İnsanın doğasında, toplu yaşama duygusu hakimdir. Toplum halinde yaşayan insanların arasında, karşı-lıklı güven ve huzur ortamının bulunması gerekir. Böyle bir ortamın oluşması, toplum bireylerinin karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bilmeleri ve bunun gereğini yerine getirmeleri ile mümkün olur. Bu da kişinin kendisine karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesiyle başlamaktadır. Kendisine karşı sorumluluk bilincine sahip olan kişiyi ikinci aşamada ise, toplumun en küçük, çekirdek birimi olan aileye ve sonra da içinde yaşadığı topluma karşı olan sorumluluğu beklemektedir. İnsan haklarının ön plâna çıktığı bir toplumda, sorumluluk bilincine sahip olan ve kendi öz değerlerini koruyan ilkeleri bilen insan, kendisi, ailesi ve topluma karşı olan görevlerini yerine getirebilir. Diğer bir ifadeyle bu sorumluluk bilinci, toplumun olmazsa olmaz değerlerinden birisidir. Toplum tıpkı bir vücut gibidir. Onu oluşturan bütün kurum ve organlar birbiriyle uyum içerisinde olduğun-da, ancak sağlıklı ve ideal bir yapıdan söz edilmesi mümkündür. Aksi takdirde kargaşa meydana gelir. İslâm dininde, sözünü ettiğimiz bu sorumluluk, kendisine başta akıl olmak üzere sayısız nimetler verilmiş olan insanın varoluş sebebidir. Dinimiz temel ilke olarak, akıl, sıhhat, vb. gerekli şartları taşıyan her bireyin başıboş olmadığını, yaratıcısına, kendisine, ailesine ve içinde yaşadığı topluma karşı bir takım sorumlulukları bulunduğunu bildirmektedir. “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder? ” (Kıyâme, 36) Ayet-i, insanın sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu açık bir şekilde dile getirmekte ve başta varoluş olmak üzere, kendisine verilen nimetin, beraberinde insana bir takım sorumluluklar yüklediği ifade edilmektedir. Kur’an’ın ifade ettiği bu noktayı başta akıl ve hayat ol-mak üzere insana verilen sayısız nimetlerin sorumlulu-ğunun, onları yerinde kullanma hakkını verme/şükür sorumluluğu gayet açıktır. “Hani Rabbiniz şöyle buyurmuştu: And olsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” (İbrahim,7) Ayetinde beyan edildiği gibi, insana verilen nimetlerin sorumluluğu, onun gerektiği şekilde kullanılmasıdır. Bu husus, aynı zamanda söz konusu nimetlerin devamının artırılmasının da bir şartı olarak görülmektedir. Bu şekilde, belirli hak ve sorumluluklara muhatap olan insanın, bu bireysel sorumluluğu yanında toplumsal sorumluluğu da vardır. İslâm ideal bir toplumun oluşmasında iyiliklerin ahlâki değerlerin öne çıkarılıp desteklenmesini, bunun yanında, kötülük ve her türlü olumsuzluğa karşı topye-kün mücadele edilmesini, fert ve toplumun sorumluluk alanı içerisinde saymaktadır. “Siz, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a iman edersiniz..” (Al-i İmran, 110) Ayeti, İslâm toplumunda sorumluluğun çerçevesini ve olması gereken sorumluluğun boyutunu ortaya koymaktadır. Sorumluluğun şartlarını taşıyan her fert, sahip olduğu bu duyarlılığını, her durumda ve hayatının safhasında taşımakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü Hz. Peygamber (s.a.v)’in şu Hadi-si, gayet güzel bir şekilde ifade etmektedir. “Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, bu-na da gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmez-se kalbiyle buğz etsin.” (Müslim, iman, 78). Fert ve toplumun, sorumluluklar konusunda daima duyarlı olması gerektiği vurgulanan bu Hadisi Şerifte: İşlenen kötülüklere el ile müdahale görevinin yetkili otoriteye; dil ile engel olmanın ve halkı bu yönde bilgilendirmenin bilginlere, kötü davranışlara iltifat etmeyerek kalbiyle buğz etmenin ise, fertlere ait olduğu belirtilmektedir. Bu sorumluluk çerçevesinde, her kesimin sorumluluğunu yerine getirmesiyle, kötülükler ve ahlâk- sızlıklar toplumda uygun zemin bulamayacak ve engel-lenmiş olacaktır. Aynı şekilde Resûlullah (s.a.v)’den nakledilen şu Hadisi Şerif, güzel bir misalle, sorumluluk anlayışının ve duyarlılığın önemini açık bir şekilde ifade etmektedir: “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kura çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdir. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçmekte idiler. Alt katta oturanlar: Hissemize dü-şen yerden bir delik açsak, üst katta oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler. Şayet üst katta otu- ranlar, bu isteklerini yerine getirmek için alt kattaki-leri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar ve he-lak olurlar. Eğer bunu engellerseler, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Riyazü’s-Salihin, 1, s.230 No:186). Bu duyarlılığın ihmal edildiği toplumlarda, başlangıçta küçük gibi görülen bir kötülük, hadisi şerifteki ge-mi misalinde olduğu gibi, zamanla toplumu rahatsız edecek boyutlara ulaşabilmektedir. Mesela içki, kumar, zina, hırsızlık gibi kötü davranışlar ilk etapta kişisel olsa da, uzun vadede ailelerin yıkılmasına, sahipsiz insanların çoğalmasına ve kan dökülmesine kadar varan sonuçlarıyla, bütün toplumu ilgilendirmektedir. Bunların da uzun vadede toplumun önünü kapayan, huzur ve düzeni tehdit eden etkenler olduğu gayet açıktır. Her ne kadar hukuki açıdan fertlerin işlemiş olduğu suçların kişiselliği esas olsa da, toplum düzenini ilgilendirmesi bakımından dinimiz, suç oluşmadan önce, ona zemin hazırlayacak etkenleri yok etmeyi hedeflemektedir. Bu duyarlılığın toplum bazın-da ihmal edilmesi ise oldukça tehlikeli sonuçlar doğura-bilmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v) bu ihmalin sonu- cunu şu ifadeleriyle dile getiriyor: “Nefsim kudret elin-de olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emir ve kötülükten men edersiniz, yahut Allah Tealâ size azap gönderir. Sonra Allah’a yalvarırsınız da duanız kabul edilmez.” (Tirmizi, Fiten, 9) İnsan, mensubu olduğu toplumun değerlerinden müspet veya menfi olarak etkilenmektedir. Dolayısıyla bir ferdin, toplum düzenini bozacak bir kötülük veya kuralsızlığa kayıtsız kalarak ona engel olmaması, sağlık-lı bir davranış olmayıp, sonucunda kendisini de etkisi altına alacak bir kötülüğe ortak olmaktır. Çünkü başlangıçta kişisel bazda olan bu zarar, büyüyerek kitlesel boyuta ulaşacaktır. Bu durumdan da bütün toplum gibi, ona kayıtsız kalan her birey de nasi-bini alacaktır. Kişisel bazda duyulan hassasiyet, toplum genelinde yaygınlaştığı takdirde, sosyal tepki olarak adlandırabileceğimiz kitlesel duyarlılık haline dönüşmektedir. Ne yazık ki toplumsal duyarlılığın yansıması olan sosyal tepki konusunda meşru ve sağlıklı bir durum oluşmamaktadır. Günümüzde çoğu bireylerin, karşılaştıkları hadiseleri değerlendirebilecek milli ve dini değerlerden de uzaklaştığı görülmektedir. Kamu düzeninin korunmasına, özen gösteren, sorumluluk sahibi bireylerin, toplum huzurunu ihlâl eden kötülükle-re veya olaylara karşı kayıtsız kalmayarak, dinimizin öngördüğü ölçüler içerisinde davranmaları gerekmektedir. Bu konuda Yüce Allah: “..İyilik ve (Allah’ın yasak-larından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide, 2) Ayetiyle, iyilikte yardımlaşmak yada buna vesile olmak teşvik edilirken, düşmanlıktan alıkoymak ve kötülükle-re engel olmak da emredilmektedir. Nitekim Resûlullah (s.av), övülen veya yerilen bir faaliyette bulunan kişilerin, yaptığı işin neticesine göre mutlaka bir karşılık alacağını bildirmiştir: “Her kim müspet (örnek) bir çığır açar da kendisinden sonra onunla amel edilirse, yaptığı güzel şeyin sevabını aldığı gibi, o davranışı örnek alarak iyilik yapanların sevabından da kendisine bir pay verilir; ama onların sevabından hiçbir şey eksilmez. Her kim menfî (kötü) bir çığır açarsa kendi davranışının cezasını üstlendiği gibi, örnek alarak o davranışı sürdürenlerin günahlarından da kendisine bir pay verilir, ama onların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, İlim,15; Zekat, 69) Nasıl bir Müslüman olduğumuzu hareketlerimiz belirler. Müslümanlığın ölçüsü güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, kul hakkı başta olmak üzere bütün hakları korumaktan ibarettir. Kul hakkına giren davranışlar toplumun maddi ve manevi yapısını bozan etkenlerdir. Bu olumsuz etkenlerden kurtulmanın yolu ise bilinçli bir şekilde ve sürekli olarak ahlâk eğitimi ile gerçekleşecektir. İnsan haklarını ön plânda tutan dinimiz, insanla-ra renk, soy, sop, zenginlik ve fakirliklerine göre dav- ranmayı yasaklamıştır. Allah’ın haklarına uymakla emrolunduğumuz gibi, kulların haklarına da dikkat etmemiz gerekmektedir. İnsanları rahatsız edecek davranış- lardan, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına da yapmaktan kaçınmalıyız. Kim olursa olsun insanlara hakaret etmekten, maddi ve manevi haklarını zedelemekten, yalan, iftira gibi şeylerle insan- ların şahsiyetleri, onur ve haysiyetleriyle oynamaktan uzak durmalıyız. Aksi takdirde ahirette kul haklarını ödemek çok zor olacaktır. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuş-tur: “Haklar, kıyamet gününde sahibine iade edilecektir. Hatta boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyu- nun hakkı alınacaktır.” (Riyazü’s-Salihin Terc. C.1, s.253, Hadis no: 2002). İslâm’da kamu hakları ve kişinin topluma karşı vazi-felerinin de büyük önemi vardır. Bu öneminden dolayı toplumsal görevler Allah hakkı olarak kabul edilmiş ve bunların ifası da ibadet sayılmıştır. Çünkü kamu mallarında yetmiş altı milyonun ve saçı bitmemiş yetimlerin hakları vardır. Bu nedenle bütün fertlerin bu hakları koruma ve kollama sorumluluğu vardır ve hiçbir kimse-nin hiçbir şekilde ve hiçbir zaman kamu mallarına zarar vermek gibi bir hakkı bulunmamaktadır. Netice olarak herkes hem hakkını bilmeli hem de başkalarının haklarına saygılı olmalı ve kendi hakkının, diğer insanların haklarının sınırında bittiğini de bilmelidir.