Yeraltı dünyasının ünlü isimleriyle aramı iyi tutmaya çalışırım her zaman. Ne de olsa alanlarında uzman ve iş bitirici şahsiyetler. Şu gök kubbede söylenmemiş söz bırakmamışlar. Onların sözünün üstüne söz söylemek kolay değil. Bizler de bugün onlardan öğrendiklerimizi “Et-tekrâru ahsen velev kâne yüz seksen” (Yüz seksen kere de olsa tekrar etmek güzeldir.) anlayışıyla tekrar ediyoruz umûmiyetle. İsimlerini yüzyıllardır unutmuyorsak en azından bu anlamda âb-ı hayâtı bulmayı ve içmeyi başararak ölümsüzlüğü yakaladıklarını düşünebiliriz. Hoca Ahmet Yesevî ve onun erenleri Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre, Mevlânâ halen kana kana beslendiğimiz pınarlar değil mi? Bâki, Fuzûlî, Nâbî, Şeyh Galip ve daha nice klâsik şiir temsilcisi büyük kültür depremlerine rağmen hâlâ bizleri besliyor. Bâki bizlere bu ölümsüzlüğün formülünü 16. yüzyıldan vermiş:
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Sesini, konuştuklarını, yazdıklarını Davûdî sesle yani çok güçlü ve sağlam ifade et ki bu dünyada kıyamete kadar sözün de adın da unutulmasın. Söylediklerine dikkat et, kendini mahcup da etme. Şu iki dize de bile o kadar çok edebî sanat, farklı çağrışımlar ve bilim işin içine dahil edilmiş ki yeni gelin gibi “Yerim dar.” bahanesine sığınıp geçeyim.
Yeraltı dünyasına olan alâkamda Şems-i Tebrizi’den güç ve ilham aldığımı söyleyebilirim:

"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir." diye endişe etme. 
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

Şems’in tespiti bu dünyaya olan alâkamda bana ışık tutan unsurlardan biri. Bir diğeri de Alman filozof Nietzsche. Edebiyatımızdan 2 şairi (Nâbî ve Nâ'ilî) inceleyen Nietzsche: "Bunları okuyunca şair olamayacağımı anladım filozof oldum." der. Görüldüğü üzere klâsik şiirimiz sanatta o kadar olgun ve yüksek seviyeye ulaşmış ki Mimar Sinan’ın taşlarla yaptığını Bâki gibi şairlerimiz kelimelerle yapmıştır.

Bugün yerin üstünde olanlar da şiir yazıyor. Ancak şiir demeye yüzleri olmadığından mı, utandıklarından mı yoksa sanatçı kisvesine bürünmekten mi bilinmez, şiir demek yerine şarkı sözü veya güfte demeyi tercih ediyorlar. Sözlerinde öyle anlam derinlikleri(!) var ki içine dalarsanız oradan çıkamaz boğulursunuz, o kadar derin. Birkaç örnek verelim: “Çeksene elini, kıl oldum abi, cenneti değişmem saçının teline, sevdim seni Rabb’im kadar, seninle cehennem ödüldür bana sensiz cennet bile sürgün sayılır, elimizde şişeler açılsın meyhaneler…” örnekler o kadar çok ki nereye baksan özensiz, tutarsız, en ufak bir estetik ve ahlâki kaygı güdülmemiş isyan ve cinsel içerikli, insanı kahreden sözüm onu şiirler. 
Bu türden şiir kitaplarından ve oradan türetilmiş diğer ürünlerden uzak durmak lazım ki gençlerimiz kontrolsüz, sınırsız bir gidişatın parçası olmasın. Bu noktada İlâhî ikâzı hatırlamakta da fayda var: "İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik, asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman; onları hiç işitmemiş gibi, kulağında bir ağırlık var da büyüklenerek arkasını döner. Ona, elem dolu bir azabı müjdele." (Lokmân, 31/6-7)
Neyse, bugüne takılıp keyfimizi kaçırmayalım. Yerin altındaki hazinelere bakmaya yine Bâkî ile devam edelim. Bâkî, Şeyhülislâm olmayı çok arzulayan, donanım olarak da o makama uygun bir şahsiyet idi. Ancak Kânunî, onun şair kimliği ve hassasiyetini bildiğinden olsa gerek o mevkîye onu bir türlü getirmedi.
Bâkî;  hoş-sohbet, nükteci, şakacı aynı zamanda hiçbir zaman hiçbir yerde doğruyu söylemekten çekinmeyen şahsiyete sahip biriydi. Tabi bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah, şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti:

Bâkî bed
Bursa’ya red
Nefy-i ebed
Azm-i bülend
Diyor ki: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur. 
Ancak padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulunur:
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî

Türkçeden Türkçeye çevirelim:
“Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki…
Zira açıkça biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak?)
Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma, unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.”
Şairler Sultanı Bâkî’nin fermânı duyduğu anda irticâlen söylediği dizeler padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir. Dahası birkaç ay içinde Kânunî Hakk’a yürümüş ve dünya bir Süleyman’a daha kalmamıştır.
Çocuklarımızda, gençlerimizde karakter oluşturmada üç alan çok önemli: dil, din, tarih. Bu alanda dersler veren eğitimcilerin yükü ağır ve bir o kadar ehemmiyetli. Yoksa bir fıkradaki gibi cahilce yaklaşımlar ve sorularla karşılaşırız: 

Bir kadın, hocaya sormuş: 
-Hocam Yunanistan taraflarında bir kadın evliya çıkmış, tam kızını kesecekken şeytan bir keçi getirmiş, doğru mu?
-Kızım ben bunun neresini düzelteyim: Yunanistan değil Arabistan, kadın evliyâ değil İbrahim peygamber, kızı değil oğlu İsmail, şeytan değil melek, keçi değil koç…”

Son söz yine şairin:
Kemâl-i cehl ile da'vâ-i irfân eylemek olmaz. 
 // FUZÛLÎ
(Cahillikte zirveye ulaşanlar ile olgun sohbet edilmez.)