Yaşadığımız çağın en büyük iki özelliğinden biri, ideolojilerin bitmiş olmasıdır. Diğeri ise, bu çağda dinin toplum ve devletlerin yıkım aracı olarak kullanılmasıdır. Dünya genel itibariyle İslam coğrafyası ve Hıristiyan coğrafyası olarak ikiye ayrılabilir. Dünyamızda din ve ekonomi açısından bu iki Coğrafya en etkinleridir. Birisi petrol ve doğal zenginliklere, diğeri ise bilgi ve teknolojiye sahiptir. Birisi doğu, diğeri batı. Birisi İslam, diğeri Hıristiyan...

Her bakımdan birbirine zıt iki kutuplu dünyada, barış ve huzur ortamında na- sıl yaşanabilir? Temel sorun şu; Gerek İslam coğrafyasının kendi içerisinde gerekse batı ile olan ilişkilerinde bundan sonra uzlaşmamı sağlanacaktır yoksa çatışmaya devam mı edilecektir? Bu karar, her iki coğrafyada da İslam’ın bu toplumlarca nasıl algılandığına bağlıdır. Zira İslam ile herhangi bir kültür ve medeniyetin ilişkilendirilmesinde, İslam denince ne anlaşıldığının öncelikli ve iyice belirlenmesi gerekir. Bu gün İslam denince ne anlıyorsunuz sorusuna, Müslümanların da çekinerek cevap verdiği bir gerçektir. Günümüzde bu konuda genel bir araştır-ma yapacak olursak, iki farklı dinin oldu-ğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bunlardan biri Ortadoğu gelenekleri ile örtüşen örf dini, diğeri ise Kur’an’ın getirdiği ve Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği özgün İslam dini. Ünlü İslam düşünürü İbn Teymiye’ye gö-re de birincisi uydurulan din, ikincisi indi- rilen din olarak da tanımlanmaktadır. (ölüm 728/1327). Görüldüğü gibi bu mesele, bu güne özgü değil. Gerek İslam coğrafyası ve gerekse Batı, “İslam” derken, bunlardan hangisinin kastedildiğini belirlemek zorundadır. İslam konusunda karmaşadan kurtuluşun ilk ve temel koşulu budur. Bu yapılmadığı sürece, siyasal İslam ile ülke yöneticileri kısa vadeli politik çıkarlarda olumlu neticeler alabilir ama uzun vadede insanlığın geleceği bakımından büyük zararlara yol açması da muhtemeldir. Batı, İslam konusunda insan onuru-na ve insanlığa yakışır bir tavır sergileye-rek netleşmeli ve kaos yaratarak İslam’ dan yararlanma politikalarını bırakmalıdır. Bu İslam coğrafyası ve dünya barışı için çok önemli bir hassasiyettir. Bu gün Batı olarak adlandırdığımız ülkelerindeki Müslüman nüfusun sayısı her geçen gün artmaktadır. Fransa’da 5 milyon, Almanya’da 3 milyondan fazla Müslüman yaşamaktadır. Bu sayı bir çok Avrupa ül- ke nüfusundan daha fazladır. Bu güçlü inanç potansiyelinin hem kendisi hem de öteki olarak gördüğü insanlar için problem yaratmaması, batının İslam gerçeği-ni kabul etmesi ile mümkün olacaktır. Çünkü, örf İslam’ı entegrasyona, uzlaşmaya ve kaynaşmaya imkan sağlayan bir yaklaşıma sahip değildir. Batının asırlardır İslam coğrafyasına reva gördüğü emperyalist sömürü, baskı ve zülüm, Müslüman toplumların zihinlerinde ve vicdanlarında nihayetinde batı ile hesap- laşma kin ve hırsını yaratmaktadır. Eğer batı, Müslüman toplulukları birbirine düşürüp, parçalama ve bundan rant sağla-ma emel ve stratejilerinden vazgeçmez ise, batının tamamına yayılmış olan az veya çok İslam toplumu, bir gün kendisi-ne oynanan oyunun farkına varacaktır ve bu konuda zaruri olan birlikteliği sağlayacaktır. O zaman uzlaşmaya mı yok-sa çatışmaya mı karar vermek için çok geç kalınmış olunacaktır. Bu noktaya gelinmeden Batının bölgelere uyarlı İslam anlayışı yaratma stratejilerinin bir işe yaramayacağını, ken dilerinin de anlaması gerekir. Kısaca, ba-tı gerçekten işe yarar bir sonuç elde et-mek istiyorsa, İslam’ın gerçeğini kabul etmekten başka bir seçenekleri yoktur. Bu seçenek hem İslam dünyasına hem de batı toplumları içinde yaşayan Müslümanlara onurlu ve huzurlu barış içerisinde yaşama imkanı sağlayacaktır. Dinler tarihine baktığımızda, hiç bir dinde şiddete rastlamamız mümkün değildir. Dinler, esasları itibariyle sevgi, hoşgörü ve kucaklaşma kurumlarıdır. Şid- dete onay vermezler, dinler hayatı ve insanı şiddetten ve kandan temizlemek için gelmişlerdir. Hal böyle iken, neden sürekli İslam coğrafyasında şiddet gündemden hiç düşmüyor? Sorusu akla gelebilir. Bunun cevabı, bu coğrafyada Müslümanların bu meselelerin içinden çıkacak kapasitelerinin olmayışı ve inandıkları dinin dışında yaşıyor olmalarıdır. Diğer bir neden de, bu ülkeleri layık olduğu şekilde yönetecek devlet adamları- nın olmayışıdır. Yıllardır İslam coğrafyası kendisine oynanan oyunun farkında bile değildir. Bu ülkeleri yönetenler, bunu anlayacak dehadan yoksunlar. Tanrının kendilerine sunmuş olduğu muhteşem zenginlik ve imkanlar heder oluyor. Bu coğrafya, sahip olduğu bu zihniyet ve yöneticiler ile sorunlarından ancak hezimet ve mahcubiyetle çıkarlar. Bütün bu ıstırapların altında tabi ki Batının bir kaç asırlık kötü niyeti, zulmü ve sömürüsü yatmaktadır.