Atalarımıza, büyüklerimize hürmet etmek, onları sevmek ve sözlerini, nasihâtlerini dinlemek kültürümüzün vazgeçilmez unsurlarıdır. Bizde baba, dede bir odanın taht makamı neresi ise orada oturur, yemeğe onlardan önce başlanmaz, konuşurken sesin tonu onlardan daha yüksek tutulmaz. Sokakta önlerinden yürümeye hayâ eder, İslâm’a aykırı olmayan sözlerini mutlaka dinler ve nebevî tavsiyeye dikkat eder, bizden bir şey istediklerinde “Öf!” bile demeyiz. Ayrıca bu hürmeti sadece kendi yakınlarımıza değil, mahallede, çarşıda, hastanede, sokakta, toplu taşıma araçlarında kısacası her yerde her büyüğümüze karşı gösteririz.

 Bu açıdan bakıldığında atasözleri, bizim için bir başucu kitabı niteliğindedir. Bir terim olarak atasözü; toplumların yüzyıllarca süren tecrübelerinden elde ettikleri yargılarını, ortak düşünce ve tavırlarını yansıtan, genellikle mecaz anlam taşıyan eğitici, öğretici yerine göre yol gösterici, özlü sözler olarak tarif edilir. İslâmiyet öncesinde de mevcut olan bu sözlere “sav” demiş atalar, sonrasında ise darb-ı mesel. Tanzimat dönemi sanatçımız Şinasi ile ata sözlerini kitap haline getirmeye başlamışız. İlk atasözleri kitabımızı “Durûb-i Emsal-i Osmaniye” (Osmanlı Atasözleri Örnekleri) adı ile yayımlamış Şinasi. Nitekim nitelikli ilk dil, edebiyat ve sözlük çalışmaları da bu dönem sanatçıları tarafından yazılmıştır.
Pedagojik, didaktik vasıfları bulunan bu kalıplaşmış,  özlü sözler; çok az sayıda absürt örnekleri olsa da bugünümüze ışık tutmaya devam etmektedir. Bir örnek üzerinde durmakta fayda var: 
“Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar.” 
Bu söz doğru ve yanlışın, hak ve batılın yüzyıllardır birbirine galebe çalmaya çalıştığının göstergesi. Muhtevası roman olabilecek zenginlikteki bu söz, anonim olmasına rağmen dünyaca ünlü bir filozofun günümüzün toplum hayatına dair hâlâ taptaze kalmayı başaran bir tespiti özelliği gösterir.
Özellikle çıkarlarını düşünen insanların arttığı, fedakârlıkların bile koyun postuna bürünmüş kurt kimliğinde yapıldığı, yalan dolan, içten pazarlık, hile ve ahlâksızlık olan yerlerde insanlar ikiyüzlü olurlar. Bu tür ortamlarda doğru sözlü olan ve sözünü esirgemeyen, hak bildiği davada duruşundan taviz vermeyen, sakınmadan herkesi eleştirebilen, özetle “kral çıplak” diyebilen insanlara (maalesef) fazla tahammül edilmez. Bu sebeple bu türden bir olgunlukla dik duruş ve tavır sergileyenler dokuz köyden kovulabilir, toplumda genel olarak kabul görmeyebilir; ancak mutlaka onun kıymetini bilecek yapıda insanların bulunduğu bir 10. köy vardır. Çoğu zaman bir ütopya peşindeymişiz hissi yaşasak da ümidimizi kaybetmeden hasretle beklenen, aranan ve özlenen 10. köy.

Güneş balçıkla sıvanmaz, diyen atalar; her hakikatin er ya da geç ortaya çıkacağını da söylerler. Zulümâtın en yoğun olduğu an, güneşin doğmasına da en yakın andır nitekim. Doğru, yerinden kalkana kadar yalan dünyayı dolaşırmış deseler de yalancının mumunun yatsıya kadar yandığını da unutmamak lazım.

Toplumun diğer kesimi neyse de özellikle muhafazakâr insanların gözden kaçırdığı bir nokta var, o da paraya, maddeye tapmak. Bu kesimin meseleye bu kadar keskin ve net bir yaklaşımda bakmaması, bakamaması bu durumun temel sebebi. Günlük hayatında bütün ibadetlerini yerine getiren, ağzından Allah ve peygamber sevgisini sürekli dinlediğimiz, elinden tespihini düşürmeyen kişiler, bakıyoruz ki insan ilişkilerinde ve ticarette kuyumcu terazisi gibi hassas bir tartı ile hareketlerini, kararlarını, sözlerini tartması gerekirken tamamen dünyanın geçici menfaatinin peşine düşmüş ve haram-helal ver Allah’ım, garip kulun yer Allah’ım anlayışı ile hareket ediyor. Sonra ortaya bir Muhiddin-i Arabî çıkıp: “Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır.” diye bağırmaya başlayınca idam sehpaları kuruyoruz. Sözün hikmetini yıllar sonra bir Selim gelip de kazın bakalım bu sözün söylendiği yeri deyince ortaya çıkan altınlardan anlıyoruz ki “Sizler paraya tapıyorsunuz, sizin taptıklarınız da benim ayağımın altında.” diyor Arabî.

Yalanın ve yanlışın, CEHÂLET ile de çok yakın bir bağı var. Cahil, bilgisi olmasa da cesareti ile her konu hakkında gülünç durumlara düşmeyi de göze alarak fikir sahibi olduğunu gösterir durur çevresine. O saf gönüllülerden oluşan çevre de inanıverir o yalanlara ve pervanenin ateşin çevresinde döndüğü gibi döner de durur cahilin etrafında. Bazen de inanmış gibi bir tutum sergiler cahile karşı. Tanpınar’ın; âlim bazı şeyleri bilir, cahil her şeyi sözü de meselenin ulaştığı vahim noktayı gözler önüne serer.
Tabi ki insan, ben âlimim, her şeyi bilirim diyemez, dememeli. İlim ve mütevâzı olma konusunda İmam Ebu Hanife’nin şu sözü herkesin kulağına küpe olmalı: "Eğer bilmediklerim ayağımın altında olsaydı, başım göğün en yüksek katına değerdi." Peygamberimiz (s.a.v.) de yaratılmışların en üstünü olduğu halde kendisine bir soru sorulduğunda “Bilmiyorum, Cebrail aleyhisselama sorayım da öyle cevap vereyim.” buyurmuşlardır. O halde eğitimci, din adamı veya herhangi bir konuda uzman olan kişi yeri geldiğinde “Bilmiyorum.” diyebilmelidir.
Yeri gelmişken cehâlet ve güven ilişkisi üzerine iki psikiyatri uzmanına ait bir teoriye bakalım: "Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." Bu teori üzerine yapılan çalışmaların sonucunda Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazılır. Metni kısaca paylaşalım:
 “İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz. Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür.
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı durum, meslekî açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür. Sonuçta, ‘kifâyetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler. Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler. Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar."

Metin kısaca böyle. Demek ki fazla tevâzu gösterince gerçek sanılıyor ve vasat insanlardan nasihât dinlemek zorunluluğu doğuruyor. O halde bizler cehaletten kurtulalım, Şeyh Galip’i dinleyelim ve ârif olalım da tecâhülümüz mârifet olsun.  
Eğer Ebu Cehil neslinin devamı olan cahillerin karşısında, doğrucu âriflerin kıymeti bilinmezse onlar da itibarlı bir yalnızlığı tercih eder ve son sözü şaire bırakıp kenara çekilir:

…Ne ben Sezar'ım,
Ne de sen Brütüs'sün.
Ne ben sana kızarım,
Ne de zatın zahmet edip bana küssün.

Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz.    
 // N. Hikmet