Bırakın!
Çocuklarınız çimende yürüsünler. Ağaca tırmansınlar. Güneş görsünler. Pikniğe falan gitsinler. Yüzsünler. Gezsinler, ormanı, yağmuru koklasınlar.
İşin açıkçası ben doğaya karışan, toprakla, hayvan sevgisiyle iştigal olan çocuklar görmek istiyorum.
Rengârenk kırlarda koşan... Ne bileyim, stres atanları…
Masa başına, ekran karşısına tıkılıp kalmayanları…
Yani artık ne çelik çomak, saklambaç, misket, simit, topaç yahut futbol oynayanları görebiliyorum sokakta doğru düzgün. Ne de, ter kana batıp soğuk su içince annesinden terlik yiyen, üstünü kirleten, ezan okununca eve gelen çocukları görebiliyorum. Gerçek hayatı yaşayanları göremiyorum. Varsa yoksa sanal ortam. Varsa yoksa bilgisayar. Ya da oyun konsolu. Cep telefonu. Televizyon. Abuk subuk diziler falan… Varsa yoksa bunlar! Başka bir şey yok!
Arta kalan zamanlarda da okul, dershane, ev, ödev, tuvalet, yatak.
Ööööööf!
Benim ruhum sıkıldı bunları yazarken! Kaldı ki, içinde bulunanlar…
Bu nedir yaaaa?
Başka bir şeye yer yok dünyalarında. Külliyen bitikler.
Ne yazık ki, bu tip yalnızlaşmaların arasında boğulup gidiyor çocuklarımız. Kimse farkında değil! Yok. Oyun oynayan çocuk yok dışarıda. Issız ada sanki her yer. Donakalmış. Evine gömülmüş herkes. Eski Rusya´nın koğuş tarzı yaşamı resmen.
Galiba teknoloji, insanları evine kilitledi. Anahtarı da yuttu.
Biz çocukken, ağaçtan toplanan o ham meyvenin tadını almayı öğrendik.
Eriklerin, cevizlerin tadını… Çağlayı tuza bandırıp yemeyi öğrendik.
Yeşil kirazın ekşiliğini… Kafamıza taş gelince avaz avaz ağlamayı öğrendik.
Bisikletten düşünce sırıtmayı… Karate yapmayı öğrendik. Eğlenmeyi, gülümsemeyi…
Dayaktan kaçabilmeyi öğrendik. Mücadele etmeyi, koşmayı…
Koşmak deyince aklıma geldi;
Kambur bi´teyze vardı, hiç unutmuyorum. Yün sırağıyla kovalardı bizi. Bacaklarımıza atılan o sopadan kaçamazdık. Yeter ki, penceresinin önünde top oynamaya duralım. Çıktığı anda eyvah eyvah! Kaç kaç kaç! İlginç olan şu ki; o dönemlerde hiç birimizin psikolojisinin bozulduğunu görmezdik ne hikmetse. Yerdik sopayı otururduk aşağıya. Sapasağlamdık. Büyüklere itaat vardı çünkü. Karşı gelinmezdi. İşte Anadolu tarzı yetişen bizlerdik. En son jenerasyon olarak bizler… Doksanlar kuşağı… Toplumun, kendi normlarını kendi yöntemleriyle öğrettiği nesil…
Şimdi nasıl peki?
“Çabuk odana”! Yani düpedüz Avrupa minvali… Bu kültürü yerleştirdiler evlerimize.
Çocuğu o donuk ve renksiz odalara mahkûm etmeler… Mutfak-Tv-Yatak üçgeninin içine hapsetmeler falan… Ya da, aman çocuğun psikolojisi bozulmasın, aman kavga öğrenmesin, aman kötü alışkanlıklara bulaşmasın, aman üzüntü çekmesin diye alttan almalar, şımartmalar, hediyelere boğmalar. Psikologlardan çıkarmamalar… Bırak! Bi´çocuğu kırlara, bayırlara, tarlalara bırak. Oralarda yürümeyi öğrensin. Düşmeyi, akabinde kalkmayı öğrensin. Diğer mahallede top oynamayı öğrensin. Rekabeti, takım ruhunu öğrensin. Hırsı, zaferi, yenilgiyi öğrensin. Yaşıtlarıyla dolaşmayı… Onlarla oturup, onlarla kalkmayı... Koşsun, zıplasın, dama, duvara çıkmayı öğrensin. Tornet sürsün, bırak! Su satsın pazarda. Stres atsın. En büyük terapi budur onlara! Ninelerimiz, dedelerimiz terapiyle mi büyümüş Allah aşkına?
Peki. Ya sen?
Hiçbir şey olmaz, korkma! Eğer çocuğuna verdiğin eğitime güveniyorsan, korkma! Kötü alışkanlıklar edinmez öyle merak etme! Kendini korumayı bilir, hem de en âlâsından.
Rahat ol sen! Asıl izole edersen, o zaman kaybedersin evladını.
İleride daha vahim sonuçlara kapı aralarsın. Birikir, birikir ve bir yerden sonra patlamalar yaşatabilir. Belki kaybedebilirsin bile. Allah muhafaza!
Şöyle bakıyorum; eski çocukluk dönemlerimize, seksenler, doksanlara kıyasla şimdiki çocuklar, yumuşak şekerlemelerle, krakerle, karton gibi bisküvilerle karınlarını doyuruyorlar. Kaçı bazlama, doğal süt, et, ekmek arası zeytin-peynirle büyüyor ki?
Hemen hepsi hamburger çocuğu oldu çıktı. Fast food akımına kapıldı, gidiyorlar.
Her şey kolay, her bi´şey rahat… Market var ya hemen dibimizde!
Her mahallede olduğu gibi, senin de mahallende o cânım süpermarketler…
Zorluk nedir gören, gösteren yok tabi. Herrrr şeyyy hazır. Piş ağzıma düş!
Bu gruba “zengin bebeleri” daha çok giriyorlar elbette. Özellikle elit kesimlerin çocukları, pamuk ipliğinde büyütülüyorlar. Şu, isimleri burjuva kokanlar var ya! Onlar…
Oldu olacak akvaryumda beslensinler çocuğu. Tövbeeee!
Anne kucağı yok, kokusu yok, şefkati yok, sevgisi yok, dadısı var. Anne yerine dadı var, evet.
Çocuklar bir nevi kendi annesini değil, dadısını “anne” belliyorlar sonra. Çok tehlikeli!
Bu, onlara yapılan en büyük kötülük değildir de, nedir? Sonra hayata atılınca, sudan çıkmış balığa dönüyorlar. N´apacaklarını bilemiyorlar adeta. Şaşkaloz şaşkaloz bakınıyorlar etrafa.
Üzülerek belirtiyorum ki aileler, çocukları koruyorum derken, işin suyunu çıkarıyorlar ve ne yazık ki, bunun farkında bile değiller.
Bu çok vahim ve ürkütücü…
Atamız Fatih Sultan Mehmed 5 yaşında okumayı sökmüş.
7 yaşında Kur´an okumayı öğrenmiş. 9 yaşında hafız olmuş.
12 ve 21 yaşlarında tahta geçmiş. Aynı yaşında İstanbul´u fethetmiş.
Bugüne kıyasla, ne çok şey başarmış değil mi?
Bir de günümüzdeki torunlarına bak! Yazık…
Oturup büyükleriyle adamakıllı sohbet edebilen, hemen her şeyden anlayan, medeni hayattan kopmayan, atik, uyanık ve kaliteli evlatların yetişebilmesi için, lütfen çocuklarınızı gereğinden fazla izolasyona maruz bırakmayınız, der ve giderim.
İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle…
Ziya POLAT – 01.08.2015