrika içindeki müslümanların Tevhid davasına dair iddiaları da gerçek dışıdır. Nasıl ki en büyük itikadi sapkınlık şirk ise, en büyük sosyolojik sapkınlık da tefrikadır. Yine, nasıl ki Tevhid “birlemek” manasına geliyor, vahdet de “birleşmek” manasına geliyor. “Allah´ı birleme”den Tevhid iddiası yalan olduğu gibi, “tefrika”yı “vahdet”e döndürmeden de “Tevhid davanın eri” olma iddiası yalandır.

Müslümanlar çok sayıda gruba ayrılıp birbirlerinden uzaklaştılar. Aralarına kin, nefret, zıtlaşma, kutuplaşma, birbirini itme duyguları girdi; bir araya gelemiyorlar. Oysa Kur´an´a iman ediyorsak, Kur´an´ın hükümlerine uyacağız. Eğer Kur´an´da emredilen birlik ve beraberliği sağlamıyorsak, Kur´an´a iman boş bir iddiadan öteye geçmez. Uymadığın bir kitaba inandığını söylemenin ne manası var? İnanıyorsan, uyacaksın ve öncelikli görevini yapacak, Tevhid davasını başarıya ulaştıracaksın. Bunun için de müslümanlar arasında, tüm ihtilaflara rağmen vahdeti sağlayacaksın.

İslam düşmanları müslümanların vahdetini ve dayanışmasını engellemek için her türlü entrikaya başvurur; müslümanlar arasındaki ihtilafları büyüterek bu ihtilafları tefrikaya dönüştürmek için uğraşır; bunları müslümanları birbirinden uzaklaştırmak ve aralarında fitne çıkarmak için kullanır. Müslümanlar bu oyuna karşı uyanık olmalıdır.

Birbirimize tahammül etmeyi öğreneceğiz, hata yapma hakkı vereceğiz, ismet sıfatımızın olmadığını bileceğiz. Yanlışlarımızı değil, ama birbirimizi yanlışlarımızla birlikte seveceğizAramızdaki anlaşmazlıklar, farklılıklar ayrılığı körükleyen birer sorun olarak değil, birleşmeyi zorunlu kılan birer gerekçe haline gelecek. Bileceğiz ki ayrılırsak sorunları çözemeyiz ve çözemedik; ama birleşirsek, aramızda oluşacak güven ve tolerans, zamanla birbirimizin nasihatlarına menfi tepki duymamayı getirecek ve sorunlar, ayrılık noktaları, ihtilaf hususları çözüme doğru gidecek.

 “Vahdet”, herkesin aynı çatı (düşünce, yorum, yaklaşım, amel) altında birleşmesi değil; bütün bu farklı malzemenin bir “ümmet binası”nı kuracak kabiliyette, vasıfta, nitelikte, özellikte olması; birbirini tamamlayarak bir “ümmet bahçesi”ni teşkil etmesidir. Yani “işbirliği içinde, tepede tek bir koordinasyonla hareket eden bir birleşme ve birlikte hareket etme, tek bir planın farklı alanlarını ve etaplarını yapma”dır.

İslami vahdet, çeşitli mezhep, grup, tarikat vb. bağlılarının kendi yollarından el çekip “tek bir grup” olmaları şeklinde anlaşılmamalı. Esas olan, “ortak düşmana karşı uzlaşma ve gönül birliği içinde olma”dır.Ancak yapmaları gerekenleri yapmayan müslümanlar, birbirlerine karşı kendi hallerini yüceltme gayretkeşliğiyle üstünlük taslamaya kalkışıyorlar ve tefrikayı derinleştiriyorlar.

Müslümanlar arasındaki “yanlış anlaşılma”lar, “mezhebi ve meşrebi ihtilaflar”ın bizzat kendisinden daha tehlikelidir. Zira “yanlış anlaşılmave “birbirini iyi anlamama”, karşılıklı birtakım “ölçüsüz suçlamalar”a yol açar; süreç içinde ise “sürtüşme”nin, “çatışma”nın, “tefrika”nın ve“bölünme”nin “kor”unu alevlendirir. İhtilafların ve yanlış anlamaların karşılıkla suçlamalara varması, tefrikaları ve ihtilafları körükler.

Aramızda kavga da etsek, birbirimize kızsak da, bir “Ümmet vücudu”nun hücreleri olduğumuzu, vücudu terk ettiğimizde hem kendi hayatiyetimizi, hem de vücudun hayatiyetini tehlikeye attığımızı unutmayalım. “Ortak düşman”a karşı, “ortak hedefe doğru “birlikte yürümek” zorunda olduğumuzu bilelim. İhtilaflarımızın, “dinin hakikatini görememekten,“hidayet”ine erememekten kaynaklandığının idrakine erelim. “İsmi ve memleketi müslüman, ama kalbi ve vicdanı müslüman olmayan bir toplum” ürediğinin farkına varalım.

“Şirk”ten kurtulmada “Tevhid”in önemi neyse, “tefrika”dan kurtulmada “vahdet”in önemi odur. Nasıl ki imanı kurtarmak için ilahları reddedip Allah´ı birlemek zorundaysak, özgürce varoluşumuzu her türlü küfri tasalluttan kurtarmak için de fert fert, grup grup ayrışan müslümanları birleştirmek, “Ümmet´in vahdeti”ni sağlamak zorundayız.

Yüce Rabbimiz Allah (c.c)  bir ayet-i kerimede  şöyle buyurmaktadır: “Allah´a ve Rasûlü´ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize bir korku düşer de heybet ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun! Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 1 – (Enfâl, 8/46.) Bir hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”2 –( Müslim, Birr ve Sıla, 66. )

Mekke´de Peygamberimiz (s.a.s)´in tebliğ ve irşadıyla başlayan İslam, başlangıçta sayıları onlarla, yüzlerle ifade edilen müminlerden oluşmaktaydı. Efendimiz (s.a.s), Mekkeli müşriklerin zulüm ve baskıları sebebiyle Medine´ye hicret etti. Medine´de çok kısa bir sürede müminlerin sayısı yüzbinlere ulaştı. Böylelikle Rahmet peygamberi puta tapan şirk toplumundan bir olan Allah´a iman eden bir vahdet toplumu inşa etti. Allah Resulü, bir lider, bir aile reisi, bir komşu, bir dost olarak Medine´nin bütün müminlerini, bütün sokaklarını vahyin manevi havasıyla müzeyyen kıldı. Öyle ki artık Medine Mescidi, uhuvvet, diğerkâmlık, ilim ve irfan, membaı olmuştu. Gönüller, muhabbet ve samimiyetle yoğrulmuştu. Kutlu Nebi, Yesrib´ten yepyeni bir medeniyet inşa etmişti. Tarihe ve insanlığa yön veren bu medeniyetin nüvesi doğruluk, dürüstlük, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma gibi bugün büyük ölçüde yoksunluğunu çektiğimiz değerlerdi. İlk dönem müminlerini güçlü kılan da işte bu erdemlerdi. Onların bu özverisi, fedakârlığı, Yüce Rabbimizin övgüsüne mazhar oldu. Rabbimiz, onları imanı gönüllerine yerleştirmiş kişiler olarak tanımladı. 3-( Haşr, 59/9.)  Onların bu meziyet ve erdem yüklü örnekliğiyle çok kısa sürede Bağdat, Şam, Kahire, Endülüs, Buhara, İstanbul medeniyetler Medinesi oldu.  

Asırlardır dillerimiz Ebu´d-Derdâ ile Selmân-i Fârisi, Ebû Zer ile Bilâl-i Habeşî arasındaki destansı kardeşliği iftiharla telaffuz etmektedir. Kerim Kitabımızda ve Efendimizin hadislerinde Ensar-Muhacir kardeşliğinden övgüyle söz edilmektedir. Ancak, bu örnek ve övgüler sadece dillerde bir hatıra, kuru bir gelişi güzel okunan bir siret, ruhunu kaybetmiş bir adet ve gelenek olarak kalmamalıdır. Saadet asrını, ashabı övgüye layık kılan ahlakî ve insanî değerler, bugünün Müslüman toplumlarının da vazgeçilmezi olmalıdır. Bugün gönül coğrafyamız, içler acısı bir durumdadır. Bu durum, sınır tanımadan iman kardeşliğimizi ve onun bize yüklemiş olduğu sorumlulukları, duygularımızın yoğunluk kazandığı Kutlu Doğum Haftası bir kez daha tefekkür etmemizi gerektirmektedir.

 Üzülerek belirtmek gerekir ki milyonlarca kardeşimiz, bu kutlu haftanın manevi atmosferini gereği gibi teneffüs edememektedir. İslam dünyasının önemli bir kısmı ne yazık ki, cehalet, fitne fesat ve tefrika girdabına kapılmış durumdadır. Cehalet üzerine inşa edilen taassup ve bağnazlıklar kutsanmakta, heva ve hevesler ön plana çıkarılmaktadır. Bu durum Müslümanları dünya sahnesinde söz sahibi yapan ümmet bilincinden uzaklaştırmaktadır. Müslümanlar olarak huzur ve mutluluğumuzun önündeki en büyük engel, kardeşliğimizin önüne konulan engellerdir. Gönülleri bir kardeşler olması gerekenler, bugün gönüllerle birlikte istikbale dair ümitleri de yıkmaktadır.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen asr-ı saadetin insanı yücelten, asırları aşan nadide örneklerini yeniden insanlığa takdim etmek asla imkansız değildir. Bizler, Peygamberimiz (s.a.s)´in gösterdiği ümmet şuurunu yeniden diriltebiliriz. Bizler, tarihe yön veren o muazzam medeniyeti yeniden kurabiliriz. Bunun için öncelikle İslam´ı, Kur´an´ı ve İslam Peygamberini hakkıyla anlamalı, örnek almalı ve temsil etmeliyiz. Bilgi, iman, ibadet ve ahlak dengesini iyi kurmalıyız. Yeryüzünde iyiliği, erdemi, adaleti egemen kılmak için gayret göstermeliyiz. Muhammedü´l-Emin´in gönülleri fetheden emin vasfı ile donanarak yeryüzünü selam ve eman yurdu kılmak için çaba sarf etmeliyiz. Heva ve hevesi değil, İslam´ın değişmeyen hak ve hakikat ölçülerini esas almalıyız. Tefrika, ayrılık ve gayrılık için değil, imandan gelen birlik ve dirlik için çalışmalıyız. Mezhep, meşrep, ırk, bölge ve coğrafya farklarını değil, sadece ve sadece Efendimiz (s.a.s)´in Ensar ve Muhacir arasında tesis ettiği “ben” i “biz” “biz” i “bir” yapan İslam kardeşliğini ön plana çıkarmalıyız.

İdrak ettiğimiz Kutlu Doğum Haftası, aynı zamanda bizlere ümmet olma bilincimizi yeniden hatırlatır. Geliniz hep birlikte şu mübarek Kutlu Doğum Haftasında,  Rabbimize şöyle yalvaralım. Ey Rabbimiz! “Müminler ancak kardeştirler” ilahi fermanınca bizleri zihinleri bir, yürekleri bir, gayeleri bir, sevgileri ve hüzünleri bir kardeşler eyle! Rabbimiz! Birbirimize karşı rahmet, merhamet, şefkat ve muhabbetle muamele etmeyi nasip eyle! Allahım! Bizleri, bütün insanlığın özlemi olan barış ve huzur ortamını tesis edenlerden eyle!