Canlılar bir arada yaşama temayülü ile yaratılmıştır. Bu eğilim insanda en üst bilinç düzeyindedir. Yakınlık itibariyle insanları birbirine yaklaştıran en önemli bağ kardeşlik bağıdır. Aynı annenin çocuklarının arasındaki bu hukuk, imanın tesis ettiği İslam kardeşliğin-de daha güçlü bir şekilde egemendir. Bütün ihtiyaçlarını yalnız başına karşılayamayan ve hemcinslerinin gücüne ve becerisine muhtaç olan insan, Allah´a bağlılığın ekseninde din kardeşlerini sevmeye, saymaya yardımcı olmaya, danışmaya, dayanışmaya; acılarını ve sevinçlerini paylaşmaya ve barışı hakim kılmaya mecbur bırakılmıştır. (49/Hucurat, 11)

İslam, tevhidin egemenliğinde kesrette vahdeti gerçekleştirmeyi hedefler. Vakit Namazları ile Cuma ve Bayram Namazlarında cemaat oluşturma disiplini; fertlerin, birbirini seven ve birbirlerinden haberdar olan bilinçli bir toplumu; bundan neşet eden kardeşlik hukukunun gereğini yapma bilincini oluşturmaya dönüktür. İnsana verilen değerin ve beslenen sevginin tezahürü, bizatihi onun ziyaret edilmesinde görülür. Hz. Peygamber (sav), Allah için bir hastayı veya bir müslümanı ziyaret eden kişinin, Cennetteki yerini hazırladığını haber vermiştir. (Tirmizi, Bir, 64)

Karşılıklı ziyaretler, toplum katmanlarında dayanışmayı ve birlikteliği güçlendirir. Akraba ve bayram ziyaretlerinin yanında, sevdiklerini görmek isteyip o imkândan yoksun olan hastalara ve yaşlılara yapılan ziyaretler de İslam geleneğinde önemli yer tutar. Allah Resulü (sav), Müslümanlara, cenazenin arkasından gitmeyi, hastaları ziyaret etmeyi, davete icâbet etmeyi, mazluma yardım etmeyi… (Müslim, Selam, 4-6)  emrederek, sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde dikkat edilmesi gereken hususlara işaret etmiştir.

Hasta ziyareti topluma hayat katan, onu yığın olmaktan kurtaran önemli unsurlardan biridir. Allah Resulü (sav)´in; esirlerin kurtarılmasını, açların doyurulmasını, hastaların ziyaret edilmesini, (Tecrid-i Sarih Tercemasi, VIII, 404)  ısrarla vurgulamış olması; hastalığı, yaşamın normal seyrini bozan ve hayatı sekteye uğratan çaresizlik olduğunu göstermekte; her türlü yardımın gerekliliğini dile getirmektedir. Hadiste; hastayı ziyaret etmeyi Allah´ı ziyaret etmekle sembolleştirmiş ve büyük sevabın celbine vesile olacağını bildirmiş olması,(Müslim, Bir, 43) bu hususa işaret etmektedir.

Başta hasta ve yaşlılar olmak üzere ziyaretler sevgi ve güvenin, yardımlaşma ve dayanışmanın gelişip yerleşmesine; tanışmanın ve ünsiyetin tezahürüne; ortak aklın bulunmasına, yaşananlardan ibret alınmasına, sahip olunan şeylerin kıymetinin bilinmesine ve yaşam kalitesinin yükseltilmesine katkı sağlar. İslam´da meşveretin emredilmesinin ve toplu ibadetlere çokça yer verilmesinin sebep ve hikmetlerinden biri de budur. (3/Al-i İmran, 159)

Ziyaret kültürünün dünya hayatındaki huzur ve mutluluğun yanında ahiretteki ebedi bahtiyarlığa da katkı sağlaması cihetiyle iki yönlü bir kazanca vesile olacağı bilinmelidir. Hasta ziyaretinde kat edilen mesafenin hakikatte kişinin cennet yolu olduğu, (Müslim, Bir, 39) düşünüş ve anlayışı, Allah rızasını celbeden güzel ahlakın yansıması, medeniyetin de manevi unsurudur.

İslam, ziyaretin bir kültüre ve yaşama evrilmesini öngörür. Bu nedenle anne baba, dede nine, hısım akraba, konu komşu, eş dost, çoluk çocuk, öğretmen tanıdık ve toplumun manevi mimarları ve büyükleri gibi kendilerine hep ihtiyaç duyulan, varlıklarından güç kuvvet ve enerji alınan herkes uygun aralıklarla ve fırsat bulundukça ziyaret edilmelidir. Rasûlüllah (s.a.s)´in Ensar´ı evlerine giderek ve Mescitte ziyaret ettiği, evlerinde yemek yediği, namaz kıldığı ve kendilerine dua ettiği,(Buhârî, Edeb, 65) bir Yahudi gencini hasta yatağında ziyaret ederek şifa dileğinde bulunduğu ve hidayetine vesile olduğu (Tecrid, IV, 349, 350)  bilinen hususlardandır. Bayramlar, düğün ve sünnet törenleri, cenazeler ve taziyeler fırsat olarak değerlendirilmelidir. Kur´an´da; Hac ibadeti kapsamında Kabe´nin ziyaret edilmesi; Allah´ın evi olması adına ve onun hatırına; (3/Al-i İmran, 96) akrabanın ziyaret edilmesi ise akrabalık hatırına zorunlu kılınmış,(13/Rad, 21) meşru gerekçeye dayanmayan ihmallere kınama ve ceza öngörülmüştür.

Dünyanın her yerinde ve tarihin her evresinde, insanlar dua ederek yaşamışlar, duaya daima ihtiyaç hissetmişlerdir. Bu nedenle dua da ibadet de evrensel bir özelliğe sahiptir.

          

Duanın, hastalıkların tedavisinde çare olup olamayacağı meselesine gelince…

Hasta olan kişi öncelikle doktora gitmeli, ilacını almalı, gerekirse ameliyat olmalı… Tabir caizse bu fiili duadır…Tıbbî çarelere başvurduktan sonra bununla yetinmeyip, “Derdi veren Allah  dermanı da verir, O şifa verendir” deyip dua yoluna da başvurulmalıdır.

 

Hz. Peygamber (as) Hendek savaşı esnasında sözlü olarak dua etmekle yetinmedi, şehrin dört bir yanını düşmanların geçemeyeceği genişlikte ve derinlikte hendekle de çevirtti, dua da yaptı… Allah´ın yardımı geldi, duaya icabet edildi, ortalığı kasıp kavuran bir fırtına düşman askerlerinde büyük bir panik ve korkuya neden oldu… Hem hendek hem dua… Savaşın kazanılmasında her ikisi de etken oldu. İşte aynen bunun gibi, hem tıbbi tedavi hem de Allah´a yönelip dua etme…

 

Hz. Peygamber (as), “Göz değmesi gerçektir” (Buhari,Tıp,36) demek suretiyle, hastalıkların maddi olduğu kadar manevi sebeplerinin de bulunabileceğine işaret etmişler. Ayrıca, Hz. Peygamber (as) ve sahabeler, “Fatiha”, “Felak”, “Nâs” sûreleri ile “Âyetül-kürsî”´yi, manevi tedavi ve ruhsal terapi amaçlı, sıkın-tısı olan kimselere okumuşlar ve problemi olan kişiler- ce okunmasını önermişlerdir.

Fizyolojik ve psikolojik bazı hastalıkların, tıp doktorlarına müracaatın dışında, manevi telkin, müzik, dua ve okuma yoluyla da tedavi edilebileceğine tarihin her evresinde hep inanıla gelmiştir. Özellikle son yüzyılda yapılan bazı ciddi araştırmalar, dua yolu ile şifanın mümkün olabileceğini, ortaya koymuştur. Artık biyoenerjiyi, müziği, bazı alternatif tıbbi yöntemleri kabullenen ekseri tıp doktorları, manevi ve ruhsal terapi olan dua ve okuma yoluyla tedaviyi de ek olarak kullanmanın faydadan hâli olmayacağı kanaatine ulaşmış bulunmaktadırlar…

 

Dua bir ibadettir ve onun belli bir zamanı yoktur. İhtiyaç hissettiğimizde, uygun ortamlarda ellerimizi açıp “Ya Rabbi!” diye dua ederiz…

 

Dua önemli ama duayı yapan daha önemlidir. Yapan kişi de içtenlik, samimiyet, duanın şartlarına riayet yoksa, meselâ yediği haram, içtiği haram, kalbinde haset varsa… Dua, kuru bir ağız ve katılaşmış bir kalp-le yapılıyorsa, elbette böylesi bir yakarıştan bir sonuç beklemek beyhudedir. Maneviyatı yüksek, ahlâkı güzel, “ihsan” derecesinde imanda derinliği ve enerjisi olan bir zatın duası kabul olur, ama o manevi derinlikten nasibi olmayan  bir kimsenin duası kabul olmayabilir. Buradaki fark duada değil duayı yapandadır. Bütün bunlara rağmen  isteklerimiz gerçekleşmezse, duamız kabul olmadı da dememeliyiz. Çünkü Allah onun mükâfatını belki de ahirette verecektir. Namaz, oruç gibi ibadetlerimizin sevabını nasıl ahrette bekliyorsak bazı dualarımızın karşılığını da ahrette görebiliriz. Dünyada duamızın karşılığı verilecekse belki de zamanı gelmemiştir. Biz duaya devam etmeliyiz. Belki de istediğimiz şeyler hakkımızda hayırlı olmayacağı için Allah tarafından duamızın karşılığı verilmemiş de olabilir… Bundan dolayı üzülmemeli; bunda da bir hayır vardır diye düşünmeliyiz…

Ve… Şems-i Tebrîzî´nin: “Olmadı diye sızlandığın duaya, gün olur olmadı diye şükredersin” sözünü de unutmamalıyız…

Dualarda buluşmak dileğiyle…