GEÇEN HAFTADAN DEVAM Gerçek şu ki, Karakeçili Aşireti’nin reisi Gündüz Alp ve oğlu Ertuğrul Bey, sözü edilen beylerin, Selçuklu hükümdarları nezdinde yüksek itibar sahibi olduklarını biliyorlardı. Van ve Ahlat Yöresinden Urfa ve Mardin Yöresine Geçiş: Anadolu Selçuklu Devleti, Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’ın hükümdar olduğu (1220-1237) yılları arasında en parlak dönemini yaşarken, Orta Asya coğrafyasındA korkunç bir sosyal kasırğa şeklinde baş- layan Moğol istilası, önce Ural dağlarını aşarak batı-ya yönelmiş ve orta Avrupa’ya kadar uzanarak her tarafı yağmalamışlardır. Yapılan bu korkunç istîlâ ve yağma harekâtı sırasında Moğollar, geçtikleri her beldeyi tahrip etmişler, yağmalamışlar ve elde ettikleri yüklü bir ganimet ile tekrar Moğalistan’a ve başkentleri Karakurum’a dönmüşlerdir. Şu kadar var ki, Moğollarca gerçekleştirilen bu kanlı istîlâ ve yağma harekâtı başta Bağdat merkezli Abbasî halifesi olmak üzere; Orta Asya, Maverânnehir, Horasan, İran, Âzerbeycan ve Anadolu coğrafyalarında kurulmuş olan tüm Türk kökenli beylikleri ve de aşiretleri de son derece ürkütmüş ve de tedirgin etmiştir. İşte bu nedenle 1227-28 yıllarında Van ve Ahlat yöresinde göçebe olarak yaşayan Oğuz boylarından Kayı boyuna mensup Karakeçili Aşireti’nin reisi Gündüz Alp -bir diğer ifadeyle- Süleyman Şah, aşiretinin başına geçerek Fırat Nehri’nin aktığı vadiyi takip ederek yeni bir yurt edinmek amacıyla Artuk oğullarının hakim olduğu Urfa ve Mardin coğrafyasına intikal eylemiştir. Bazı Osmanlı kroniklerinde ve de sözlü gelenekte yer alan bilgilere göre; günümüzde Suriye coğrafyasında yer alan Habur Çayı’nın Fırat Nehrine bağlandığı noktada bulunan ve yakın çevresinde de “Türk- Mezarı ” diye anılan bir mahalle gelindiğinde Fırat Nehri’nin doğusuna geçilerek burada yeni bir yurt edinme imkânının bulunduğu gündeme gelmiştir. Bu-nun üzerine Gündüz Alp, bir diğer adıyla Süleyman Şah, atını Habur Çayı’na sürerek karşı tarafa geçmek istemiş ; fakat Habur Çayının ağzın suları, onu Fırat nehrine sürüklemiş ve ölüme götürmüştür. Suriye sınırları içinde bulunmakla birlikte Türk toprağı sayılan Caber Kalesi’nde günümüzde bile Türk bayrağı dalgalanmakta ve Gündüz Alp’in, bir diğer adıyla, Süley-man Şah’ın hatırası, burada Mehmetçik tarafında tutulan “bayrak nöbeti” ile yaşatılmaktadır. Gündüz Alp’in, bir diğer ifadeyle, Süleyman Şah’ın ölümü sonrasında Karakeçili aşiretine mensup oymaklar arasında edinilecek yeni yurdun yeri konusun-da antlaşmazlık çıkmış; bir kısmı, doğuya İran-Ho- rasan coğrafyasına yönelerek eski yurtlarına dönerken Gündüz Alp’in, bir diğer ifadeyle, Süleyman Şah’ın oğullarının başını çektiği diğer bir kısım aşiret mensubu oymaklar da batıya yönelmişler ve Halep civarında yeni bir yurt edinmeyi hedeflemişlerdir. Ancak Halep coğrafyasına gelince; burada da yerleşim konusunda yine Karakeçili aşireti oymakları arasında ihtilaf çıkmıştır. Bu defa Gündüz Alp’in, bir diğer ifadeyle Süleyman Şah oğulları, 1073-74 yıllarında Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın izlediği güzergahı takip ederek Anadolu’ya yönelmişler ve Halep-Malatya ticaret kervan yolunu izleyerek 1228 -29 yıllarında Malatya ve Erzincan yöresine ulaşmışlardır. Burada Yeşil ırmak havzasına gelince de Oğuz boylarına mensup Germiyan oğulları ile karşılaşmışlardır ve Yeşil Irmak havzasında da yerleşim imkânı bulamamışlardır. Bu- nun üzerine Gündüz Alp oğulları, doğuya yönelmişler; Erzurum-Pasinler yöresinde Aras ve Karasu ırmaklarının aktığı havzada yerleşmişlerdir . Ahlat coğrafyasından başlayarak Fırat vadisini ta-kip ederek Urfa-Mardin- Caber- Halep – Adana –Malatya ve Erzincan güzergahlarını takip ederek Erzu- rum-Pasinlere kadar devam eden bu çileli göç serüveni, üç yıl kadar sürmüştür. Şu kadar var ki Moğol istilâsının Anadolu’ya yöneldiği 1230’lu yıllara gelinince; Gündüz Alp, bir diğer ifadeyle, Süleyman Şah oğullarının yönettiği Karakeçili Aşireti’ne mensup oymaklar için, yine göç etmek ve yeni bir yurt bulmak zarureti doğmuştur. Kardeşler arasında yapılan müzakereler sonunda Gündüz Alp’in, bir diğer ifadeyle, Süleyman Şah’ın büyük oğlu Sungur Tekin ile kardeşi Gündoğdu, doğuya yönelerek Horasan coğrafyasın-da “Mâ-Han =Sulu-Han” civarında yeni bir yurt edinmeyi tasarlamışlar ve Erzurum-Pasinler yöresinden ayrılmışlardır. Buna karşın Gündüz Alp’in, yani İ.Süleyman Şah’ın eşi “Hayme Ana ” ile diğer iki küçük oğlu Ertuğrul ve Dündâr kardeşler ise batıya yönelmişlerdir. Bunlar, muhtemelen -Anadolu Selçuklu hükümda-rı Alâattin Keykubat’ın ünlü uç beyi Hüsameddin Çobanoğlu’nun Kayı boyuna mensup olduğunu öğren- dikleri için-batıya göç etmeyi ve bu coğrafyada yeni bir yurt edinmeyi düşünmüşlerdir. Ertuğrul Bey ve kardeşi Dündar Bey, edindikleri bu bilgi üzerine 1230 yılının ilk baharında 400 çadırdan oluşan Karakeçili aşiret topluluğu olarak Erzurum-Pasinlerden ayrılmış ve Erzincan -Sivas coğrafyasına doğru yola çıkmıştır. Yola çıkarken de Ertuğrul Bey, batıda Bizans sınırında kendilerine yurt tahsis edilmesi hususunda talepte bulunmak üzere; büyük oğlu Saru Batu’yu, bir diğer ifadeyle, Savcı Bay’i, Anadolu Selçuklu hükümdarı Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’a göndermiştir. Yassı Çimen Savaşı ve Erzurum-Pasinlerden Ankara-Karaca Dağ’a Geçiş: 1230 Ertuğrul Bey ile kardeşi Dündâr Bey’in liderliğinde Sivas’a doğru yola çıkan Karakeçili aşireti, Sivas-Suşehri sınırları içinde yer alan Yassı Çimen mevkiine gelip konaklarında burada Anadolu Selçuklu hükümdarı Uluğ Bey Alaaddin Keykubat’ın ordusu ile Harzemşahlar devleti’nin hükümdarı Celâlettin Mergü- berti ordusunun, kıyasıya diğeriyle savaştıklarına şa-hit olunmuşlardır. Ertuğrul Bey, Alaaddin Keykubat’ dan kendilerine yurt tahsisi talebinde bulunduğu için burada cereyan eden askerî harekâtta Uluğ Bey Alâaddin Keykubat tarafında yer almıştır. Zaman zaman güç şartlar altında kalınmış olsa da Yassı Çimen Savaşı, Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’ın zaferi ile sonuçlanmıştır. Ertuğ-rul Bey, Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’ın huzuruna çıkmış ve evvelce oğlu Saru Batu, yani: Savcı Bey aracılığı ile yapmış olduğu yurt tahsis edilmesi konusundaki talebini yinelemiştir. Bunun üzerine Uluğ Bey Alâaddi Keykubat (1220-1237), Ertuğrul Bey ve aşiretine, Ankara civarında yer alan Karacadağ ile Haymana yöresini tahsis eylemiştir. 1230 yılının Eylül ayı başlarında Ankara-Karacadağ yöresine gelip yerleşen Ertuğrul Bey ve kar- deşi Dündar Bey liderliğindeki Karakeçili aşireti, Sakarya Nehri’nin kaynağını oluşturan akarsuların başlangıç noktasını oluşturan bu coğrafyada yerleşmiş iseler de mevsimsel olarak bu yerleşim alanında su kaynakları kurumuş; mera ve çayırlar, sararıp solmuştur. Bu nedenle Karakeçili aşiretine tahsis edilen bu yöre, onlar için yetersiz olduğundan Ertuğrul Bey, bü-yük oğlu Savcı Beyi, ikince defa Uluğ Bey Alaaddin Keykubat’ a göndererek kendilerine yeni bir yurdun tahsisi talebinde bulunmuştur Yapılan bu talep, he-men yerine getirilmemiş ise de red de edilmemiş ve “bir düşüneyim..” denilerek kendisine -bir anlamda- yeşil ışık yakılmıştır. Muhterem okuyucum! Merhum Prof.Dr.Osman Turan tarafından kaleme alınmış olan “Selçuklular Zamanında Türkiye” isimli kaynak eserden Yassı Çimen Savaşı’na ilişkin bir alıntıyı sizler ile paylaşarak konuyu işlemeye de-vam edeceğim: “Hicrî takvime göre 27 Ramazan 627 ve milâdî takvime göre 9 Ağustos 1230 Cumartesi günü başlayan Yassı Çimen savaşı çok kanlı bir mücadele şeklinde başlamış ve üç gün sürmüştür. Zaman zaman Selçukî kuvvetleri güç durumlara düşmüş ise de her defasında -zorda olsa- dengeler korunmuştur. Ertuğrul Bey, aşiret kuvvetleri ile birlikte Uluğ Bey Alaaddin Keykubat tarafında yer almış ve onun lehine olmak üzere; Yassı Çimen Savaşı’na, fiilen, katılmıştır. Ancak savaşın başladığı Cumartesi günü beklenmedik bir anda tozu-dumana katan müthiş bir fırtına çıkmış; süvarîlerden oluşan Harezm ordu birliklerine karşı esen bu fırtına , süvarî birliklerinin savaş alanında manevra yapma kabiliyetlerini engellediği için Harezm ordu birliklerinde çözülmeler başlamış ve sağ kanat, birden çökmüştür. İlk anlarda Alâaddin Keykubat dahî bu çözülmenin, bir aldatmaca olabileceğini zannetmiştir. Ancak o gün akşam üzeri durum, açıklık kazanmış; meydanda binlerce ölü bırakan Harezm ordusu, çevrede-ki dağlara kaçmaya başlamıştır. İçlerinde Alâaddin Keykubat’ın yeğeni Erzurum emiri Cihan Şah olmak üzere; bir çok bey ve beyzâde esir alınmıştır. Harzem Şah hükümdarı Celalettin Mengüberti ise canını zor kurtarmış; bir avuç adamı ile savaş meydanından ayrılmıştır. Sonra da –evvelce tahrip ederek yağmaladığı Ahlat’ a uğramıştır. Ardından da Âzerbeycan coğrafyasında başkent olarak kullandığı Merağa şehrine gitmiştir. Almış olduğu bu ağır yenilgiden sonra kendini toparlama imkânı bulamayan Harzem Şah hükümdarı Celalettin Mengüberti, Şam Emîri Melik Eşref’e sığınmak üzere; 1231’de Merağa’dan ayrılmıştır. Şu kadar var ki Meyyafarkîn, yani: Silvan yöresine geldiğinde -evvelce- ağabeysini öldürdüğü bir Kürt beyi tarafından önü kesilmiş ve yakalanarak hayatına son verilmiştir. Ankara -Karaca Dağ’dan Söğüt ve Domaniç Yaylalarına Geçiş: 1231 Anadolu Selçuk hükümdarı Uluğ Bey Alaaddin Keykubat, yaz mevsimlerinde Kayseri’de inşa ettirmiş olduğu “Kubadâbâd Sarayı”nda ikamet ederken kış mevsimlerini de Antalya-Alanya’da inşa ettir- miş olduğı “Alâiye Sarayı”nda ikamet etmekteydi. İki saray arasında baharlarda yolculuk yaparken de Beyşehir Gölü kıyısında inşa ettirmiş olduğu “Hamidâbâd Sarayı”nda bir müddet kalmayı alışkanlık haline getirmişti. 1231 yılı kış mevsimini “Alâiye Sarayı”nda geçir-dikten sonra Kayseri deki “Kubadâbâd Sarayı”na dönerken -âdeti vechiyle- bir müddet de Beyşehir Gölü kenarında yer alan “Hamidâbâd Sarayı”nda dinlenmiştir. İşte bu esnada bir yıl önce kendisinden ikinci defa yurt tahsisi talebinde bulunan Karakeçili Aşiretinin reisi Ertuğrul Bey’i hatırlamış; onun ve de aşiretinin gücünü sınamak istemiştir. Bu amaçla Bizans-Selçuk sınırını oluşturan Dorilion = Eskişehir coğrafyasını kontrol etmek amacıyla koruma ordusuyla birlikte Eskişehir coğrafyasına gelerek yüksekçe bir tepenin üzerine otağını kurdurtmuştur. Bunun üzerine; başta Bizans-Selçuklu hududunun genel sorumlusu uç beyi Hüsameddin Çobanoğlu olmak üzere; o bölgelerde bulunan bütün beyler, hem hediyelerini ve hem de bağlılıklarını sunmak üzere; Eskişehir coğrafyasına gelmişlerdi. Hiç şüphesiz Karakeçili Aşireti’nin reisi Ertuğrul Bey de hediyesini su-nan ve de bağlılığını bildiren beyler arasında yer almıştı. Uluğ Bey Alâaddin Keykubat, Ertuğrul Beyi, huzuruna davet etmiş ve emrine bir miktar asker vererek ondan Bizans sınırında yer alan tarihî ipek yolu-nun Bursa ayağını kontrol etmesini istemiştir. Aldığı talimat üzerine Ertuğrul Bey, emrine verilen askerî birlikle beraber, tarihi ipek yolunun Bursa ayağını kontrol etmeye çıktığında günümüzde Pazaryeri ilçesi sınırları içinde kalan Ermeni Derbendi’ne geldiğinde Bizans imparatoru Laskarisin hudut birliğini oluşturan “Aktav Tatarları” ile karşılaşmıştır. Bunlar, Hıristianlaştırılmış ve Bizans-Selçuklu hududunda görevlendirilmiş paralı askerlerdir. Yapılan çatışma sonunda mağlup edilen “Aktav Tatarları” tarihî ipek yolunun Bursa ayağını izleyerek İnegöl Ovası’na inmişler; ardından da “Ermeni Beli”ni yani Hamzabey Boğazı’nı aşarak Yenişehir Ovası’na geçmişlerdir. Ertuğrul Bey de emrindeki askerî birlik ile kaçan bu “Aktav Tatarları”nı sıkı bir takip sonunda Yenişehir Ovası’nda yakalamış ve imha eylemiştir. Ertuğrul Bey, gerisin geriye Uluğ Bey Alaaddin Keykubat’ın yanına Eskişehir coğrafyasına döndüğün de kendisine önce “Gazilik” ünvanı verilmiştir. Ardından da hep birlikte -günümüz de Eskişehir’in bir semti olarak bilinen “Karaca Hisar” kuşatılarak, tekfurun, şartsız olarak teslim olması istenmiştir. Şu kadar var ki kuşatma sürdürülürken Kayseri’den gelen bir haberci, Moğolların Selçuklu ülkesine saldırdıkları haberini getirmiştir. Bu- nun üzerine Uluğ Bey Alaaddin Keykubat, Karaca Hisar kuşatmasını Ertuğrul Gazi ve arkadaşlarına bırakarak, süratle, Kayseri’ye dönmüştür. Ertuğrul Gazi ve arkadaşları tarafından kuşatma şiddetle sürdürülmüş ve 1231-32 yılında Eskişehir coğrafyasındaki Karaca Hisar, fetih edilmiş ve tekfuru da esir alınmıştır. Ardından da hiç vakit kaybedilmeksizin Söğüt kasabası ve Domaniç yaylaları da işğal edilerek “Cebel-i Ermeniyye” adı verilen ve üzerinden tarihi ipek yolunun Bursa ayağının geçtiği Ahî Dağı çoğrafyası, kontrol altına alınmıştır. Böylece; hem Bilecik ve hem de İnegöl coğraf- yası, Selçuklu nüfûzu altına girmiştir. Gerçekleştirilen bu fetih harekâtı sonrasında elde edilen ganimetlerin beşte biri ile birlikte –başta Karaca Hisar tekfuru olmak üzere- alınan esirlerin bir kısmı, Ertuğrul Gazi’nin kardeşi Dündar Bey aracılığı ile Selçuk hükümdarı Uluğ Bey Alaaddin Keykubat’a gönderilmiştir. Gönderilen ganimetleri kabul eden Uluğ Bey Alaaddin Keykubat, siyasî kojöktörü dikkate alarak Karaca Hisar tekfurunu yerine iâde etmiş ve Karaca Hisar’ın da tekrar, kendisine teslim edilmesini Dündar Bey’e emretmiştir. Buna mukabil Söğüt kasabası, Domaniç yaylaları ve “Cebel-i Ermeniyye” adı verilen Ahî Dağı coğrafyası Ertuğrul Gazi ve aşiretine bırakılmıştır. Sonuç olarak Bilecik, Karaca Hisar ve İnegöl tekfurları da Selçuklu nüfûzu altına alınmış; Bizans sınırları içinde kalmış olmakla birlikte Söğüt, Domaniç ve Ahi Dağı coğrafyaları, Uluğ Bey Alaaddin Keykubat tarafından Ertuğrul Gazi ve aşiretine ikinci bir yurt olarak tahsis olunmuştur. Bu vesile ile Ertuğrul Gazi -bir anlamda fiilen- Bizans sınırında çiçeği burnunda bir uç beyi olmuştur. Bu konuda detaylı bilgi almak isteyen okuyucularım, İdris-i Bitlisi’nin Farça kaleme alınmış “Heşt-Behişt” isimli eserine bakabilirler. Sohbetime son noktayı koymadan önce Ertuğrul Gazi’nin babası, Gündüz Alp’in Ahlat coğrafyasından başlayara Urfa ve Mardin üzerinden geçerek Orta Fırat coğrafyasına iniş serüveni ve burada Habur Çayı’nda boğuluşu konusında bazı mülâhazalarım olacaktır. Şöyle ki: Merhum Prof. Dr. Osman Turan Hocamızın kale-me almış olduğu “Selçuklular Devrinde Türkiye” ve “Selçujklular ve Türk İslam Medeniyeti” isimli değerli kaynak eserlerde görüldüğü üzere; İslamı ka-bul eden, Karahanlılarda Selçukîlerde ve hatta son dönemlerinde İslamı kabul eden Moğollarda bile biri, İslâmî diğeri millî olmak üzere iki isim kullanılmıştır. Tıpkı Aslan yapğunun “İsrâil” ve Gündüz Alp’in de “Süleyman Şah” isimlerini kullandıkları gibi. Her hangi bir yanlışa düşmemek için okurlarımın bu tarihi gerçeği göz önünde bulundurmalında yarar vardır. Diğer taraftan Muhterem Prof.Dr. Halil Yınanç Hocamızın Millî Eğitim Bakanlığı’nca bastırılan İslam Ansiklopedisi’nde yer alan “Ertuğrlul maddesi”nde Gündüz Alp’in Ahlat Coğrafyasından Orta Fırat Havzasına intikal serüvenini yok sayması ve “Türk mezarı”nın, Gündüz Alp’e âidiyyetini kabullenmemesine ilişkin yorumu, gerçeği ifade etmemektedir kanaatindeyim . Aynı şekilde Fehamettin Başar Bey’in Diyanet Vakfı Ansiklopedisinde yer alan “Ertuğrul” maddesinde de Gündüz Alp’ e Erzurum-Pasinlerde Mezar aramasına ilişkin yorumunun da doğru olmadığı kanaatini taşıyorum. Çünkü her ikisi de yazılı güvenilir bir belge ortaya koymadan şifâhî geleneğin verilerini ve tarihsel coğrafî realiteyi göz ardı edere Gündüz Alp=Süleynah Şah gerçeğini reddetmektedirler. Kanaatimce bu oryantalist bir yaklaşım olsa gerektir. Suriye coğrafyasında yer alan ve Türk toprağı olarak tescili yapılmış olan Caber Kalesi’nin yakınındaki “Türk-Mezarı”na ilişkin, Merhum Prof. Dr. Osman Turan Hocamızın getirdiği yorum ise bizce daha rasyonel bir yorum olarak görünmektedir.