Türk kültüründe İslâmiyet öncesinden bugüne kadar önemini yitirmeyen ve bazı dönemlerde üst düzeyde eserler ortaya çıkarabildiğimiz bir alan var o da şiir. Şiir, toplum hayatına o derece sirayet etmiştir ki düz yazıda ve konuşmada dahi kafiyeli söz söylemek her zaman tercih edilegelmiştir. Milâttan önceki zamanlara uzanan ve nazım-nesir karışık olarak söylenmiş destanlarımıza baktığımızda da bu özelliği görürüz ki bu ses tekrarları sayesinde destanların yanında atasözleri ve deyimler dahi hafızalarda kalıp kulaktan kulağa taşınarak bugünlere ulaşabilmiştir. Bu da bize gösteriyor ki şiirin nitelikleri söze girerse gök kubbede bâki kalan ses ortaya çıkabiliyor.

Şiiri, ipe inci dizmek olarak tanımlayan da var, damıtılmış hayat olarak gören de… Ziya Paşa şiire ölçülü, uyaklı söz derken Yahya Kemal, kelimelerle yapılan bestedir, der. Ancak zordur şiir yazmak. Orhan Veli, “Kolayca okunabilen bir şiirin kolayca yazıldığını mı sanıyorsunuz.” diyor ve bir şiirinde bu zorluğu ele alıyor:
    …
    Bir yer var, biliyorum; 
    Her şeyi söylemek mümkün; 
    Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; 
    Anlatamıyorum.
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov da bu çaresizliği ele alır bir eserinde ve der ki “İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.” Üstat Necip Fazıl da gaibin sınırlarında gezmiş, beyni kanayan soylu bir kafadır:

     Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir; 
    Canlı cenazelerin başında Münker-Nekir...

Fuzûli’nin poetikasında da geçen şiire yaklaşımla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de dışlanan şiirin, sadece nefsâni duyguların tatmini gayesi ile yazılan şiir olduğunu görüyoruz. İlimsiz şiiri temelsiz duvara benzeten Fuzûli, iman ve salih amel doğrultusunda şiir yazanların ise kurtulmuş olduğundan bahseder.
Kendisine dünyaya gelmeden önce de geldikten sonra da şiirler yazılan sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ise şairlere kutsallık izafe edildiği, her şairin bir cini bulunduğuna ve ilhamın oradan geldiğine inanılan bir dönemde yaşayıp peygamberlik vazifesi aldı. Tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim, erişilmez bir belagat ve fesahat mucizesi olarak cahiliye şairlerini susturmuştu. Şiirin böylesine önemli görüldüğü bir ortamda, vahiyleri şiir şaibesi altında bırakmaktan uzak duran Efendimiz, hayatında hiçbir zaman şiir söylememiş; ancak yine de şairlikle suçlanmıştır. 
Kâ’b Bin Züheyr de saadet asrının ünlü şairlerinden olup Kâbe duvarlarına asılan “Mualleka” şâirlerinden Züheyr’in oğludur. Şiirlerinde Efendimizi ve İslâmiyet’i hicvederdi. Bir gün Resûl-i Ekrem ashabına şu emri verdi: "Kim Kâ'b bin Züheyr'e rast gelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır."  Ancak Kâ'b bin Züheyr’in İslâm’ı kabulünden sonra yazdığı "Banet Süâdü" adlı kasideden duyduğu memnuniyet vesilesi ile üzerinde bulunan mübarek hırkasını çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek onu takdir etti. Bundan sonra o şiir "Kaside-i Bürde" olarak anılmaya başlandı.

Ka'b bin Züheyr, Resûlullah’ın bu hediyesini ömrünün sonuna kadar yanında muhafaza etti. On bin dirhem vererek onu almak isteyen Hz. Muâviye’yi "Resûlullah’ın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem." diyerek geri çevirse de Hz. Muaviye, Ka'b'ın vefatından sonra mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek bu arzusuna nâil oldu. Mübârek hırka Emevîlerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti. Bugün, "Mukaddes Emânetler" arasında Topkapı Sarayı’nın "Hırka-i Saadet" dairesinde muhafaza altındadır.
Ka'b bin Züheyr’in Hz. Resûlullah’tan gördüğü bu iltifat ve sonraki dönemde yaşayan İslâm şairlerinin peygamberimize duyduğu sevgi sebebiyle sayısız şairin kasideleri günümüze kadar ulaşmış ve kültür dünyamızda yer edinmiştir.

Divan şiirinin ekserinde peygamber aşkı vardır, demek sanırım yanlış olmaz. Mütefekkir şairlerden Urfalı Nâbî merhum da Peygamber Efendimize duyduğu aşk ile ön plana çıkan şairlerden. Hac seyahatine çıkabilmek için Müsahip Mustafa Paşa ve IV. Mehmet’in yardımını gören Nâbî, “Tuhfetü'l Harameyn” adlı içinde manzum bölümler de bulunan seyahatnameyi hacca gidemeyenler, Hicaz'ı göremeyenler için yazıyor. Şair, 1679'da gerçekleştirdiği ziyareti 1683'te kaleme alıyor. Eserde geçen bir şiir, bugün hac farizasını yerine getirmek isteyenler için de ibretlik bir hikâyeye sahip:

Şair Nâbî ve çoğu yüksek rütbeli devlet erkânından oluşan hac kafilesi, günlerce süren yorucu yolculuktan sonra Medine’ye yakın bir noktada gece mola verirler. Herkes derin bir uykuya dalmışken Efendimizin hasretiyle yanan Nâbî’nin gözüne uyku girmez, yerinde duramayıp bir o tarafa bir bu tarafa gezer durur. Ancak o da ne? Devlet büyüklerinden birisi ayağını Medine’ye Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatmış uyuyor. Şair bu, dürterek adamı uyandıracak değil ya, biraz yüksek sesle irticalen şiir söyler:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu
(Burası İlâhi bir bakışın olduğu, Allah’ın sevgilisi Muhammet Mustafa’nın beldesi ve makamıdır. Bu sebeple burada edebi terk etme.) 
Felekde mâh-ı nev Bâbü's-Selâm'ın sîneçâkidir
Bunun kandîlî Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu
(Bu gökteki yeni ay, Selâm Kapısı'nın (Bâbu's-selâm) yüreği yanık aşığıdır; Öyle ki, göklerdeki Cevza Yıldızı bile ışığını, onun kandilinin nurundan almaktadır.) 
Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu
(Allah’ın sevgilisinin istirahatgâhı olan bu mekan, fazilet yönünden arşı da geçer.) 
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan içti mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
(Buranın toprağının ışıltısıyla bütün yaratılmışlar yokluk karanlığından varlık aydınlığına terfi ettiler, o olmasaydı hiçbir şey olmazdı)
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu
(Nâbî, burası meleklerin tavaf ettikleri, peygamberlerin gelip eşiğini öptüğü kutlu bir yerdir. Bu sebeple kimin huzuruna çıktığını düşün, bu beldeye girerken edebin bütün şartlarını yerine getir.) 

Nâbî’nin okuduğu bu şiirle uyanan devlet büyüğü doğrulur ve “Bu şiiri ne zaman yazdın.” diye sorar. Nâbî de: “Şu anda sizi bu halde uzanmış görünce söylemeye başladım, daha önce hiç söylememiştim, ikimizden başka bilen yok” der. Rahat bir nefes alan o kişi: “Mademki bu şiir burada söylendi burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz.” diye ikaz eder.
Kafile, sabah namazına yakın Mescidi Nebi’ye varır. Onlar Mescid-i Nebi’ye girerken müezzinler ezandan evvel Nâbî nin “Sakın terk-i edebden…” diye başlayan na’tını okular. Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi şaşkınlık içindedir. Namazdan sonra Nâbî ve öbür zat müezzi¬ni bulurlar. Nâbî müezzine: “Allah aşkı¬na, ne olur¬sun söyle. Ezan¬dan önce okudu¬ğun na’tı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar. Önce konuşmak istemeyen müezzin Nâbî’nin ısrarı üzerine şunları anlatır: “Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescidi Nebi’deki bütün müezzinlere rüyasında: “Ümmetimden Nâbi isimli bir zat geliyor. Bana olan aşkı çok büyüktür. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medi¬ne’ye girişini kutlayın.” buyurdu¬lar. Biz de Resulullâh Efendimi¬zin emirlerini ye¬rine getirdik.
Nâbî, müezzi¬nin son sözleri ile kendinden geçer. Gözyaşları içerisinde: “Sahiden ‘ümmetimden’ mi dedi. Nâbî gibi bir günahkârı üm¬metinden sayma lütfunu mu gösterdi?” der. Evet, cevabı¬nı alınca da sevincinden kendinden geçerek oracıkta bayılır.

Nâbî’nin bu yolculuğundan bugün bize düşen paylarımızı hep beraber alarak son sözü, haccını eda etmeye hazırlanan kardeşlerimiz için tekrarda fayda görerek yine şaire bırakalım:
    Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
    Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu        //NÂBÎ