Prof. Dr. Talip Özdeş, Stratejik Düşünce Dergisinin Ekim 2015 tarihli 71. sayısında yayınlanan "İslam Dünyasının Istikrarsızlaştırma Politikaları Karşısında Maturidi Misyonu" başlıklı makale yazmıştı.
Prof. Özdeş yazısında: "Başlangıçtan beri Kur´an başta olmak üzere İslam´ın ana kaynaklarına yaklaşım, anlama ve yorum konusunda Müslümanlar arasında iki eğilim/çizgi mevcut olmuştur: a) Lafızcılığın ve şekilciliğin hâkim olduğu eğilim, b) Derin bir tefekkürle Kur´an ayetlerinin ve Hz. Peygamber´in söz ve davranışlarının üzerine dayandığı hikmetleri, dinin ana hedef ve gayelerini keşfetmeye çalışan, ayetlerin nüzul sebeplerini, ayet ve hadislerin bağlamını, ortam ve şartları, maslahatları ve yaşanan gerçeklikleri nazar-ı itibara alan, reyi teşvik eden, İslam´ı ruhu ve özüyle hayata intikal ettirmeye çalışan eğilim" tespitini yapıyor.

Bu tespit kısmen doğru olmakla birlikte eksiktir. Şöyle ki: 8. yüzyıldan başlayarak içe doğuş, ilham, rüya gibi indi ve bireye has, aklı dışlayan görüşlerden oluşan ve genel olarak tasavvuf denilen düşünce şekli ile Mürcie, Mutezile gibi yorum ekollerinin savundukları ve İmamı Azam gibi büyük bilim insanın başını çektiği Kuran´ı anlamada ve yorumlamada aklı esas alan, aklı komutan kabul eden düşünce ekolünün varlığını ve ayrımı görmekteyiz. Daha sonra bu ekolün önde gelen savunucuları olan İbni Sina, İbni Haldun, İbni Rüşd, Farabi gibi bilim insanlarının ve düşünürlerin tüm çabalarına karşın , Abbasi devletinin de desteğini alan başını Gazali´nin çektiği sufi düşünce ve yorum ekolünün savunduğu görüşler ve yaklaşımlar galip geldi. Bunun bir sonucu olarak da 11. yüzyılın sonlarına doğru akılcı düşünce ve yorum ekolünü tasfiye etti. Sanırım İslam dünyasındaki ikinci en büyük kırılma noktası budur. Nitekim 8, 9, 10 ve 11. asırlarda muhteşem bir gelişme gösteren ve bilimin pek çok dallarında çığır açan Müslümanlar, Gazali´den sonra tabir caizse bilimde nal toplamaya başladılar. Bir örnek vermek gerekirse: Gazeli deniz ticaretinin haram olduğuna hükmeder. Gerekçe olarak da, çok karlı bir iş olmasını gösterir. ´Müslümanlar zengin olurlarsa Ahireti unuturlar´ der.
Gazali hakkında en gerçekçi değerlendirmelerden birini rahmetle Yaşar Nuri yapar:
"Fıkıhtaki mezhep imamını taklidin başlattığı durgunluk süreci, tasavvufta Gazali´nin ölçü kabul edilmesiyle başladı (...) Gerçek şu ki, Gazali teolojisinde akıl dışlandığı için sistemin esasını mistik tevil ve içe bakış oluşturmaktadır (...) Gazali´nin kimliğini; bütün mesajı ve mesaisi tekfir, tadlil ve tenkit üçlüsü üzerine oturan ve şahsiyeti itibariyle kavgaların, saldırıların ve ithamların kalemi olmak oluşturur.
.... "Akıl düşmanlığını dinleştirerek İslam dünyasını perişan eden Gazali´dir." (Y. Nuri Öztürk. İslam Dünyasında Akıl ve Din Nasıl Dışlandı? S. 115, 118, 119, 127)


BU GÖRÜŞLERE KATILMAMAK MÜMKÜN MÜ?
"Bugün İslam dünyası itikadi ve fikri kaymaların, kargaşaların, tefrika ve çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemden geçmektedir. Batı´dan ithal edilen fikir ve ideolojilerin yanında; kabile, kavim, aşiret, etnik yapı, din, mezhep ve ideolojiler üzerinden geliştirilen ötekileştirmeler, kutuplaştırma ve çatışmalar; mezhep, tarikat ve cemaat önderine mutlak bağlılığı ve itaati esas alan, psiko-sosyal açıdan bireysel irade ve düşünceyi bloke eden oluşumlar; din, kültür, siyaset ve hukukla bağlantılı olarak tarihi dönemler içerisinde belirli şartlar muvacehesinde teşekkül eden paradigma ve yorumların ideolojik bir bakış açısıyla mutlaklaştırılarak her döneme ve her olaya uygulanmak istenmesi, bunun dışında düşünenlerin mümin olsalar bile tekfir edilmesi dini ve dünyayı anlama, çağı ve değişimi yakalama konusunda Müslümanların önünde ciddi engeller oluşturmaktadır. Asırlar boyu İslam medeniyetine kaynak oluşturup ruh veren, onun omurgasını oluşturan; dini, temel referanslarından koparmadan akılla, hikmetle, marifetle, irfanla, felsefeyle, sanat ve estetikle zenginleştirerek insanlığa sunan, ümmetin birlik ve beraberliğinin oluşumunda merkezi konumda olan bir geleneğin, etnik milliyetçilikle, mezhepçilikle, lafızcı, şekilci ve tekfirci bir zihniyetten hareketle ümmet arasına tefrika ve fitne düşüren şiddet yanlısı dini bir fanatizmle nasıl kuşatılıp boğulmak istendiğine muttali oluyoruz."
Sayın Özdeş´in yazısındaki bu güzel tespitlerin yanında dikkat çeken bir yanılgı ise bir yandan ´İslam´ın ana kaynakları olarak Kuran ve Sünnet´ derken, öte yandan "Maturidî, Kur´an ve Sünnet´in anlaşılmasında doğrudan vahyî olan bilgiyle (Kuran´la), vahyin insan tarafından açıklanıp yorumlanmasını birbirinden ayırmış, Allah´ın kelamı dışında hiçbir beşer sözünü, beşeri anlayış ve tevili (yorumu) mutlak kabul etmemiştir." demesidir.
İmam Maturidi´nin de açıkça belirttiği gibi, ilahi dinin kaynağı tek olur. Kuran da tanrısal bir dindir. Şirket dini değildir. Allah, dinin tek vaz´ıdır. Din kuralı koymada, helal ve haram belirlemede tek otorite ve yegane, mutlak söz sahibi Allah´tır. Bu nedenle Allah, Elçisine sık sık şu gerçeği hatırlatır: "Biz, her topluma kendi aralarından seçtiğimiz BEŞER elçiler gönderdik. Seni de kendi toplumuna gönderdik. Sen de, tıpkı senden öncekiler gibi öleceksin. Senin görevin, Benden aldığın mesajları, olduğu gibi, eksiltmeden ve onlara ilaveler yapmadan muhatapların olan insanlara TEBLİĞ etmektir. Sen onların üzerinde bir zorba, bir vekil değilsin. İsteyen inanır, isteyen inanmaz. Sen istesen de onları zorla inandıramazsın. Allah´ın helal kıldıklarını haramlaştırma!.."
Halife Ali´nin dediği gibi ´Din açık ve basittir. Ancak insanlar onu anlaşılmaz hale getirdiler."

YÜZLEŞME VAKTİ GELMEDİ Mİ?
Günümüzde ´Müslüman dünyası´ ya da ´İslam alemi´ dedidiğimiz 1.8 milyarlık nüfus ve 60 kadar devlete sahip varlık, ne durumdadır? Halinden memnun mudur? gibi rahatsız edici soruların sorulması gerektiğini düşünüyorum. Bu soruları sorabilmek, kendimizle ve geçmimişimizle mertçe ve dürüstçe yüzleşmemizi gerektirir.
Önce birkaç olayı hatırlayalım:
Allah Elçisinin ölümü ile sinsice bekleyen Kuran düşmanları hemen harekete geçtiler; bir kısmı peygamberliğini ilan etti, bir kısmı ´yönetime biz geçmeliyiz´ dedi, biz kısmı İslam öncesi cahiliye dönemini hatırlatan kabilecilik, kavmiyetçilik, forkacılık, bölünmüşlük eğilimleri gösterdiler. Ancak Kuran mesajını iyi ve doğru anlayan Ebu Bekir´in dirayeti sayesinde toplumun birliği korundu. Halife Osman döneminde devletin her kademesine sızan ve tüm yetkileri ele geçiren Emevi aşiretinin önde gelenleri, Peygamberin ehli beytini kılıçtan geçirerek elde ettiği krallığını koruyabilmek için aslında hiç sevmedikleri Elçi adına Mehmet Akif Ersoy´un dediği gibi ´ dini mübin-i yıktılar ve yerine bir sürü herze uydurarak yepyeni bir din kurdular". Kuran´da olmayan bir ´kader´ anlayışı üreterek Müslümanları efsunladılar ve akıllarını bloke ettiler. Müslümanların yaşadıkları en büyük kırılma budur. Gerisi de arkasından çorap söküğü gibi geldi. İmamı Azam gibi Allah´ın kitabı Kuran´ı savunan aydınları ise kırbaçladılar, zindanlara atarak işkence ettiler. Emevilerin halefi Abbasiler de zehirleyerek öldürdüler. Kuran´ın yasaklamasına rağmen Arap ırkından olmayan Müslümanlara "Mevali" sıfatını takarak ´üçüncü sınıf´ insanlar muamelesi yaptılar ve onları aşağılayarak hor gördüler.
Kuran´da olmayan bu kader inancının ve anlayışının bir sonuu olarak ne yazık ki, müslümanlar sürekli düşmanlarını suçlamaktan; hizipler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler de birbirlerini en ağır ve incitici suçlamalardan, kendilerinden olmayanları dışlamaktan, hatta Müslüman bile kabul etmemekten, "en iyi Müslümanlar biziz!" demekten kafalarını kaldırıp ´acaba bizim de yanlışlarımız, hatalarımız var mı?" diye kendilerine sormadılar. Suçluyu her dönemde hep kendilerinin dışında aradılar. Gerçekte en büyük sorumluların kendileri olduğunu kabul eütmediler. Kabul etmek bir yana bunu düşünmediler bile.
Biliyoruz ki, Allah adildir ve zulmü, sıkıntıyı hak etmeyen hiç bir milleti zillete düşürmez. Halbuki uzun zamandır ve günümüzde Müslümanlar zillet içindeler, acı, açlık, sıkıntı çekiyorlar, terör ve savaşlardan canları yanıyor, işkence görüyorlar ve öldürülüyorlar. Zulme ve işkenceye maruz kalıyorlar.
Şimdi Müslümanlar bu gerçekleri kabullenmeden, kendi gerçekleriyle, tarihleriyle, hataları ve doğrularıyla, iyileri ve kötüleriyile acık yüreklilikle yüzleşmeden yuvarlak sloganlarla işin içinden çıkabilirler mi?