Araştırma, gazlı ocaklardan elektrikli ocaklara geçişin ABD genelinde azot dioksit maruziyetini ortalama yüzde 25’ten fazla azaltabildiğini ortaya koyuyor. Ocağın en yoğun kullanıldığı evlerde ise bu düşüş yüzde 50’ye kadar ulaşabiliyor. Türkiye’de milyonlarca hanenin hâlâ doğalgazlı veya LPG’li ocak kullanıyor olması da iç hava kalitesinin göz ardı edilmemesi gerektiğine işaret ediyor.

EVDEKİ HAVA GERÇEKTEN GÜVENLİ Mİ?

Azot dioksit; astım, KOAH, erken doğum, diyabet ve akciğer kanseri gibi birçok sağlık problemiyle ilişkili bir kirletici. Uzun yıllardır trafik, sanayi ve enerji üretimi gibi dış ortam kaynaklarına odaklanılırken; ABD’de Temiz Hava Yasası gibi düzenlemelerle dış hava emisyonları azaltılmaya çalışılıyor. Ancak ev içi hava kalitesine yönelik aynı sıkılıkta kurallar bulunmuyor.

Stanford ekibinin bu çalışması, ABD genelinde hem iç hem de dış mekân kaynaklarını aynı anda değerlendiren ilk araştırma oldu; araç egzozu, elektrik üretimi ve evlerde kullanılan gazlı ocakların toplam etkisi ortak bir çerçevede incelendi. Ekibin 2024’te yürüttüğü önceki çalışma ise gazlı ocakların, kapatıldıktan sonra dahi NO₂ seviyelerini saatlerce yüksek tutabildiğini ortaya koymuştu. Araştırmacılar ayrıca gazlı ocaklardan, lösemiyle bağlantılı benzen gibi kanserojen maddelerin sızdığını da tespit etmişti.

Çalışmanın kıdemli yazarı Rob Jackson, “Dışarıdaki hava kirliliğinin sağlığımıza zarar verdiğini biliyoruz ama içeri girdiğimizde güvende olduğumuzu varsayıyoruz. Gazlı ocak kullanıyorsanız, çoğu zaman evinizde soluduğunuz azot dioksit, bütün dış kaynakların toplamından geri kalmıyor.” diyerek riskin ciddiyetini özetliyor.

RİSK KÜÇÜK EVLERDE ARTIYOR

Araştırmacılar, iç mekan ölçümlerini 133 milyon konutun yapısal özellikleri, dış hava kalitesi verileri ve hane halkının ocak kullanım alışkanlıklarıyla birleştirerek kapsamlı bir model geliştirdi. Bu sayede ABD genelinde posta kodu seviyesinde kısa ve uzun vadeli azot dioksit maruziyet haritaları oluşturuldu.

Genel sonuçlara göre, çoğu kişi için azot dioksit yükünün büyük kısmı hâlâ dış kaynaklı. Ancak 22 milyon kişinin yaşadığı evlerde özellikle küçük konutlarda ve kırsal bölgelerde gazla yemek pişirme, uzun vadeli güvenlik sınırlarının aşılmasına neden oluyor. Yani dış hava tek başına sorun oluşturmayacak seviyedeyken bile, evde gazlı ocak kullanımı durumu tersine çevirebiliyor.

Büyük şehirlerde ise durum daha da çetrefilli. Hem trafik ve sanayi kaynaklı dış hava kirliliği yüksek, hem de daireler küçük olduğu için ocaktan çıkan gazlar kısa sürede yoğunlaşıp daha yüksek seviyelere çıkabiliyor. Türkiye’de de özellikle büyükşehirlerde, küçük metrekareli apartman dairelerinde doğalgazlı ocakların yaygın kullanımı ve yetersiz havalandırma, benzer bir risk profili anlamına geliyor.

Araştırma, kısa süreli maruziyetlerde ev içindeki zirvelerin neredeyse tamamen gazlı ocak kullanımından kaynaklandığını gösteriyor. Yani esas büyük sıçramalar, ocak yanarken ve hemen sonrasında yaşanıyor; dışarıdaki trafik ya da santral emisyonları bu kadar ani ve yoğun pikler oluşturmuyor.

EŞİTSİZLİK DERİNLEŞİYOR

Çalışma, hava kirliliği ve sağlık söz konusu olduğunda sosyal adalet boyutuna da dikkat çekiyor. Gazlı ocaklardan kaynaklanan riskler, herkesi eşit etkilemiyor. Özellikle küçük evlerde yaşayanlar, kiracı olanlar ve yeni bir elektrikli ocak alacak maddi gücü olmayanlar daha kırılgan konumda.

Stanford ekibinin daha önce yaptığı bir başka çalışmada, uzun vadeli NO₂ maruziyetinin Amerikan Yerlileri ve Alaska Yerlileri arasında ulusal ortalamanın yüzde 60 üzerinde olduğu; Siyah ve Hispanik ya da Latin kökenli hanelerde ise yüzde 20 daha yüksek seyrettiği gösterilmişti. Bu grupların çoğu zaten araç trafiği ve fosil yakıt endüstrilerine yakın bölgelerde, yani dış hava kirliliğinin daha yoğun olduğu yerlerde yaşıyor. Gazlı ocak kullanımı, aynı hanelerdeki yükü iyice artırıyor.

Türkiye’de de benzer bir eşitsizlik riskine dikkat çekmek gerekiyor. Özellikle eski binalarda, düşük gelirli bölgelerde veya küçük metrekareli kiralık evlerde yaşayan ve havalandırma imkânı kısıtlı olan haneler, hem dışarıdaki trafik ve sanayi kaynaklı kirliliğe hem de içeride yemek pişirmeyle oluşan NO₂’ye daha yüksek oranda maruz kalabilir. Dahası, bu evlerde yaşayanların ocaklarını yenilemek, davlumbazlarını güçlendirmek ya da filtreli sistemlere geçmek için gerekli bütçeye sahip olmaması sorunu büyütüyor.

Bu nedenle araştırmacılar, yalnızca bireysel çözümlere değil, kamu politikalarına da vurgu yapıyor. Elektrikli ocak kullanımını teşvik eden vergi indirimleri, devlet destekleri ve kiralık konutlarda ev sahiplerini de kapsayan düzenlemeler, hassas grupların korunması açısından kritik önemde görülüyor.

Stanford Üniversitesi’nden Rob Jackson konuyla ilgili olarak şöyle diyor: “Daha temiz bir hava ve daha sağlıklı bir yaşam peşindeysek, önceliği iç mekân hava kalitesine vermeliyiz. Elektrikli ocağa geçmek, daha temiz pişirme ve daha iyi sağlık için atılacak önemli bir adım.”

Türkiye’de doğalgaz altyapısının yaygınlaşması, uzun yıllar konforlu ve ekonomik bir çözüm olarak görüldü. Ancak bu tür çalışmalar, mutfakta “temiz enerji” diye bildiğimiz sistemlerin bile, kapalı alanlarda kullanıldığında sağlık açısından düşündüğümüz kadar masum olmayabileceğini hatırlatıyor.

Kısa vadede, gazlı ocağı tamamen bırakmak herkes için mümkün olmasa da, pişirirken mutlaka davlumbazı çalıştırmak, mümkünse pencereyi açmak, ocağı gereğinden uzun süre açık tutmamak ve çocukları ocak çevresinden uzak tutmak gibi basit önlemler bile maruziyeti azaltabilir. Uzun vadede ise konut projelerinde, kira sözleşmelerinde ve teşvik programlarında elektrikli ocak ve iyi havalandırma altyapısının standart hâline gelmesi, hem ABD’de hem Türkiye’de iç mekân hava kalitesini iyileştirmek için en güçlü adımlardan biri olabilir.

Kaynak: HÜRRİYET