Rızık, Allah tarafından kula verilen, kul tarafından da yiyilip içilen şey demektir. Geniş bir rızık sofrasıyla bütün canlılar doymaktadır. Sabah yuvasından karnı boş olarak uçan bir kuş, doymuş olarak geri döner. Çocuk dünyaya gelmeden annesinin göğsünde süt depo edilmekte, çocuğun doğmasına kadar bozulmadan durmaktadır. Kar ve buzlarla örtülü memleketlerdeki hayvanlarda rızıklarını bulmakta, Allah buzların altındaki balıkları, mağaralardaki yavruları da rızıksız bırakmamaktadır. “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah´a aittir.” (Hud;6) Ömrü son bulan insanı ölüm nasıl bulursa, rızık da sahibini mutlaka arar bulur. Çünkü bir hadisi şerifte; “Biriniz rızkından kaçsa bile ölümün ona yetiştiği gibi, rızık da kendisine ulaşır” Yavrular analarını emmek için salındığında nasıl birbirlerini aramakta iseler, insanoğlu da rızkını aramaktadır.

İnsanlar dünyaya gelirken, Hz. Allah´ın ezelde kendileri için ayırdığı rızıklarını da beraberinde getirirler. Fakat bu, hiçbir zaman, herkes için aynı miktarda değildir. Kimi çok zengin olurken, kimi de açlık ve sefalet içinde ömür tüketir. Bu mesele derinliğine düşünüldüğü zaman, bu noktanın altında çok büyük hikmetlerin varlığı görülür.

Cenab-ı Hak´kın bizleri yaratması, büyütmesi ve hayatımızı devam ettirebilecek kadar bize rızık vermesi onun lutfudur. Çünkü hiçbir zaman Cenabı Hak, bunları yapmaya mecbur değildir. Bizi insan olarak dünyaya getirmesi, sadece bizim iyiliğimizi istemiş olmasıdır. Bundan başka rızık taksimi yaparken; falan kimseye bol, filan kimseye az vermesi, kendi iradesinin tecellisidir. Bütün bunlardaki en önemli hikmet; imtihandır. Bu imtihanlardan biri de fakirliktir, mal, mülk noksanlığıdır.  Hz. Peygamberimiz; “Miraç gecesi bana, cennet ve cehennem gösterildi. Cennette fakirlerin çoğunluk-ta olduğunu gördüm.” buyurur. Fakirlik çekip, buna sabreden Müslümanların ahirette mutlu olacaklarına işaret ediyor.

İnsan ya fakir olarak doğar, ya da zengin iken herhangi bir felaket ve sıkıntı sebebiyle fakir hale düşebilir. Bunlardan hangisi olursa olsun, Allah´ın kulundan istediği sabırdır. Çünkü güç durumlara sabretmek, isyana kalkışmamak kalplerdeki inancın sağlamlığını gösterir.

Dünya hayatı ahiret hayatından çok kısadır. Önemli olan ahiret hayatını rahat ve huzur içinde geçirebilmek-tir. Eğer geçici olan dünya zenginliği, kabirden öteye faydası olmayan mal mülk çokluğu, kişiyi mahşerde yalnız bırakıyorsa, o zaman bir ömür tüketerek kazandıklarımızın ne kıymeti kalır. Çünkü mahşerdeki pişmanlıklar faydasızdır. Nedense zamanımızda bazı zenginler, fakirleşme korkusu yaşıyorlar. Bugün öyle varlıklı insanlar var ki, normal iktisadi ölçüler içinde 7 göbek sülalesine yetecek mal varlığına sahip olmasına rağmen, hiçbir hayır kurumuna, hiçbir fakire yardım etmiyorlar. Çünkü en büyük fakirlik iman nurundan yoksun bir kalbe sahip olmaktır.  İşte kalpte bu zenginlik yoksa insan isterse dünyanın en varlıklı insanı olsun, hiçbir kıymeti yoktur. Böyle insanlar öldüklerinde büsbütün fakirleşeceklerdir.

Bir insanın mülkiyet sahibi olabilmesi için bir tek şart vardır. O da çalışmaktır. Çalışmak, dinimizin emrettiği, şart koştuğu temel husustur. Emek vermeden, terlemeden kazanılanlar bir şey ifade etmiyor. Yüce Rabbimiz Allah (c.c) Kur´an-ı Kerim de; “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm;39) buyuruyor. İnsanın tasarrufunda olan şeyler emek mahsulü olmalıdır. Emeklerinde karşılıksız bırakılmaması gerekir. İşçinin ücretini alın teri kurumadan veriniz, prensibi önemli bir uyarıdır.

Çalışma, işçi ile işveren arasında bir hadisedir. Biri sermayeyi diğeri emeğini ortaya koyacak, alın teri, göz nuru ve kol kuvveti birleşerek, iş ve iş hayatı temin edilecektir. İnsanların muhtaç oldukları iş kollarını açmak Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Toplumun ihtiyacı olan meslek ve sanat kollarını kurmak, ihtiyaç duyulan fabrikaları açmak varlıklı insanlara düşen görevdir. Bir gurup bu hizmeti görürse, diğerleri sorumluluktan kurtulur. Düşünelim ki; Uçak sektöründe hep dışardan ithal ediyorsak, ülkemizde bunu üretemiyor, dışa bağımlı kalıp, ülkemiz parasını yabancılara aktarıyorsak, bu meslekle iştigal eden bütün insanlar bundan sorumludur. Mutlaka üretilmelidir. Bu her iş ve meslek için aynıdır.

Çalıştırılan insanlar rahat ve huzur ortamında çalışmalıdırlar. Bir işçi sürekli huzursuz ve mutsuz olursa, verimli olamaz. Onunda evinin ihtiyaçlarını karşılama-ya, hatta tatil yapmaya ihtiyacı vardır. Çalışan insanlara köle gibi davranmamak, onların onur ve itibarlarını korumak, iş sahiplerinin görevleridir. Çalışan insanlar arasında ücretler dengeli olmalı, aralarında büyük farklar olup, birbirlerine karşı kindar hale gelmemelidirler.

İşçi kendisine emanet edileni korumak ve kollamak ile sorumludur. İşçilere güçlerinin üzerinde yük yüklemek olmaz. Hak ettikleri kazancı vakit geçirmeden, hatta terleri kurumadan vermek gerekir. Başarı açılan bir kapı değil, çıkılan bir merdivendir. Meyvelerin en olgunu dalın ucunda olur. Ama oraya ulaşmak zordur, risklidir.

Gücüyle çalışan işçi, beyniyle çalışan usta, hem gücü, hem de beyniyle çalışan sanatkârdır. Diye güzel bir söz vardır. Yunus Emre ise; “Dağ ne kadar yüce olursa olsun, üstünden aşan bir yol bulunur.” derken, zorluklara göğüs gerilmesini tavsiye eder.

19. yüzyılda İngiltere´de işçiler günde 15 saat çalıştırılır ve hiç tatil yapmazlardı. İlk defa tatil hakkı tanınca, üst sınıflar hiç memnun olmadılar. Yaşlı bir düşes şöyle dedi: “Yoksulların tatil neyine, onlar çalışmak için yaratılmıştır.” derken, İslam bu olaydan 12 asır önce işçi haklarını teminat altına almıştı. “Alıtını ve gümüşü yığıpta onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte onlara elem verici bir azabı müjdele!” (Tevbe:35) Kur´an-ı Kerim, stokçuluğu ve tembelliği bu ayeti kerimeyle yasaklıyor. Rızık telaşı dünyaya aşırı muhabbetten doğar. 

Hz. Peygamberimiz, alışverişte pazarlık yapılırken müdahale edilmemesini, ucuza temin etmek için kimsenin aldatılmamasını hatırlatır. Bir gün Medine pazarında, ıslak buğday satan adama “Bizi aldatan bizden değildir” buyurarak ikaz etmiştir. Ticarette müşteriyi etkilemek için yemin etmek uygun görülmemiştir.

Bir gönül ehli rızkı şöyle tanımlıyor;             

Anadan doğunca çulun,

Var mıydı paran pulun,

Mevlâm yarattığı kulun, 

Verir rızkını koymaz naçar.

Belh´li Şakik, ticaret yapmak için uzun bir yolculuğa çıkar. Kısa bir müddet sonra geri dönüp İbrahim b.Ethem´e uğrar. İbrahim b.Ethem, niye döndün diye sorar. O da; yolculuğumda bir handa, topal bir kuş gördüm. Bu nasıl geçinir, nasıl karnını doyurur, diye merak ettim. Baktım ki, bir başka kuş ona yiyecek taşıyor. Kendi kendime dedim ki; bir topal kuşun dahi karnı doyarken, ben niçin uzak diyarlara yolculuk ediyorum, dedim ve geri döndüm, deyince; İbrahim b. Ethem; Yazık sana Şakik, başkalarının yardımıyla yaşayan topal bir kuş olmaya razı oluyorsun da, hem kendisi hem de  başkalarına faydası dokunacak çalışkan bir kuş olmaya niçin razı olmuyorsun? Sen “veren elin alan elden üstün olduğunu” bilmiyor musun? deyince; Şakik, nasihati kavrar, özür dileyerek, tekrar yola koyulur.

Bir kimseye bir balık verirsen o gün karnını doyurursun. Ama balık tutmayı öğretirsen her gün karnı tok olur. Bu prensip insanları işe ve çalışmaya teşvik eder. Bugün uluslar arası ekonomik alanda büyük gelişmeler kaydediliyor. Maddi sermayenin yerini bilgi sermayesi, elektrik enerjisinin yerini nükleer enerji almış, kıtalar arası haberleşme yerine, gezegenler arası ulaşım ve iletişim gelişmiştir. Kurduğumuz imparatorluklarla maddi güç ve hâkimiyet sağladık ama fikri ve ilmi hâkimiyeti kuramadık. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerini hep yabancılar bulup işlettiler. Topraklarımızdaki zengin kaynaklara bile onların izni olmadan dokunamadık.

Biz önce kendimize sormalıyız; Helalinden kazanmaya gereken önemi veriyor muyuz? Fakir ve muhtaçları sevindirebiliyor muyuz? Mahallemizdeki hastaları ziyarete gidiyor muyuz? İlaç alamayacak derecede fakirleri bulup araştırıyor muyuz? Fakir ve zeki bir çocuğu keşfedip okutabilmek için harekete geçiyor muyuz? Haksızlığa uğrayan birini gördüğümüzde ona yardımcı olabiliyor muyuz? Kazandıklarımıza hükmedebiliyor muyuz? Yoksa kazandıklarımız mı bize hükmediyor. Kısaca yaptığımız işleri Allah rızası için yapabiliyor muyuz? Şayet EVET diyorsak, bilin ki bahtiyarız. Şayet, dar gelirli biri isek, Aldığımız ücreti hak ettiğinize inanıyor muyuz? Aldığımız maaşı helal ettirebilmek için gerektiği kadar çalışıyor muyuz? İhtiyaçları karşılamak için meşru yolları düşünüyor muyuz? Bunlara da EVET diyebiliyorsak, gerçekten bahtiyarızdır. Çünkü insanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur. İnsanlar doğuştan eşit gibi görünür ama hayat bu eşitliği bozar. Kimi çalışkan kimi tembel, kimi zengin kimi fakir olur.

---------------------------------------------------------------

İmamı Azam Ebu Hanife ticaretle meşgul olurdu. O günkü deyimle Bezzaz idi, yani kumaş alır satardı. Havf b. Abdurrahman adında bir ortağı vardı. Ortağına bir gün mal gönderdi. Sonradan bu malda kusur olduğunu anlayarak, o malı satmamasını tembih etti. Fakat ortağı buna dikkat etmeyerek malı satmış, bedeli olan 35.000 dirhemi de Ebu Hanife´ye göndermişti. Ebu Hanife müşteriyi arattı, bulamadı. Bu parayı sevabı müşterisine ait olmak üzere fakirlere dağıttı. Dikkat göstermediği için ortağından ayrıldı.

İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır kuralı, ticaretle meşgul olup, insanların ihtiyaçlarını karşılayan ticaret erbabını da ihtiva eder. Yine peygamberimiz; “Doğru ve güvenilir bir tüccar kıyamet gününde şehitler ve peygamberlerle birlikte olacağını” müjdele-mesi küçümsenecek bir hadise değildir. “Tartı ve ölçüde haksızlık etmeyin, tartıyı ve ölçüyü doğru tutun.” (Rahman;7) emri, tüccarların dürüstlüğünü ve güvenilirliğini vurgular. Sen çalış ben yiyeyim anlayışında olan, hiç kimse bereket kapısını bulamaz, kazancından hayırda görmez. Hz. Peygamberimiz; “Çalışmaktan dolayı yorgun olarak akşama giren, günahları bağış- lanmış olarak akşama girmiş olur.” buyurmaktadır.

Hz. Peygamberimiz, eli nasırlaşan bir çiftçinin elini tutar, tokalaşmak ister. O çiftçi elini Allah Resulüne vermek istemez. Bu durum sonra şöyle açıklığa kavuşur. -Ey Allah´ın Resulü benim çalışmaktan patlamış ellerimi sizin güzel teninize değirip, sizi rahatsız etmek istemedim, demesi üzerine, sevgili Peygamberimiz; “Allah ve Resulünün sevdiği el budur” dediği, başka bir rivayette ise, “ben böyle bir el ile değil tokalaşmayı, o eli öperim” dediği nakledilir. Nelson, çalışmanın önemini şu güzel sözüyle vecizeleştirir: “Hayat ne bayram ne de yas günüdür. Hayat iş günüdür.”

İmam-ı Şibli hazretleri der ki; “Dörtbin hadis öğrendim, bir tanesini kendime rehber edindim.” O da şu hadistir; “Dünya için çalış, orada kalacağın kadar. Ahiret için çalış, orada kalacağın kadar. Allah´a ibadet et, ona olan ihtiyacın kadar. Cehenneme hazırlan, ona olan kabre kadar.”

Sevgili Peygamberimiz; “Ahiretin ihyası, dünyanın imarı ile mümkündür. Allah kulunu helal kazanç talebinden yorgun düşmüş görmeyi sever” En kötü şartlar altında çalışmak başkalarına yük olmaktan iyidir. Hiçbir kimse kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma asla yiyemez. Servet bir Müslüman için en güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun.

Kur´an´ın inmeye başladığı dönemde iktisadi ve ticari hayatta bozukluklar vardı. Kur´an´ın ilk ayetleri önce bu tabuları yıkmak için hükümler getirmiştir. Aslında Kur´an bir ekonomi kitabı değildir. Ama sönmeyecek ışığı ile iktisadi alandaki dertlere şifa olabilecek evrensellikte bir kitaptır.

Hicretten sonra Hz. Peygamber Müslümanları ticaret yapmaya teşvik etti. Çünkü o dönemde Medine´de ticaret Yahudilerin tekelindeydi. O günün Müslümanları kendilerini sömüren Yahudilere rakip çıktılar. Muhacir ve ensar Hz. Peygamberin tavsiyeleri ile hilesiz ve dürüstçe yaptıkları ticaret sonucunda, ticari hayatta söz sahibi oldular. O günün Yahudilerini ticari piyasadan sildiler.

İnsan, boş durmamalı, bir işe yaramalıdır. Yapılacak yığınla iş varken, bir insanın tembel tembel durması hayra alamet değildir. Müslümanın özelliği, çalışarak yorulmak olmalıdır. Zaten insan, zorlukla mücadele ederek, şahsiyetini bulur. İnsan ya dünyasına, ya da Mevlâ´sına doğru koşar. Ömrünü kimi kasasını, kimi ahiretini kazanmak için harcar. Şüphesiz ki, bu koşu bir gün bitecek, yolun sonuna varılacak. İşte o günde, hangi sevginin gerçek olduğu anlaşılacak. Çünkü insan ile birlikte mezarına sadece salih ameli girecektir.

Hazreti Ali (r.a) hurma bahçesinde akşama kadar çalışmış, akşam da devesinin üzerine bir çuval hurma yükleyerek evinin yolunu tutmuştu. Devenin yuları yardımcısı Kamber´in elinde kendisi de önde gidiyordu. Medine´nin içine girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi. Yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu: -Ne olur Allah rızası için!... diyordu.

İşte bu sırada sesi duyan Hazreti Ali (ra) ile arkadan deveyi getiren Kamber arasında şu konuşma geçiyor. Hazreti Ali soruyor:

- Kamber ne istiyor bu yoksul adam?

-Hurma istiyor Efendim!

-Ver öyleyse!...

-Hurma çuvalda Efendim!

-Çuvalla ver öyle ise!...

-Çuval da devenin üzerinde!...

-Deveyle ver öyle ise!...

-Emri yerine getiren Kamber der ki:

-Devenin ipi de benim elimde, demekten korktum. Çünkü beni de deveyle birlikte yoksula vermekte tereddüt etmeyebilirdi.

Bir ülkede akla ve ilme değer verilmezde, yalnız zenginlik ve paraya değer verilirse, bilinmelidir ki, o yer-de, keseler şişmiş ama kafalar boşalmış demektir. Çün-kü zenginlik hizmet için kullanılması gereken bir araçtır. Tapılacak bir mabut değildir. En nihayet topraktan gelen insan yine toprak olacaktır. O kimsenin fazileti ve merhameti baki kalacaktır.

İlim tahsili ve çoluk çocuğunun rızkını temin için uzun yollara giden bir kişi, Allah yolunda cihatta gibidir. Yani bugün doktora yapmak için, yüksek öğrenim yapmak için gurbete çıkanlar yaşadığı yerden başka vilayetlere veya başka ülkelere giden gençlerimizle, yine rızık davası için uzak diyarlara yolculuk yapan işçilerimiz, iş adamlarımız, bu işlerini doğru dürüst yaptıkları sürece, Allah yolunda cihatta gibidirler. Başlarına bir kaza gelip ölseler, şehit hükmündedirler. Allah resulü bu uğurda gayret sarf edenleri bu şekilde tanıtıyor. Ama bugün birçok Müslüman adeta tembellik abidesi olmuş. Birde dine mal etmek yok mu? Böylelerine cevabı M. Akif veriyor;

Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun,

Sonunda birde tevekkül sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.

Bütün peygamberler bir meslek sahibidir. Hz. Adem (AS) çiftçilik, Hz. İdris (AS) terzilik, Hz. Nuh (AS) marangozluk, Hz. Davut (AS) demircilik, Hz. Yusuf (AS) idarecilik, Hz. Süleyman (AS) hasırcılık, Hz. İbrahim (AS) dokumacılık, Hz. Zekeriya (AS) çobanlık, Hz.Peygamberimiz ise, hem çobanlık hem de ticaret yapmışlardır.

Rızık peşinde koşmak sadece çalışmayla olur. Çalışan insanları Allah´ın çok sevdiğini, onların dünya ve ahirette kıymetli olduklarını anlıyoruz. Mehmet Akif´in dediği gibi, başka çıkar yol yoktur.

Allah´a dayan sa´ye sarıl, hikmete râm ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

Suların sakin olduğu zamanda köprüyü tamir etme-yenlerin evlatları, azgın sularda boğulurlar. İnsan vakti ve zamanı varken enerjisini gençliğini kullanmalı, çare-siz hale düştüğünde kimseye muhtaç olmamalıdır. “Hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde tırmanmaz.” (Moerhad) Başarmanın temel unsuru çalışmaktır. Cenab-ı Hak dünyayı ve kâinattaki her şeyi kendi iradesiyle yaratmıştır. Gündüzü çalışmak, geceyi istirahat etmek için. Güneşi ısınıp aydınlanmak, soğuyu mikroplardan korunmak için. Mevsimlere göre ihtiyacımız olan meyveler yaratmıştır. C vitaminli koruyucu özelliği olan Portakal, limon ve mandalinayı kışın yaratmıştır ki, hastalıklardan, nezle gripten korunalım diye. Yazın sıcağın hararetiyle su kaybı çok olacağından, sulu kavun ve karpuzları yaz mevsiminde yaratmıştır. Seni bir damla sudan yaratacak, mevsimine göre ecza deposundan meyveler yaratacak, seni yürüyen, düşünen, sevinen, mutlu olabilen bir et olara yaratacak. Bu kadar muazzam ve direksiz olarak duran arşı, semayı, gökyüzünü; “Sonra gözünü tekrar tekrar döndür, bak. Göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk:4) ve bütün bu ikramlar karşısında sen çalışmayacaksın. Çalışmak günü kısaltır ama ömrü uzatır.

“Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.” (Einstein) Çalışma ve mücadelede ise azim ve kararlılık gerekir. Yükseğe çıkmak için, herkesin kendi bacaklarını kullanması gerekir. Çalışmadan zengin olmak, başarmadan saygın olmak gibidir. Zamanımız-da insanlar çalışmadan zengin olma hayallerine kapılıp, kendilerine kötü örnekleri rehber edinir duruma gelmişlerdir. Birçok insan şans oyunlarıyla geleceğinin hayallerinin peşine düşmüştür. Tabiî ki işi şansa bırakan insanın hayattan beklentisi de şansa kalır. Sonunda sefalet ve yoklukla karşı karşıya kalırlar. Sefalet kapıyı çaldı mı, fazilet bacadan kaçarmış. Faziletin bittiği yer-de insanda bitmiştir. Paslanmaktan ise yıpranmak daha iyidir. İnsan paslandı mı sonu felakettir.

Eskilerin şu sözü ne kadar anlamlıdır. “Odunu kendisi kesen iki defa ısınır.” Cenap Şahabettin; “En çok bolluk getiren yağmur alın teridir.” der.