Çoğu insan, içinde bulunduğu şartların çıkmazı sebebiyle, kendisini bir forma sokuyor. Toplum baskısının kendisine verdiği ahlâkî şekli, kendi yüce ahlâkî değerlerinin sâyesinde olduğunu zannediyor. Başka hayatlar yaşasa, ya da dünyası bir anda değişse, önceki hâlini koruması mümkün olmuyor aslında çoğunun.

Bu durumda şunu düşünüyorsun? İnsanı zapteden, içinde bulunduğu mecburî şartlar mı? Bir şeylere erişememiş, yapmaya parasının ve gücünün yetmediği birtakım işlerden uzak kalması, içindeki canavarı ortaya çıkartmak için meydan bulamaması, toplum içerisinde kendisini dizginliyor.

Bu hususla ilgili birkaç film izlemiştim bir ara. Şartlar değiştirilmiş ve farklı bir gözle kendilerine bakmalarını sağlayacak ortamlar ve imkânlar sunulmuştu karakterlere. Bir rahibin içinden; azılı bir katil, bir katilin içinden; sevgi kelebeği, sözde merhamet timsalinin içinden; Hitlervâri biri çıkmıştı.

İnsan şunu iyi fark etmeli, beni, olduğum ben yapan; imkânsızlıklar mı? Toplum baskısı mı? Ahlâkî değerlerim mi?

Günümüz insanına baktığımızda, bunu en net ifadeyle siyasîlerde görüyoruz. Öyle hızlı bir değişim söz konusu oluyor ki; meydanlarda oy isterken sergilediği samimî ve mazlum tavırlar, koltuğu kaptığı anda unutuluveriyor. İçindeki siyaset canavarından, önüne çıkan herkes nasibini alıyor. Siyasîlere değineceğiz ve bulaşacağız efendim. Doğuştan politize yetişiyoruz hepimiz. Öyle bir coğrafya burası.

Hepimiz, kendi hayatlarımızın içerisinde verilmiş ve kazanılmış statülere sahibiz. Evde anne-baba, eş, çocuk; işyerinde usta, doktor, öğretmen... Hangi konum ve rol üzerinde olursak olalım, içinde bulunduğumuz toplumun, değerlerimizi şekillendirdiğini inkâr edemeyiz. Bu durum, toplumsal yaşamın bir gereği fakat bazen kendimizi öyle gizleriz ki bu şekillenmenin karşısında. İstemsiz, farkında olmadan, çıkarlarımız gereği yaptığımız bu gizlenme; iç dünyamızın mevcut dinamiklerini bir süreliğine iptal eder. Karşımıza çıkan ilk fırsatta da, o dinamikler gün yüzüne çıkar. Ya verilmiş bir statü karşısında, ya da elde ettiğimiz fırsatlar sebebiyle, o dinamikleri parlatır da parlatırız. Artık meydan bizimdir. Hele bir de yasal anlamda korunaklı bir makamın sözcülüğüne soyunmuşsak; bizden daha Hitler, daha Stalin, daha kaypak, daha tiksinç bir varlık bulunması mümkün olmaz.

Sığınmacılara yapılan muamelelere bakın. Oy için sayısız takla atıp, kapiş yaptığında da milleti taklalara getiren taklacılara bakın. Hepsinin tezgâhı aynı ve hepsi aynı torna sahibinin küçük, tatsız ürünleri. İçlerindeki mevcut potansiyel, fırsat ele geçtiğinde ortaya dökülüyor. Kimin mayası ekşi, kimin ruhu kokuşmuş; fırsata bile gerek kalmadan çoğu zaman, istemsizce kendisini ele veriyor. Dilleri sürçüyor, gözlero seğiriyor, vücut dilleri, kendileriyle aynı fikirde olmadığını haykırıyor. İnsan, kendisini ne kadar saklayabilir ki? İyi bir hâl okuyucusuysanız, şapa oturtamıyorlar sizi.

Baştaki mevzuya bağlayacak olursak; gerek siyasî, gerek sıradan bir vatandaş, suçlusu, arsızı, masumu, kim ve ne olursa olsun, bizim toplumumuzun ahlâkî inşası; nasıl bir insan olduğunun, hangi potansiyelleri taşıdığının bilincine varmasını engelleyerek, üzerine bina ettiği ve geleneksel olduğu için de kutsal sayıldığı öğretilerle, kişinin gizlenmesine yardımcı oluyor aslında. Hem topluma, hem tekil olarak insana yapılan bu çarpık ahlâkî yapılanma, bu kötülük, içimizde; arsız siyasîleri, adalet bilmez hukukçuları, dolandırıcıları, ahlâksızları durmadan türetiyor ve ellerine fırsat geçip ortaya çıktıklarında da, anamızı ağlatıyorlar.

Bizdeki 'ahlâk' algısında bir sorun var. Toplum baskısı çok şeydir ama hiç bir şeydir de aynı zamanda. İmkânsızlıklar söz konusu olduğu için, toplum baskısına boyun eğen; imkân elde ettiğinde, perte çıkardığı ahlâkî değerler sistemini, o toplumun suratına fırlatır ve siyasîler, buna en iyi örnektir.