İman (itikat), ibadet, hukuk (amel-muamelat) ve ahlâk gibi dört kısımdan meydana gelen İslâm dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları mevzu olarak ele alır. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep  imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. Ancak kasıtlı yada kasıtsız olarak bazı kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan birisi de "mezhep " meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan İslam´da bir ihtilaf unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojik söylemlerle  zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerinde biraz durulduğu zaman mezheplerin aslında bir ihtiyaçtan doğduğu ve hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

Mesela Hz. Peygamber (a.s.m.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Aişe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (a.s.m.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (a.s.m.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Peygamber (a.s.m.) efendimiz yeniden abdest aldıklarına göre abdestleri bozulmuştur. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam hazretleri,

"Peygamber (a.s.m.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için Resulullah (a.s.m.) efendimiz abdest almıştır" hükmüne varırken; Şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Aişe (r.a.) validemizin Peygamber (a.s.m.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır. 

 

Yıllardan beridir dini konuların tartışıldığı çevrelerde, “Mezheplerin birleştirilmesi mümkün müdür?” sorusu, gündemdeki yerini korumaktadır. Bu önemli konuda neler söylenebilir? Konunun aşağıdaki şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
 

İslam´ın ilk yıllarında mezheplerin olmadığı, bilinmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v.) yaşarken böyle bir şeyin olması zaten düşünülemezdi. Çünkü Hz. Peygamber bütün sorunları çözüyordu. Hz. Muhammed (s.a.v)´den sonraki ilk yüz yılda da Müslümanlar fıkhî bir mezhep olmadan yaşamışlardır. Hicri ikinci yüzyıldan itibaren mezhepler birer ihtiyaç haline gelmiş ve zuhur eden çok sayıdaki fıkhî mezhep içinden birkaç tanesi günümüze kadar gelmiştir.

Bin üç yüz yıl yaşayan bu mezhepleri, ortadan kaldırmak veya teke indirmek mümkün müdür? Bu mümkün olsaydı, daha başta, çok sayıda mezhep doğmazdı.
Ancak mezhepleri birleştirmek, hiçbir açıdan mümkün değildir, denemez. Günümüzde mezheplerin birleştirilip birleştirilemeyeceği iki açıdan değerlendirilebilir.

Mezheplerin birleştirilmesi bir açıdan mümkün olduğu halde bir açıdan da mümkün değildir:

1.Cezai(yargısal) konularda, mezheplerde birlik sağlanmaya çalışılması mümkündür. Çünkü değişik yerlerdeki insanların aynı suçtan değişik cezalara çarptırılması hukuk mantığı açısından yerinde olmaz.

2.Herkesi tek tek ilgilendiren ibadet konularında ise böyle bir çalışma olumlu sonuç vermez. Ferdî ibadet ve uygulamalarda mezhepleri birleştirmek mümkün değildir.
 

Bir insan bir mezhebe mensup olursa hem o mezhebin azimetlerine uyar, hem de ruhsatlarından yararlanır. Eğer bir insan dört mezhep içinde gidip gelir her konuda hoşuna giden fetvayı seçmeye kalkarsa, önünde üç yol bulunur:

Birincisi; her konuda, verilen en kolay fetvayı seçebilir. Bu durumda menfaatçi ve fırsatçı davranmış olur.

İkincisi; her konuda, verilen en zor fetvayı seçer. Bu, nefsine zor gelir. Ayrıca bir mezhebe mensup olan kişi de, isterse, bu şekilde davranabilir. Çünkü bir mezhebin kesin olarak yasak saydığı şey, öteki mezhep tarafından serbest sayılmışsa bile, tabii olarak mekruh sınıfına geçer. Dolayısıyla prensip olarak azimetleri tercih etmekte sakınca olmadığı gibi, takva açısından fayda vardır. Ne var ki bu şekilde hareket etmek isteyen çok az olur.

Üçüncüsü; her konuda iyi bir seçici olur, kolay veya zor olmasına bakmaksızın aklına en çok yatan fetvayı tercih eder. Bu durumda ise yeni mezhepler oluşur; birlik sağlanamayacağı gibi, daha karmaşık bir durum ortaya çıkar.

Görüldüğü gibi kişilerin kendi inisiyatifleriyle mezhepleri birleştirmeleri mümkün değildir.
O halde mezhepleri birleştirme işinin âlimler tarafından yapılması gerekir. Bu nasıl yapılabilir? Çünkü bir içtihat, ancak başka bir içtihatla değiştirilebilir. Öyleyse mezhepleri birleştirecek kişilerin müçtehit olmaları icap eder. Acaba bu mümkün müdür?
Bir grup âlim, müçtehit olduklarını ilan edip mezhepleri birleştirdiklerini iddia etseler, ne derece başarıya ulaşırlar? O zaman aynı niteliklere sahip başka bir ulema grubu da değişik içtihatlarla ortaya çıkarsa, konuyu kim çözer?

Mezhepler İslam tarihinin birer gerçeği olup İhtiyaçtan doğmuşlardır. Hedefleri de İslam´ı doğru anlamak ve yaşamak isteyenlere yol göstermektir.

Ancak bazen bir kişinin özel yaşantısında, bağlı olduğu mezhebe göre çok sıkıntıya düşmesi mümkündür. Mesela yolculuk esnasında namazını kazaya bırakmak veya cem etmek gibi bir mecburiyetle karşı karşıya kalan kişinin, bu noktada öteki mezheplere göre amel edip namazlarını birleştirmesi, terk etmesinden daha iyidir. Fakat bunu yaparken, zaruret doğmadan uygulama cihetine gitmesi yanlış olur.

Görüldüğü gibi, özellikle ferdi alanda mezhepleri birleştirip bu işin pratik sonucunu görmek mümkün değildir. Mezheplerin yaşamaya devam etmesi dini açıdan bir tehlike arz etmemektedir.

Peki, asıl tehlike nedir?

Asıl tehlike şudur:

İnsanların dini konulardaki bilgileri azalmakta ve giderek ne yapmaları gerektiğini bile merak etmemektedirler. O duruma gelen kişiler için ne mezhebin ne de müçtehidin bir anlamı kalır; dini sorumluluğunu tamamen kaybeder. Mezhepleri muhafaza etmek veya onları birleştirmek de çok az sayıda insanın sorunu haline gelir. Yanlış olan, bu noktaya kadar gelmek olacaktır.


İbadetlerle ilgili konularda mezhepleri birleştirmek niçin mümkün değildir?
 

Bu konuda özet olarak şunlar söylenebilir:

-Mezhepleri birleştirerek bütün insanları her konuda tek içtihat etrafında birleştirmek mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir.

-Asıl ve matlup olan, müçtehit olmak ve içtihat yapabilmektir. Ancak bu, pratikte mümkün değildir.

-İçtihat yapmaktan sonra gelen mertebe, yapılan içtihatlardan birini seçmektir. Bu, görünürde bir taklit ise de, araştırmaya dayandığı için muteberdir. Ancak, fetva verme yeterliliği anlamına gelen bu mertebe, ulaşılması çok da kolay olan bir nokta değildir.

-Dini fetvalara uyma konusunda mevcut olan en düşük mertebe ise, ilmi bir araştırma yapmadan, doğru olduğu bilinen bir gruba uymaktır. Bu durum, dini konuları uygulama açısından, bir güvenlik şemsiyesinin altında yer alma anlamına geldiği için iyidir.

-Hiç arzu edilmeyen durum ise, kişinin dini konuları umursamaması ve dini açıdan sorumluluğunun ne olduğunu merak bile etmemesidir.

-Hiç kimse, ibadet görevlerini bir mezhebe uymak için yapmaz; asıl gaye, helâl dairesinin dışına çıkmamak, böylece Allah´ın rızasını kazanmaktır.

-Taassup her şart altında kötüdür. Bilinen sınırların dışına çıkmayan bütün mezhep ve görüşler saygıdeğerdir.

-Herhangi bir işinde veya ibadetinde çok sıkıntıya düşen bir mü´min, sorununu aşmak için, fetva alarak, bir başka mezhebe göre davranabilir. Ancak bu yol, zaruret şartına bağlı olmalıdır.

-Müslümanları kardeş yapan asıl özellikleri, mü´min oluşlarıdır. Mezhep farklılıklarını imandan kaynaklanan kardeşliği bozacak şeyler gibi görmek İslam´la bağdaşmaz.
-Öncelikle Şia ile Ehl-i Sünnet arasında yakınlaşma sağlanmalıdır; çünkü İslam tarihi boyunca en büyük ve en etkileyici ayrılıklar bu konuda yaşanmıştır.

 

Mezhepler arasında teflik yapılabilir mi, ya da kimler yapabilir?

Telfik fıkıh usulünde "Muayyen bir mesele ve maddede iki veya daha fazla mezhebin hükümlerini bir araya getirmek." şeklinde tarif edilir. Telfik de yine mezhep imamları veya onların derecesinde olan kimseler tarafından yapılır. Telfikten sonra ortaya hiçbir mezhebin kabul edemeyeceği bir hüküm çıkarsa bu telfik caiz değildir. Mesela: Nikahta Hanefi, Maliki ve Şafii mezheplerini birleştirerek "velisiz, mehirsiz ve şahitsiz" bir nikah akdi yapılsa bu nikah geçersizdir. Zira böyle bir tarzı ne bir mezhep imamı ne de bir başka müçtehit benimsemiştir. (Fıkıh Usulü, Hayreddin Karaman, s. 34-35)

Genel görüş, bir hadisenin vukuundan ve belli bir hükümle amelden sonra o hadisenin hükmünü değiştiren bir başka mezhebin hükmünü benimsemenin caiz olmaması şeklindedir. Ancak telafisi imkansız meselelerde yapılan işin bir mezhebin hükmüne uygun olması mezheplerin rahmet oluş cihetidir ve insanı kalp huzuruna götürür.

Mesela İmam Ebu Yusuf hamamda yıkandıktan sonra Cuma namazını kılar. Bilahare kendisine hamamın haznesinde ölü bir fare bulunduğu haber verilir. Hanefi mezhebine göre Ebu Yusuf hazretlerinin abdesti sahih olmamıştır ve böylece Cuma namazını kılmıştır. Fakat yeniden Cuma namazı kılması mümkün olmadığı için Ebu Yusuf hazretleri "Medine´li olan kardeşlerimizin reyleriyle amel etmiş oluruz." demiştir... Ama telafisi mümkün meselelerde telfik caiz değildir. O zaman öyle bir kapı açılır ki dini hayatımız alt-üst olur.

Bu meseleye bir fiili bilmeden işledikten sonra başvurulabilir. Bu da telafisi imkansız meselelerde olabilir. Mesela Cuma namazı gibi. Çünkü Cuma namazı belli bir vakitte belli şartlarda kılınır. O vakit çıktıktan sonra bu namazın kazası diye bir durum yoktur. Ama bir öğle namazı böyle değildir. Namazı bozacak bir durumun farkına sonradan varılınca, vakit çıkmamışsa yeniden kılınır, vakit çıkmışsa kaza edilir.

 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:


 Kur´an´ın muhkem hükümlerine (açık Nass´a), bilinen sünnete ve icma´ya aykırı olmamak şartıyla insanlar değişik görüşlere sahip olup farklı yorumlar yapabilirler. Esasen içtihatta birlik isteği, içtihadın ruhuna aykırıdır. Mümkün olmayanda diretmek kimseye fayda getirmez.