Yaşadığımız çağın en hayati sorunlarından biri,  sosyal değerlerimizin yozlaşması veya değişmesidir.  Bu değerlerin korunup kollanması, toplumları Ulus Devlete götürür, tam tersi ise kuru kalabalığa dönüştürür.

Sömürü sitemine hizmet eden stratejistlerin birinci derecede hedef noktası, sömürülecek ülkenin sosyal değerleridir. Kullanılan araçlar, siyasi güç, para ve silahtır. Bu gün insanlık, gücün, silahın ve paranın karşısında yenik düşmüştür. Elinde gücü, silahı ve parayı bulunduranlar veya bunlara hükmedenler kazanmıştır.

Günümüzde insanın ve insanlığın, barbarlık, baskı, zulüm, cinayetler ve despotizm karşısında sığınacağı bir liman kalmamıştır. Dünyadaki bu gidişat, dünya ülkelerine ve toplumlarına sirayet ederek, hümanizm ve hukuk sitemlerini dejenere etmiş, yönetimde hukuk ve adaletten ziyade kuvvetin üstünlüğü, toplumların kaderi haline gelmiştir.

Bu tespitten sonra ülkemize bakacak olursak, işe bireyden, diğer bir tabirle insandan başlamamamız gerekecektir.

Peki, insan nedir?

İnsanın felsefi tanımı; Huy ve Ahlaki yönden üstün nitelikli varlık demektir. Ahlak nedir? Ahlak, toplum içerisinde bireylerin uydukları davranış biçimleri ve kuralları olarak tanımlanabilir. Diğer bir tanımlama ile iyi ve kötü arasındaki niyet, karar ve davranışa bağlı eylem  farklılığıdır. (Bu tanımlara göre insanımızın ve toplumumuzun değerlendirmesini okuyucu olarak sizlere bırakıyorum). Kültür ise, tarihsel ve toplumsal süreç içerisinde var olan veya bu süreçte oluşturulan  ve topluma  bir vasıf veya tanımlama niteliği kazandıran  her türlü kabuller  ve  uygulamalardır. Dolayısı ile her toplumun farklı kültürü ve toplumsal değerleri olması, bu tanıma göre gayet doğaldır. Gerçekte de bu böyledir. Her toplumun kendine özgü bir  Kültürü vardır.  Kültürün oluşturduğu ve toplumun her kesimince kabul gören  etmen ve eylemler ise, o toplumun sosyal değerlerini oluşturur.  Bu değerlerin en önemli özelliği ise çok farklı etnik gruplardan  oluşan ve belirli sınırlar içerisinde  birlikte var olma ve yaşama  azim ve talebinde bulunan  toplulukların,  bir millet  ve ulus  olarak anılmasıdır.

Buradan varmak ve özellikle dikkatinizi çekmek istediğim mesele, sosyal bütünlüğün  sağlanması  ve milli birliğin devamı, bu ortak değerlerin  muhafazası ve korunması ile mümkündür. Bu ortak değerlerin   muhafazası ve kesintiye uğramadan sürekliliğinin sağlanması kültür sömürgeciliği ve yozlaşmaya en büyük engeldir. 

Peki, Ülkemizdeki durum nedir?

Şimdi bu soruya bir cevap arayalım. Ülkemiz, dünya coğrafyasındaki komumu itibariyle  Avrupa ve Asya arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Yani  coğrafi konumu itibariyle stratejik  bir öneme  sahiptir. Tam anlamıyla ne Avrupalı  nede  Asyalı  olan toplumumuz, benimsediği sosyal değerlerle Doğu ve Batı kültürü arasında  bir yerdedir.  Bir başka değişle yüzünü hem Asya’ya  hem Avrupa’ya  hem de orta doğuya çevirmiştir. Böyle olmak durumunda olan  ülkemizde karma bir sosyal kültürel yapı oluşmuştur.  Bu tamamen ülkemizin siyasi, sosyal ve ekonomik tercihlerine bağlı olarak  ortaya çıkan  bir durum olmakla beraber, Türk toplumu Batılılaşma faaliyetlerine başladıktan sonra Batıdan alınan değerler, Türk toplumunun sosyo-kültürel yapısı ile uyuşmadığı  günümüzde de devam eden bir çatışma halini ortaya koymaktadır. 

Bu gün gelinen nokta  ise, hem toplum hem de birey bazında kendi değerlerine yabancılaşan bir durumla karşı karşıyayız. Ülkemizde toplumsal ve bireysel  hayatın bütün safhalarında sosyal  değerlerin sarsıldığını gözlemek mümkündür. Çalışarak elde edilen meşru kazancın kutsallığına inanan bir iktisadî sistemin varisi olan ülkemizde, kolay kazanç yollarının ne ölçüde itibar gördüğü ortadadır. Alın teri ve emek horlanmakta, ekonomik  hayat çalışmaya üretmeye değil, tamamen  kolay  yoldan kazanılan  para ve sermayeye  endekslenmektedir. Bozulmayı sadece ekonomik alanda değil, kültür ve sanat hayatında, insan ilişkilerinin her alanında gözlemek mümkündür. Sosyal değerlerin bozulmasında “özgürlük” kavramı ve bunun etrafında oluşan hareketler de etkili olmaktadır. Kadınların özgürlüğü, ailenin küçülmesi, eşlerin özgürlüğü gibi fikirler, ahlak değerlerin değişmesine ve bozulmasına neden olmakta, evlilik dışı ilişkiler artmakta, eşlerin birbirini aldatması ve nihayetinde boşanma olaylarındaki artışlar dikkat çekmektedir. 

Türk inanç ve ahlak değerlerine ters olan bu tür davranışlar, artık ülkemizde  normal olarak karşılanmaya  başlanmıştır. Yenilik, gelişme, ilerleme, eşitlik, özgürlük, çağın teknolojisini  kullanma, ‘artık zaman değişti’ gibi  terminolojik terimler altında  bu toplumun  sosyal ve kültürel  yaşamına  derin  darbeler  indirilmektedir. Sosyal acıdan bakıldığında ne olduğumuz gibi görünüyoruz, nede göründüğümüz gibi olabiliyoruz. Dinsel açıdan bakıldığında hem cennete  gitmek istiyoruz hem de ölmek istemiyoruz. Durum bundan ibarettir. 

Millî kültürümüze ve sosyal değerlerimize yabancılaşarak, geçmişimizle  bağlarımızı koparma noktasındayız. Böylesine bir toplumun her ferdi, kendi tarihinden, dilinden, dininden, geleneklerinden, milletinden uzaklaşır, ülkesi ve toplumuna  yabancılaşır.  Böylece kendinden olana düşman, yabancıya hayran olur. Bilinçsizce yapılan  taklitler, bilmeden ve tanımadan yabancıya duyulan hayranlık, insanımızı bu sona, yani  kendini inkara ve değer anarşisine sürüklemektedir. Bütün  bu oluşumlarda  kuşkusuz yazılı ve görsel medyanın rolü çok büyüktür.

Çare, ülke olarak gelecekte var olmak istiyorsak,  bizi biz yapan Dini ve Milli değerlerimize, gelenek ve göreneklerimize sahip çıkarak, çağdaş düşüncenin ve bilimin önderliğinde, kültürümüzü geliştirerek, gelecek nesillere aktarmak mecburiyetindeyiz.