Bu sene sandık çaktığımız yeri değiştirmiştik.

Bu yaz, sandıkları Haşim Aras’ın bıçkısında çakacaktık. Bu yaz daha fazla para kazanacaktık çünkü Haşim abi, bizim geceleri de çalışıp sandık çakmamıza izin verecekti. Tabii, bu durum, bizim sandık başına çakma ücretimizin geçen yıla göre yüksek olması yanında geceleri de çalışarak daha fazla para kazanmamızı sağlayacaktı. Özellikle meyveciliğin gelişmiş olduğu ilçemizde meyvenin çeşidine, yapısına gideceği yere ve mesafeye göre farklı ağaçlardan kesilen, genelde kavak ve kayın ağacından mamul olan sandıklar çakacağız demekti.

Kayın, kavak gibi ağaç türlerinden oluşan biçilmiş tahtaların takoz, altlık, yanlık gibi parçalarla köşelerinin sabitlenip parmak genişliğinde tenekelerle birbirine çivilenip çakılmasıyla oluşturulurdu sandıklar. Biz bu yaptığımız işe kısaca sandıkçılık diyorduk. Bu sandıkların tekli, ikili, üçlü, Hollanda gibi çeşitli isimleri vardır.

Sandıkçılık ilk başta göze kolay gibi gözükse de işin ustalığı sol işaret parmağı ve başparmak arasına alınan en az on çiviyi daracık alana saniyeler içinde çakmaktadır. Bazen daha seri çakabilmek için çivilerin ağıza alındığı da olurdu. Çekici parmaklarınıza indirmeden çivileri seri ve hızlı bir biçimde çakmanız için biraz zamana ve tecrübeye ihtiyacınız olacaktır. İşi öğrenene kadar ne parmaklar morarmış, ne tırnaklar kırılmıştır bu yolda. Çiviler ağacın yumuşaklığı ve sertliği oranında biraz zorlayabilir sizi fakat sizi asıl zorlayacak olan her ne kadar gözünüze ince görünse de çivinizin ilk temas edip geçeceği tenekenin metal yüzeyi olacaktır. Çiviler iyi girsin diye tenekeler yakılarak yumuşatılırdı. Ayrıca sandık başına para kazanılan bir iş olduğu için kişinin ustalığı ile kazandığı para birbirine paraleldir. Bazen ekip çalışması olurdu aramızda. Birimiz takozları çakarken bir diğerimiz yanlar, birimiz de dip çakardı. Ekip çalışması yapıldığı zaman çakılan sandık sayısı daha da artardı.

Sandık işinde kullanılan ağaçlardan en kolay çakılanı kavak ve kayın olsa da kiraz, armut, elma, çam gibi ağaçların kullanıldığı da olurdu. Eeee... Gençlerin okullar tatil olduğunda harçlıklarını çıkartmak için rağbet ettikleri bu meslek çoktan öldü. Ölüm nedeni, zımba aletlerinin piyasaya çıkması ve kullanımının yaygınlaşması. Teknolojinin getirisi olan makinelerin öyle pek ustalık istemeden çok daha hızlı bir şekilde üretim yapabilmesidir. Bunun yanı sıra sandıkların bir süre sonra plastik maddelerden tek seferlik üretilir olması da bu mesleğin sonunun gelmesini daha da hızlandırmıştır.

İlçemizde bir dönem gençlerin ciddi gelir kapısıydı sandık çakmak. Zengin, fakir; okuyan, okumayan ayrımı olmaksızın gençler yaz ayları geldiğinde sanayide bu işi yaparlardı.

O yaz Avşa’ya tatile gidecektik. Onun için çok para lazımdı bize. Genelde tatil denilince gençler arasında hepimizin aklına ya Oylat ya da Kumla gelirdi. Oylat, daha çok yerli halkın kaplıcaları için tercih ettiği bir yerdi. Oysa Kumla... Deniz, Güneş ve kumun bir arada olduğu, o dönemin popüler yazlık tatil yeriydi. Gençler gidip çadır kurarlardı sahil boyuna. Şimdi ise gençler arasında yeni moda tatil beldesi Avşa olmuştu. Gidenler ballandıra ballandıra anlatıyorlardı Avşa’yı. Biz de birkaç arkadaş kafaya koymuştuk. Bu yaz tatile, Avşa’ya gidecektik. Dedim ya, çok çalışmamız lazımdı çok! Ancak böyle çıkartabilirdik Avşa’da gerçekleştireceğimiz tatilin parasını.

Öyle de yaptık.

Çok çalıştık, epey bir para biriktirdik.

Eskiden şehirler arası otogarımız yoktu. Otobüsler ya Emirgan Çay Bahçesi’nin önünde ya da Çardak Cami’nin karşısında dururlardı. Yılmaz, Kamil Koç, Doğan Körfez ve sair otobüs firmalarının yazıhaneleri hep buralardaydı. Ankara’dan Erdek’e birkaç otobüs firması sefer düzenliyordu. Gece Emirgan’da duraklayıp yolcularını alacak olan Ankara’dan gelen Doğan Körfez firmasından aldık biletleri. Zaten kahvelerin kapandığı saate kadar İki Kapılı’da takılacaktık. Tatil ekibimizin başında İki Kapılı’nın sahibi olan Adnan vardı. Kendisi daha önce Avşa’ya gitmiş, yol yordam bilen biriydi.

Gecenin bir yarısı Doğan Körfez’in otobüsü Emirgan’ın önüne yanaşmıştı. Saat gecenin on ikisini çoktan geçmişti. Yazıhaneden kısa boylu, tıknazca bir adam çıktı dışarı. Elindeki megafonla otobüsün önünde yaptı anonsu: "Ankara istikametinden gelip Erdek istikametine gitmekte olan Doğan Körfez yolcuları, otobüsümüz on beş dakika ihtiyaç ve çay molası vermiştir." Otobüs hemen hemen doluydu, inenlerin bir kısmı ihtiyaç, bir kısmı da bir şeyler içmek için Emirgan’ın kapısından içeri daldılar. Biz dört arkadaştık ve biletlerimiz de arka beşlideydi. Yanımızdaki beşinci koltuk muavinin koltuğuydu. O zamanlar henüz otobüslerde sigara içme yasağı yoktu. Otobüs hareket ettikten bir süre sonra sanki yangın çıkmış gibi içerisini yoğun bir duman tabakası kaplamıştı. Yolcular adeta birbirleriyle yarış eder gibi, sanki mola anında içtikleri sigaraların tadına doyamamışlar gibi yenilerini yakmışlardı. Kimse kimsenin umrunda bile değildi. Bir ara ön sıralardan yeni soyulmuş şeftali, armut kokuları gelmeye başladı. O kokuyu bugün hiç bir meyveden almak mümkün değil. Şeftali bahçesinin önünden geçseniz bile o meyvelerden o koku çıkmaz artık. Birden hafif, tatlı bir melodi ve yumuşacık bir ses doldurdu otobüsü. Şoför otobüsün teybini açmıştı. Şimdi İlhan İrem:

“Her sevincin, her kederin

En ölümsüz sevgilerin

Sonsuz denen göklerin

Her şeyin bir sonu varsa...”

diyerek o yumuşacık sesiyle “Anlasana” şarkısını söylüyordu. Bu ses bize tekerlek sesiyle birlikte sanki ninni gibi gelmişti. Oturduğumuz yerde camışlar gibi yayılıp uyumuştuk. Muavinin ikide bir yan tarafımızdaki boş koltuğa oturup kalkması bile uykumuzu bölememişti. Uyanıp da yerimden doğrulduğumda deliksiz bir uykuya rağmen vücudumu tam rahat ettiremeyen koltuğun üzerinde ellerimin, ayaklarımın uyuşup karıncalandığını fark ettim. Başımı camdan yana çevirdim. Henüz otobüsün içini tam aydınlatamasa da yavaş yavaş gün ağarmaya, ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Şimdi otobüsteki yolcuların horlamaları çalan müziğin sesini bastırıyordu. İçeriye ağır bir koku yayılmıştı. Az sonra otobüs yavaşladı. Kavşakta, EdincikTatlısu yolcusu iki aile indi otobüsten. Otobüsün kapısı açıldığında içerisini kaplayan o çürük yumurta kokusunu andıran koku da bir parça olsun kaybolup rahat nefes almamızı sağlamıştı. İnen yolcuların bavullarını teslim edip tekrar arabaya binen muavin yan tarafımızdaki koltuğuna otururken "Yarım saat sonra Erdek’teyiz". Erdek’e ulaştığımızda artık sabah olmuş, gün iyice aydınlanmıştı. Arkadaşlarla otobüsten inip garajdan ayrıldık. Sahile doğru yürüdük. İskeleye geldiğimizde Avşa Adası’na geminin saat dokuzda hareket edeceğini öğrendik. Geminin hareket saatine henüz bir hayli zaman vardı. Sahildeki çay bahçelerinden birisine geçtik oturduk. Bir yandan sohbet ederken bir yandan da gelen çaylarımızı yudumlayıp vaktin geçmesini bekledik.

Arabalı vapur tıka basa ağzına kadar doluydu. Sahil boyunca Ocaklar ve Narlı’dan yeni yolcularını da alan vapur, bu defa dümenini Marmara Adası’na doğru kırdı. Öğlene doğru Marmara Adası’na varmıştık. İskeleye yanaşıldığında verilen mola iyice acıkmış olan bizlere karnımızı doyurmak için fırsat olmuştu. Sahildeki rastgele bir lokantaya girip oturduk. Çok geçmedi, garson bir anda bitiverdi yanımızda.

Ne alırsınız diye sordu garson.

Bizim, "Neler var?" sorumuza bir sürü meze ve balık çeşitlerini saydı durdu garson. En sonunda “İnegöl köfte” diye de bitiriverdi menüyü. Hep birden sözleşmişçesine, sanki İnegöl’de hiç köfte yemiyormuşuz gibi, sanırım biraz da gururlanarak İnegöl köfte ısmarladık kendimize. Biraz sonra köfteler önümüze geldiğinde önce şaşkın şaşkın servis edilen tabaktaki köftelere sonra da birbirimizin yüzüne bakakaldık. Tavada, yağda kızartılmış olan bu köftelerin İnegöl köftesi ile uzaktan yakından hiç alakası yoktu.

Bakar mısın birader, dedi Adnan, garsona.

Cebinden çıkarttığı nüfus kağıdını uzattı.

Al bunu lokantanın sahibine götür. Nereli olduğumuza bir baksın, dedi.

Garson, kendisine uzatılan nüfus cüzdanına şaşkın şaşkın bakarken Adnan üsteledi:

Al al, çekinme. Patronuna da söyle, ‘bunlara İnegöl köfte mi diyorsunuz?’ diyorlar de!

Aradan beş dakika ya geçti ya geçmedi, tam esnaf tipli, orta yaşlarda, güler yüzlü bir adamla birlikte döndü garsonla geriye.

Gençler sorun nedir, dedi adam.

Bizler İnegöllüyüz, siz şimdi İnegöl köfte diye getirip önümüze koydunuz ya bu tabaktakileri, bunlar İnegöl köfte mi şimdi?

Lokanta sahibi yan masadan bir sandalye çekip oturdu yanımıza ve başladı konuşmaya:

Gençler siz buranın yabancısısınız. Burası sahil lokantasıdır. Buraya gelenlerin tercihi çoğunlukla balık ve deniz ürünleridir. İçlerinde bazen balık sevmeyenler de oluyor tabii. Biz de onlara alternatif olarak bu köfteyi sunuyoruz. Evet, haklısınız. İnegöl köfte değil bu, fakat köftede İnegöl meşhur olduğu için İnegöl köfte deyip geçiyoruz işte. Mademki İnegöllüsünüz, İnegöl köfte nasıl yapılır anlatın da öğrenelim hele. Bu köfteler de ikramım olsun size, ayrıca buranın ada çayı meşhurdur, beraber birer de ada çayı içelim, dedi.

Adam hoş sohbet biriydi. Vapurun hareket saatine kadar oturduk. Limanda koca koca mermerleri yükleyen gemilerin arasından Avşa’ya doğru tekrar yola koyulduk. Vapurumuz Avşa’ya ulaşıp sahile doğru yavaşlayarak iskeleye yanaşırken iskeleden iki kola ayrılıp sahil boyunca uzanıp giden ve bir kordon izlenimi veren sahil şeridince her türlü ihtiyacın karşılanabileceği, aradığınız her şeyi bulabileceğiniz dükkânlar, eğlence mekânları ve lokantalarla dolu çarşı dikkatimizi çekti. Vapur iskeleye yanaştığında bir yandan yolcular, diğer yandan arabalar sökün edip toz duman içinde bıraktı ortalığı. Sahile ayak bastığımızda güneş iyice tepemizde yükselmiş, öğlen sıcağı bir güzel bastırmıştı. Sahil boyunca uzayıp giden çarşıda dükkânların bulunduğu binaların üst katlarının hemen hemen hepsi pansiyonlardan ibaretti, az bir kısmı da otellerden oluşuyordu. İşte bizim kalacağımız Ova Pansiyon da sahil boyundaki bu pansiyonlar arasındaydı. Önde Adnan arkada biz Ova Pansiyonun olduğu sokağa doğru yürüdük.

Pansiyona ulaşıp eşyalarımızı odamıza yerleştikten sonra kendimizi cam gibi denizin sularına bırakmak üzere hızla plajın yolunu tuttuk. Bir süre denizde yüzdükten sonra altın sarısı kumsala serdiğimiz havlularımızın üzerine uzandığımızda çok geçmeden hepimiz uyuyakalmıştık. Uyanıp da yerimizden kalktığımızda güneşin sıcağı altında hepimiz adeta ıstakoz gibi kızarmıştık. Vücutlarımıza sürdüğümüz yoğurt bir parça olsun cildimizdeki yangını alıp götürmüştü. Akşam yemeğinde ise menemenle beraber Avşa’nın meşhuru bortaçino bayağı rahatlatmıştı içimizi.

Avşanın kendine özgü, değişik ama sıcacık bir ortamı vardı. O zamanlar Bodrum, Kuşadası, Foça gibi memleketin gözde tatil beldelerinden farklıydı ve ne Ege’ye ne de Akdeniz’e benzemiyordu. İnsanı hemen sarmalayan sıcak bir atmosferi vardı. Giyim kuşamlarıyla, hal ve hareketleri, tavırlarıyla kendilerini gözler önüne sermeyen Anadolu insanı kimliği vardı burada. Denize giren mayolu, şortlu, paçalı donlu, elbiseli insanların doldurduğu kumsalın yanında, pansiyonların balkonlarında iki duble rakısını içen, diskoları, barları, tatil komşuluklarında filizlenen aşkları olan mütevazı insan tiplerinin yer aldığı, bireysel ilişkilerde maddi ölçülerin pek önemsenmediği, etnik ve dini ayrışmaların mevcut olmadığı, herkesin herkeste kendinden bir ortak yan bulabildiği ve herkesin herkesle eşit göründüğü huzurlu bir ortam vardı. Sıfır beden kaygısı duymayan çoğu evli kadınlar, eşlerinin ne giydiğine karışmayan erkekler, kumsalda çığlık çığlığa denize giren mutlu çocuklar, akşamları ise üst başlarını giyinip kendilerini kaldıkları otellerden, pansiyonlardan dışarı atan yurdum insanları daracık Avşa sokaklarını gece yarılarına kadar şölen alanına çevirirlerdi. Geceleri denizdeki yakamozların seyri ise doyulmaz bir keyif verirdi insanlara. Sonra, gençler sahilde ateş yakıp sabahın erken saatlerine kadar eğlenir dururlardı. İşte bizler de tatilimizi böyle bir ortamın içinde geçirip duruyorduk. Tek eksiğimiz henüz hiçbirimizin bir kız arkadaşının olmamasıydı. Biz bize eğleniyorduk işte.

Aşkın mevsimi olmaz ama yaz tatiline giden bizim gibi bekârların hayallerinde hep orada, birileriyle tanışıp yaz aşkı yaşamak vardır. Yaz aşklarını unutulmaz kılan, gündüzden başlayıp gecenin ortasına kadar sürecek ve el ele, göz göze birlikte geçirilecek olan, bazen sahilde, kumların üzerinde çıplak ayakla henüz sıcaklığını kaybetmemiş olan ve ayaklarınızın altından kayıveren incecik kumların üzerinde yan yana yürüyüşlerden ibaret, bazen de deniz kıyısında bir kafede, hafif bir müziğin eşliğinde göz göze kurulacak romantik bir ortam… Deniz, müzik, sahil ve güneş…

İşte bizim burada beklediğimiz, daha doğrusu bulmayı umduğumuz ortam buydu ve bize en yakın ihtimal aynı sahile inip ayrı ayrı gezip dolaştığımız, aynı kumların üzerinde güneşlenip aynı denizde yüzdüğümüz, aynı marketten alışverişimizi yaparken göz göze gelip bakıştığımız, yan pansiyonda kalan iki kız kardeşten başkası değildi. Adnan’la ikimiz aynı odada kalıyorduk. Adnan sözde büyük kız kardeşe adaydı, ben de küçük olan kıza bakıyordum ama bakıyordum işte, o kadar. Henüz onların bu bakışlarımızdan bizi fark edip etmediklerinden de emin değildik, Adnan, kızların isimlerini öğrenmişti. Büyük olanını ismi Füsun, küçüğü de Funda. Aslında zor olan onlarla tanışmaktan ibaretti, sonrası çorap söküğü gibi sökülüp gelecekti, sonunda Adnan bir akşamüstü Füsun ile tanışmayı başardı. O gece ilk defa kızlarla birlikte diskoya gittik. Gece geç saatlere kadar da kızların aramıza dahil olan arkadaşları ile bizim grup sahilde yaktığımız ateşin etrafında bir yandan müzik dinleyerek eğlendik durduk.

Adnan, ertesi gün acı haberi verdi. Kızların tatili sona ermiş. İstanbul’a döneceklermiş. O gün kızlarla son defa görüşüp vedalaştık, birbirimize adreslerimizi vermeyi ihmal etmemiştik. Bir gecelik arkadaşlığımız saman alevi gibi sönüp gitmişti. O akşam bortaçino eşliğinde, kısık sesle mırıldanarak “Geç buldum, çabuk kaybettim/Hicran oldu hayat bana…” şarkısını söyleyip durduk. Birkaç gün sonra da bizim tatil de sona erdi. Şimdi evli evine köylü köyüne dönüyordu,

Aradan üç dört ay kadar bir zaman geçti. Arkadaşlar arasında konuşup tazelediğimiz Avşa anılarımız artık yavaş yavaş unutulmaya yüz tutmuştu. O yaz bizimle Avşa’ya gelemeyen arkadaşlarımız da yeni tatil dönemi için şimdiden plan ve hazırlıklarını yapıp duruyorlardı. O sene kurban bayramı sonbaharın son aylarına denk gelmişti. Bayramın son günlerinde yağmurlu ve soğuk bir havada kahvede pinekliyorduk. O gün araba bendeydi. İki yüz seksen balina kasa, sarı bir mersedesimiz vardı. Adnan:

Adaş, müsaitsen depoya benzini dolduralım, bir İstanbul turu yapalım, dedi. Şaşkın şaşkın baktım yüzüne.

Ne yapacağız İstanbul’da? Öyle günübirlik İstanbul’a mı gidilir, dedim.

Cebinden bir kâğıt parçası çıkardı.

Avşa’da tanıştığımız kızların adresi, bir gidelim hele, konuşur, takılırız, dedi.

O sırada askerliğini yapan, askerden izne gelmiş olan Çakır ve Akif de yanımızdaydı.

Tamam adaş, akşama geliriz değil mi, dedim.

Geliriz geliriz, dedi.

Dört kişiydik. Atladık bizim sarı mersedese, yola çıktık. EskihisarTopçular arabalı vapuruyla karşıya geçtik. Gideceğimiz adres Avrupa yakasındaydı. Son durağımız Bakırköy’de yer alan Ataköy semtiydi. O zamanlar Türkiye’de uygulanmış ilk uydu kent projelerinden ilki olan Ataköy, birden ona kadar kısım kısım olan, yüksek binalardan oluşan bir yerleşim alanıydı. Yapıların kalitesi, içinde yer alan park ve yeşil alanlarıyla İstanbul’un en gözde ve lüks semti görüntüsündeydi.

Ataköy’e ulaştığımızda vakit öğleni çoktan geçmişti. Arabayı sitelerin arasında bulunan otoparka bıraktık. Benimle Çakır arabada kalmıştık, Adnan elindeki adres kağıdına baka baka Akif’le birlikte binaların arasına dalıp gözden kayboldular. Adnan’la Akif gideli yarım saatten fazla olmuştu ve henüz ortalıkta görünmüyorlardı. Onlar görünmemişti ama uzaktan görünen iki kişi arabamızın yanına kadar gelmişler ve başımıza dikilmişlerdi. Sitenin kapıcılarıymış gelenler. Bize ne için geldiğimizi, kimi aradığımızı sordular. Biz de kızların isimlerini ve adreslerini söyledik. Dudak büküp yüzümüze garip garip bakarak ayrıldılar yanımızdan. Bir on beş yirmi dakika daha geçti aradan, bu defa izbandut gibi, elleri silahlı iki adam biri sağdan biri soldan gelip arabanın etrafını çevirdi.

Ellerinizi kaldırın ve inin arabadan, diye bağırdı içlerinden biri.

O an olanlar şaka gibi geldi bana, "Ne el kaldırması, ne inmesi?" ne olduğunu anlayamamıştık bile. Böyle bir yerde hırsızlık güpegündüz olmazdı herhalde. Arabadan iner inmez filmlerdeki gibi ellerimizi kaldırıp indik arabadan. Sırtımızı döndürüp arabaya yasladılar bizi. Önce üstümüzü aradılar.

Hayrola, dedik.

Sağ olsunlar, gösterdiler kimliklerini, polis olduklarını öğrendik. Karşımızdakiler polis olunca bir parça rahatladık. Neticede yanlış bir şey yapmamıştık ve ortada bir yanlışlık varsa eninde sonunda anlaşılacaktı elbet.

Kimlikler, dedi polislerden biri sert bir ses tonuyla.

Çıkarıp kuzu kuzu verdik kimliklerimizi.

O sırada Adnan'la Akif de yanlarında üzerlerine silah doğrultulmuş sivil polislerle birlikte çıkageldiler. Şimdi etrafımızda daha önce gelen kapıcılarla birlikte on  on beş kişi toplanmış, apartmanların cam ve balkonlarından bizi seyredenlerle birlikte tam bir polisiye film sahnesi oluşuvermişti. Şimdi yeni gelen sivil polislerle birlikte kalabalıklaşan meydanda daha ne oluyor demeye bile fırsat kalmadı.

 Binin arabalara, dedi içlerinden biri.

Adnan’la Akif sivil polis otosuna bindirildiler, Çakır’la ben de iki sivil polisle birlikte bizim arabaya bindik. Elimi kontak anahtarına götürürken gayri ihtiyari sordum:

 Nereye gidiyoruz?

 Bakırköy Polis Karakoluna, orada sorgulanacaksınız, dedi polislerden biri.

Çakır:

 Abi, ben askerim. İzne geldim. Bir şey yapmadık ki, ne sorgusu bu? dedi.

İri yapılı sakallı olan polis:

 İyi ya, bir şey yapmadıysanız korkacak bir şey de yok demektir. İfadenizi verir çıkarsınız, dedi.

Anladık ki bir şey sormanın faydası yoktu. Hiç konuşmadan Karakola kadar öndeki polis aracını takip ettik.

Karakol, bayram tatili olduğu için olsa gerek pek kalabalık değildi. Bizi içeri aldılar. Masa başında oturan komiser göz ucuyla bizi süzerken bir yandan da bizi getiren polisle aralarında bir şeyler konuştular. Konuşmanın ardından komiser:

 Atın bunları nezarete, dedi.

Odanın kapısında bekleyen polisler kolumuzdan tutup bizi apar topar odadan çıkarıp merdivenlerden bir kat aşağıya indirdiler. Karakola ilk geldiğimizde karakol sakin görünmüştü gözümüze, meğer bütün kalabalığı nezarethanede toplamışlar da ondanmış. Nezarethanede on beş kişi kadar adam vardı.

 Kim bilir hangisi hangi sebeple tıkılmışlar buraya, ya bizim suçumuz ne ola ki, dedim arkadaşlara.

Parmaklıklı kapıyı sürgüleyip kilitlemekle meşgul olan polis, kaşlarını çatarak "Fazla konuşma!" diye uyardı.

Bizimle birlikte nezarethane iyice yükünü almış, tıka basa dolmuştu. Ara sıra polisler geliyor, içerden isimleri okunanlardan bir iki kişiyi alıp götürüyorlardı. Götürdükleri şahıslardan bazılarını üst kata çıkartırken bazılarını da tutulduğumuz yerin hemen yan tarafındaki odaya sokuyorlardı. Yukarı çıkartılanlar geri dönmüyorlardı fakat yan odaya sokulanlardan hiç de iyi sesler gelmiyordu. Elindeki tespihini şıklatarak "Yan tarafta şenlik var şenlik!" dedi, yanımızda dikilen ablak suratlı adam. Adamın sözleri içimizi karartmıştı. O ana kadar ümitlerimiz yem yeşil dururken bir anda dilimiz, damağımız kurumuş, ayaklarımızın bağı çözülmüş, korkudan ne yapacağımızı şaşırmıştık. Odadan gelen seslerden tedirgin olduğumuzu gören yaşlı bir amca:

 En derin duyguların yaşandığı yerdir orası. Korkmayın! Orası sizin tipiniz için ağır gelir, sizi yukarı alırlar, dedi.

Herkesin bir derdi vardı. Kimse suçlu değildi. Yaşlı amcanın dediği gibi oldu. Az sonra gelen iki polis, bizi nezaretten alıp tekrar üst kata çıkarttı. Bu defa yan tarafında “Emniyet Müdürü” tabelasının yer aldığı kapının önünde tek sıra halinde hizaya sokulmuştuk. Çok geçmedi, kısa bir süre sonra tek tek içeriye almaya başladılar bizi. On beş dakikada bir birimizin ismi söyleniyor. İçeri giren dışarı çıkmıyordu.

Benim ismim en son okundu. Emniyet müdürünün odasına girdiğimde gözüm karşımdaki duvara takılmıştı. Her resmi makamda olduğu gibi duvarda Atatürk’ün resminin olduğu tablo, onun altında Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, Başbakan Turgut Özal’ın resmi ve sağ tarafta Türk bayrağı, sol tarafında da emniyet teşkilatının flaması yer alıyordu. Ceviz kaplamalı güzel bir masanın ardında, koltuğuna yaslanmış oturan omuzları apoletli ve resmi kıyafetli, Hulusi Kentmen gibi babacan tipli müdür gözlük camlarının üzerinden beni tepeden tırnağa süzdü.

 Gel bakalım efendi, diye seslendi.

Diğer arkadaşların hepsi duvar dibine asker bavulu gibi dizilmişler, bizi izliyorlardı.

Bir an müdürün masasının önündeki koltuklardan birinde oturan adama takıldı gözüm. Hala ayaklarım titriyor, gözlerim bakıyor fakat görmüyor gibiydi. Oturanı ilk anda birine benzetmiştim fakat garip bir şekilde onun şu an bu mekânda olamayacağı düşüncesiyle bocalayıp, kararsız bir halde kalıyordum. Bir an göz göze geldik. "Hadi canım, olamaz, bu bizim Remzi abi yaa..." dedim içimden. İyi ama burada ne işi vardı Remzi abinin? Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Evet, evet, bu bizim Remzi abiden başkası değildi.

Remzi abi bizim dükkânda çalışan bıçkı ustasıydı. Bedre köyünden uzaktan akrabamız da oluyordu. Önündeki sehpanın üzerinde henüz az önce son yudumunu içtiği çayın bardağı duruyordu."Allah Allah, karakol, nezarethane, emniyet müdürü, nasıl bir araya gelmiştik? Remzi abinin ne işi vardı bu fotoğraf çerçevesinin içinde?" diye geçirdim içimden. Bu arada Emniyet müdürünün odasında karşılıklı çay içen Remzi abi ile emniyet müdürü arasındaki bağı bir türlü kuramamıştım.

Emniyet müdürü Hulusi Kentmen’in babacan tavrını terk etmiş bir yüz ifadesiyle yerinden doğrulurken,

 Geç bakalım arkadaşlarınının yanına, dedi.

Gelip karşımıza dikildi. İki eli belinde başladı öfke ile bağrınmaya:

 Ulan puştlar! Bula bula sıkıyönetim hakiminin kızlarını mı buldunuz takılacak. Hadi buldunuz, ne yapacaksınız? İki üç gün Avşa’da bakıştınız diye evlerine mi davet edeceklerdi sizi? Salak mısınız siz oğlum, altınızda mersedes var. İstanbul’da gezip takılacağınız yüzlerce yer var. Dua edin ki, İnegöl’den gelen araştırmanız temiz çıktı. Sıkıntı yok amaaa, yatın kalkın Remzi abinize de dua edin. Yoksa sizi tatil bitinceye kadar nezarette yatıracaktım.

Ardından Remzi abiye döndü:

 Koçum, al bunları götür burdan, dedi. Sonra tekrar bize dönerek:

 S...tirin gidin! Sakın bir daha gözüme gözükmeyin! Bir daha buralarda görürsem affetmem, Remzi abiniz de kurtaramaz sizi ona göre, dedi.

Arkamıza bile bakmadan çıktık odadan. Kimliklerimizi aldık. Kafesteki kuşun özgürlüğüne kavuşması gibi karakolun dışına dar attık kendimizi. Hepimizin yüzünde bir sevinç ifadesi, Remzi abiyi de aramıza alıp doğruca arabanın yolunu tuttuk. Nezarethanede kaldığımız süre boyunca vücudumuza bir hâl olmuştu sanki. Adeta hepimiz yürümeyi unutmuş gibiydik. Arabaya bindiğimizde akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Anahtarı kontağa yerleştirmeden önce sorgulayan bakışlarla dönüp baktım Remzi abiye. Yalnız ben değil tabii, bütün arkadaşlar Remzi abinin iki dudağının arasından dökülecek hikâyeyi merak edip bakıp duruyorlardı. Eeee... Emniyet müdürü ile Remzi abi. Bir hikâyesi olmalıydı muhakkak.

 Bas gaza yeğenim, biraz meraklanın bakalım, dedi Remzi abi.

Hep bir ağızdan:

 Oooo... Dünyada olmaz abi, anlatmadan çıkmayız yola, dedik.

Remzi abi bu defa bana dönüp:

 Sen çalıştır hele arabayı yeğen, yola çık bir bakiim. Ben az sonra anlatmaya başlarım, dedi.

Hikâyesini anlatmak için fazla bekletmedi bizi, başladı konuşmaya:

 Dayımgillerle hasta ziyaretine gelmiştik İstanbul’a. Yengemin kardeşi Mazhar Osman’da yatıyor. Halk arasında Mazhar Osman, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin adı malum. Bu ismin sahibi de hem bu akıl hastanesinin kurucusu hem de doktoru. Dayımlar İstanbul’da kaldılar. Ben İnegöl’e geri döneceğim. Döneceğim ama yolu şaşırmışım. Rabbim bedava şaşırtmamış yolumu benim. Emniyeti görünce kapıdaki nöbetçi polise yol sorayım dedim. Bir de baktım bizim araba kapıda: "Aha! Bu ne arıyor burada?" dedim. Polis sivil biriyle konuşuyordu arabayı sorunca meğer o da sivil polismiş. Sizi karokola getiren ekiptenmiş. Tuttu beni sizden biriyim diye içeriye almaya kalktı. "Git işine kardeşim, ben bu arabanın sahibini bilirim ama onlarla birlikte değildim." dedim. İnanmadı bana. Öyleydi, değildi derken bizim sivil polisle tartışmamız o sırada odasından çıkan emniyet müdürünün dikkatini çekmiş.Tartıştığım sivil polis önünü ilikleyip hemen amirinin yanına koştu. Ayaküstü bir süre bir şeyler konuştular. Sonra emniyet müdürü beni odasına çağırdı. Bir yandan nüfus kağıdımı isteyip teslim alırken diğer yandan da sert bir şekilde “Nereden tanıyorsun bu çocukları?” diye sordu. Ben de başladım anlatmaya. "Otur bakalım." dedi müdür, masasının önündeki koltuğu göstererek. Ben anlattıkça yüzünün asıklığı kayboldu, ses tonundaki sertlik yumuşadı. Bir süre sonra da bana karşı babacan bir tavır takınmaya başladı. Bana döndü ve “Remzi Barut, Çayyaka, İnegöl... Bedreli misin, Çayyakalı mı?” diye sordu. “Ulan, hadi nüfus kağıdımda Çayyaka yazıyor, peki bu adam bizim Bedre’yi nereden biliyor?” dedim kendi kendime. Sustum. Bir şey söyleyemedim. Müdür, masasının yan tarafındaki zile bastı. Odanın kapısı açıldı, kapıda beliren polis bir topuk selamı çakıp "Buyurun müdürüm!" dedi. Müdür: "Bize iki çay getirin" dedi. Şimdi iyiden iyiye şaşırmıştım. Şaşkınlığımı gören müdür: "Şaşırma şaşırma." dedi. "Benim amcam Boğazova’da muhafaza memurluğu yani ormancılık yapıyordu. Her yaz gelirdim ben oralara." dedi. Meğer müdür yaz aylarında gelir, yaz tatilinin bir bölümünü yeğenleri ile birlikte geçirirmiş. Köydeki Kız Kayası’nı, Başalan Yaylası’nı, Sağırın Köprüsü’nü, Akmanları, Bayrakları, Güllük Mahallesi’ni hatta babamı bile bilirmiş. Bir de "Babanın lakabı Çeto idi değil mi?" demez mi. Sonra ciddi bir tavır takınıp konuşmasına devam etti müdür: "Remzi, kardeşim. Sen dürüst bir adamın oğlusun. Şimdi anlat bana bakalım bu gençleri, kim bunlar, nasıl insanlar?" Ben, yemin billah bu çocuklar iyi çocuklardır, onlardan kimseye zarar gelmez, işin içinde mutlaka bir yanlış anlaşılma vardır müdürüm." dedim. "Tamam tamam, sana inanıyorum." dedi. Bu arada İnegöl’den sizin kimliklerinizin ve arabanın sorgulatıldığını söyledi. Cevap gelmiş, araba da, siz de temizmişsiniz. On dakika geçti geçmedi bu defa sizi getirtti odasına. Sonrası malumunuz. Yani çocuklar, anlayacağınız, ucuz yırttınız, ucuuuuzzz!.."