“Kardeşim, dünyada Foça’dan daha güzel bir yer olabilir mi?” diye sordu. Sustu ve doğru söylüyorsun, Nihat abi. Foça hem çok güzel hem de ferah.”

Biz, Nihat abiyle yol boyunca Foça’yı konuşurken, sahili bir kanaviçe gibi işlenmiş halde Foça aniden karşımıza çıktı. Arabayı yolun kenarına bırakarak şimdi tepeden Foça’yı izliyorduk.

Kale Burnu ile Fener Burnu’nun çaprazına düşen İngiliz Burnu, kollarını birbirine uzatmış ve benzersiz bir doğal liman oluşturmuş gibiydi. İngiliz Burnu’nun hemen ucunda ve yanında bulunan iki ada ise gerdanlıktaki mücevherler gibi duruyorlardı. İleride İncir Adası, arkasından Oğlak Adası, İngiliz Burnu’nun hemen arkasında yer alan Orak Adası ve daha ileride Metelik ve Atatürk Adaları, gözlerimize harika bir manzara sunuyordu. Yarımadanın sağ tarafında küçük deniz, sol tarafında ise büyük deniz bulunuyordu. Foça’nın çevresi bağlık, bahçelik ve zeytinliklerle çevriliydi. Eski Foçalılar, “Zeytin nerede bitmez?” sorusuna “Ekmediğin yerde.” diye cevap verirmiş. Şehrin sahilinde, yeni yapılan evler ise kat kat ve düzensiz bir şekilde duruyordu, oysa şehir içi, yüz yıllık ve iki yüz yıllık evlerden oluşuyordu. Dar sokakların kenarlarına dizilmiş, tek katlı veya iki katlı binalar hep taş yapılmıştı. Evlerden bazıları birbirine bitişik, bazıları ise avlulu. Küçük deniz ve büyük deniz kıyılarında bulunan bahçeli eski Rum evleri hala eski ihtişamlarını koruyordu. Tüm bu evler, şehre tamamlayıcı bir uyum katıyor ve o kadar güzellerdi ki...

Hava sıcak olmasına rağmen denizden karaya doğru esen ılık rüzgâr, iyot kokusunu burnumuza ka-dar getiriyordu. Nihat abi sigara yaktı ve sigara dumanı ile tütün kokusu da iyot kokulu rüzgâra karıştı. Bir süre sessizce durduk. Sigarası bittikten sonra “Hadi gidelim” dedi. Arabaya binip yılan gibi kıvrılan yollardan Foça’ya doğru sürdük. Foça’da sunta fabrikasının bayiliğini yapıyordum, Nihat abi ise fabrikanın satış müdürüydü. Üç dört ayda bir gelir hem sunta bağlantımızı yapar hem de iki üç gün bizi misafir ederlerdi.

2005 yılının Kasım ayıydı. Fabrikayla yeni bir sunta bağlantısı yapmak üzere Foça’ya gelmiştik. Kış olduğu için yola, yanıma şubemizin müdürü Rahmi’yi de alarak çıkmıştım. Bağlantı görüşmemizin ardından ertesi gün Nihat abi, fabrika müdürü ile iş seyahati için sabah erkenden Kayseri’ye çıkacaklardı. Kış olduğu için günler kısaydı ve akşam erken olmuştu. Gece kalmamız için Foça içinde, sahile yakın bir otelden yer ayırtmışlardı. Akşam yemeğinin ardından hayırlı yolculuklar diyerek birbirimizle vedalaştık. Ardından otele geçtik. Otel iki yüz yıllık eski bir Rum konağı olan tarihi bir binaydı. Aslına sadık kalınarak güzel bir şekilde restore edilmişti. Pırıl pırıl, şirin mi şirin bir oteldi. Kış mevsimi olduğu için otel hemen hemen boş sayılırdı. Foça’ya gelirken gün boyunca arabayı Rahmi kullanmıştı. Yorgun olduğunu, erken yatıp uyuyacağını söyleyerek odasına çekildi. Ben de vakit henüz erken deyip otelin lobisi olarak da kullanılan geniş salona geçtim.

Salonda, duvarda asılı duran çerçevelenmiş siyah beyaz fotoğraflar dikkatimi çekti. Resimlerdeki simalardan bir aile albümü olduğu anlaşılan fotoğraflara sıradan bakıyordum. Bir ara salonun köşesinde yer alan tekli koltuğa oturmuş, bir yandan dalgaların sesini dinleyerek denizi seyrederken bir yandan da elinde tuttuğu fincandan kahvesini yudumlayan yaşlı adama takıldı gözüm. Sanırım camdaki yansımadan fark etmiş olmalıydı beni. Belki de ben resimlere bakarken başını çevirip baktığı bir anda bu tenha kış gecesinde salonu ziyaret eden bu yabancı dikkatini çekmiş olmalıydı. Salonda ikimizden başka kimse de yoktu. Başını çevirdi, göz göze geldik, başını hafifçe öne eğip uzaktan selamladı, ben de aynı şekilde karşılık verdim adama. Adam elindeki fincanı önündeki sehpanın üzerine bırakıp yerinden doğruldu ve ağır adımlarla yanıma geldi. Son baktığım resmi işaret ederek.

“Bu otelin eski sahipleri.” dedi. Sonra, “Hoş geldiniz, ben Asım.” dedi.

“Hoş bulduk”, deyip kısaca kendimi tanıttım. Niçin geldiğimi söyleyip Foça Suntadan söz ettim.

Adam otelin sahibiymiş. Konağın eski sahipleriyse Rum bir aileymiş.

“Vaktiniz varsa oturalım, kahve ikram edeyim size.” dedi ve ara vermeden, “Kahvenizi nasıl alırsınız?” diye sordu.

“Orta.” dedim.

Asım Bey, resepsiyona doğru dönüp seslendi:

“Ülen İsmail, bize iki orta şekerli kahve yap, getir.” dedi.

Asım amcanın -artık ondan yaşına ve samimiyetine binaen Asım amca diye söz edeceğim- oturduğu koltuğun hemen yanına bir tekli koltuk daha çekip oturdum.

“Genelde Foça’yı yazın sever insanlar.” diye başladı söze Asım amca. “Bense yazın gelmem. Yaz ay-larında İstanbul’da otururum. Kasım ayından nisan ayı sonuna kadar buraya gelir, kafamı dinlerim. Sırtını Top Dağı’na yaslamış, denizi kolları ile kucaklayan Foça; sanki zamanda asılı kalmış tılsımlı bir sahil kasabası gibidir benim için. İyonluların on iki antik şehrinden birisi. Deniz aşırı ticaretin beşiği, yazın masmavi gökyüzünde uçan martıları, meltem rüzgârları ile içimize dolan mis gibi iyot kokulu deniz havası, denize doğru uzanan dar sokakları, balıktan dönen kayıkların suda oynaşıp duran ışıkları, bakkalı, fırını, Nazım Usta’nın dondurması, kahvecisi, tarihi binaları süsleyen rengârenk gülleri, sardunyaları, yaseminleri ile bir başkadır benim gözümde bu şehir. Haaa! Bir de burada Karataş vardır. Foça’nın dillere destan Karataş efsanesi… Her kim bu taşa basarsa Foça’ya tekrar geri dönmekten kendini alamazmış. Hoş buraya dönmek için ille de Karataş’a basmaya gerek yok, taşın sihri Foça’nın denizi, doğası, kanaatkâr insanları, hülasa ruhudur. Oteli yeğenlerim işletiyorlar. Benim için Foça’nın en güzel zamanı bu aylardır demiştim ya, bu mevsimde burada Foça’nın yerlileri kalır sadece, çoğunun babasını, dedesini bilirim ben. Onlarla muhabbet etmek, vakit geçirmek bana iyi geliyor.”

Oradan buradan, bir parça kendimizden, biraz siyasetten, biraz da futboldan konuştuk Asım amcayla.

Asım amca koyu Beşiktaşlıymış. Uzun yıllardan beri de kulübün kongre üyesiymiş. Mecburen biz de Beşiktaşlı olduk.

Dönüp işaret ederek duvarda asılı duran siyah beyaz fotoğrafları gösterdim Asım amcaya:

“Bunlar hep eski Foça fotoğrafları mı?” dedim.

“Evet evlat. Bu fotoğraflar Foça’nın yüz sene önceki fotoğrafları. Ben onlar için mutlu günlerin fotoğrafları diyorum. O mutlu günler tarihin sayfaları arasında kaybolup gitti. Her şey kısa bir sürede değişti. Önce hayırsız haberlerle birlikte huzursuz bir hava çöktü şehrin üstüne. Sonra mübadeleler başladı, her şey altüst oldu. Yirmi otuz sene boyunca burada yaşayan insanlar çok acılar çektiler. Perişan oldular, son baktığımız resimde genç bir delikanlı var. Yanındaki resimde de yetmişli yaşlarında başı örtülü, güzelliği hâlâ yüzünden yansıyan yaşlı bir teyze. İlginç bir hikâyesi vardır bu iki fotoğraftaki iki insanın. İlginç olduğu kadar da yürek burkan bir hikâyedir bu. Eğer yorgunum deyip odana çekilmeyeceksen anlatayım sana.” dedi.

Anlatmasını istedim. Bu sohbet sabaha kadar sürse bile bu tatlı dilli, kibar beyefendinin sohbetini dinlemeye değerdi doğrusu.

Asım amca, hikâyeyi anlatmaya başladı:

“Bu konağın yüz yıl önceki sahipleri Dimos ve Lena isminde bir karı koca imiş. İsimlerinden anlamış-sındır, Rum bir aile idiler. Yörede Arapoğlu lakabıyla anılan Dimos, yüzlerce dönüm arazisi olan, aynı zamanda tuz işi ile de uğraşan zengin bir adamdır. Arazilerinin büyük bir bölümü de Bağarası’ndadır. Bağarası’nda bir de çiftliği vardır. Çiftliği ve arazilerini bu çiftlikte oturan kâhyası Hasan yönetir. Bu arazi civarın en verimli ovasıdır. Hep üzüm bağlarıyla doludur. Ovada bağbozumu yaklaştığında bir anda kahverengi kütükler ve koyu yeşil yapraklar arasında rengi sarı kehribara dönüşen çekirdeksiz sultaniler, çekirdekli razakiler ve kütür kütür siyah üzümler sayesinde Bağarası artık ismine yaraşır bir görüntüye bürünüverir. Kâhya Hasan Ağa, Arapoğlu’nun arazilerine gözü gibi bakar. Dimos’un da gözü arkada kalmaz. Ortakçılarla anlaşmaları o yapar. Bağda, bahçede çalışan işçileri o bulur ve çalıştırır. Arapoğlu da Hasan Ağa için ‘Çalışkan, güvendiğim, bağı bahçeyi, neyim varsa her şeyi gözüm kapalı emanet edebileceğim bir kâhyadır.’ der.

Dimos’un iki kızı vardır, Hasan’ın ise bir oğlu ile bir kızı.

Yaz ayları çiftlik evinde hep beraber büyümüşler. Dimos, okul çağı gelince Hasan’ın oğlu Yunus’u Foça’ya getirip yanına alır, kızları ile birlikte okula gönderir. Oğlu olmadığı için de Yunus’la bizzat kendisi ilgilenir, onun da ileride babası Hasan gibi işlerinin başına geçmesini ister.

Yunus on yedisine gelmiştir artık. Dimos tahsilini tamamlaması için onu ya İzmir’e ya da İstanbul’a gönderecektir. Yaz aylarında çiftlikte babasına yardım eder Yunus, okul zamanı ise Foça’da kalır. Boş vakitlerinde de Dimos’un diğer işlerini görür. Çarşıda, sokaklarda en çok konuşulan dil Rumca iken resmi dairelerde Türkçe konuşulmaktadır. Foça’da yaşayan Türkler Rumcayı, Rumlar da Türkçeyi iyi bilirler. Günlük hayatın akışı içinde hareketli olan çarşı, pazar gün batımında boşalır, insanlar soluğu liman kıyısında sıralanan Rum meyhanelerinde alırlar. Akşam saatlerinde hareketlenmeye başlayan bu mekânlarda keyifli kahkahalar, sazlı sözlü muhabbetler gece boyunca sürer gider. Yunus’un Rum arkadaşları da vardır. Kendisinden birkaç yaş büyük olan arkadaşları bu mekânların müdavimlerindendir. Ara sıra Yunus’u da çağırırlar, onu da götürmek isterler meyhaneye fakat babasından ve Dimos’tan çekindiği için her seferinde bu davetleri geri çevirir. Nihayet bir gün kabul eder. Akşam için sözleşip anlaşırlar.

Meyhanenin önüne geldiklerinde daha içeriye girmeden ateş basmıştı Yunus’u. Heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Meyhaneden içeri adım attıklarında salonun ışıkları gözlerini kamaştırdı. Meyhanenin her duvarına iricesinden ikişer, üçer adet gaz lambası asılıdır. Masalar da tamamen doluydu. Kıyıda bir yerde boş bir masa bulup oturdular. Yunus etrafa şaşkın şaşkın bakıyordu. Az sonra esmer güzeli bir kız gelir masanın başına. Siyah uzun saçları, al yanakları, kömür karası gözleri ile bir anda Yunus’un aklını başından alıverir kız. Gözlerini kızın gözlerinden bir türlü alamaz. Kız masadakileri gülerek selamlar: “Hoş geldiniz” der. “Benim adım Eleni, paşalarım ne içmek ister?” diye sorar. Masadakiler de kendilerini tanıtırlar. Yunus’un nutku tutulmuştur bir kere. Yunus konuşamamıştı. Arkadaşları, “Bu da arkadaşımız Yunus.” derler. Dönüp Yunus’a bakar Eleni. Bakış-larını üzerinden ayırmayan bu genç dikkatini çekmiştir. Üstelik onu meyhanelerinde ilk defa görmektedir. “Güzel palikarya, yakışıklıymış da.” dedi içinden. Kısa bir sessizliğin ardından bu defa “Ben size kendi imalatımız olan Foça karasından getireceğim” dedi. Sonra da, “Yanında meze olarak ne istersiniz?” diye sormayı da ihmal etmedi. Arkadaşları mezeleri söylediler. Yunus hâlâ gözünü kızdan ayıramamıştı. Kız da Yunus’un bu bakışlarından etkilenmişti. Eleni elinde tepsiyle yanlarından ayrılırken arkadaşlarından birisi gülerek takıldı Yunus’a, “Ne oldu oğlum tutuldun kaldın, hiç kız görmedin mi, içmeden kafayı mı buldun yoksa?”

Yunus kıpkırmızı olmuştu. Kız görmez olur muydu? Aslında gördüğü çoktu ama bu bir başkaydı. Çak-tırmadan gece boyunca Eleni’yi izledi durdu. Hoşuna gitmişti bu esmer güzeli Rum kız. Daha ilk görüşte vurulmuştu ona. Artık haftada üç dört akşam sırf Eleni’yi görmek için gider olmuştu o meyhaneye. Çok cana yakındı Eleni, üstelik her gelişinde hiç bekletmeden onun masasına koşuyor, Yunus’un bakışlarının karşılığını vermeye çalışıyordu. Onun da içi kaynamaya başlamıştı bu yakışıklı palikaryaya. Bir zaman sonra artık Yunus, her gece meyhane kapanıncaya kadar Eleni’yi bekler olmuştu. Her gece meyhane çıkışı onunla evlerine kadar yürür, kızı evine bırakırdı.

Eleni, annesi ve kardeşi ile birlikte yaşıyordu. Babası gemilerde çalışıyor, evine ancak üç dört ayda bir geliyor, geldiğinde de en fazla bir hafta kalıp sonra tekrar yeni bir sefere çıkıyordu. Evin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması lazımdı Eleni’nin.

Günler, haftalar, aylar hızla akıp geçmiş, artık Yunus’la Eleni’nin arasındaki ilişki sözcükleri aşmış, birbirleri için yanıp tutuşan iki aşığın kara sevdasına dönüşmüştü. Birbirlerini uzaktan görünce bile tatlı bir heyecan duyuyorlar, yürekleri pır pır atıyordu.

Yunus’la Eleni’nin aşkı bir süre sonra çevreye yayılmıştı. Herkesin bildiği ve konuştuğu bir olaydı artık bu. Fakat fazla uzun sürmeyecekti bu mutlulukları. Yıllardır huzur içinde yaşayan Foçalılar artık endişe içindeydiler. Gerek İstanbul’dan gerekse karşıdaki yarımadadan gelen haberler hiç de iyi değildi. Galiba harp çıkacak deniliyordu. Devlet, Rumları burada istemiyordu. Rum ailelerin göç ettirileceği, göçe zorlanacağına dair dedikodular her yere yayılıyordu. Çevredeki çetelerin baskınlar düzenleyecekleri, gayrimüslimleri öldüreceklerine dair söylentiler de kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık bölgedeki Rumlar can havliyle evlerini barklarını terk ediyorlar, sahillerde bulabildikleri teknelere, sandallara atlayıp soluğu yakınlardaki Yunan adalarında alıyorlardı. Dimos ve ailesi de artık diken üstündeydi. Onca zenginliği, malı mülkü, arazilerini bırakıp gitmek çok zordu tabii. Neticede bu topraklar onun doğduğu topraklardı, Bir gün Kâhya Hasan Ağa’yı çağırdı yanına. Hasan Ağa, Dimos’u ilk defa bu kadar tedirgin bir halde görüyordu, “Bütün bunlara sebep olanları Allah kahretsin” diyordu Dimos. Asırlar boyu birbirleriyle geçinip giden insanların nasıl kanına giriyorlardı. İşte şimdi harp sebebiyle karşı karşıya gelmişlerdi.

Kısa bir süre sonra Foça da bu olaylardan etkilendi. Herkes yanına alabileceği nesi varsa toparlamış, kaçmaya, çoluk çocuğunu alıp en yakın iskeleye ulaşmaya çalışıyordu. Tekneler, en yakın ada olan Midilli’ye durmadan insanları taşıyordu. Doğup büyüdükleri toprakları terk etmenin hüznüyle kadınlar ağlıyordu.

Dimos, ailesi için büyükçe bir kayık ayarlamıştı. Karısı, kızları götürebilecekleri eşyaları yüklemişlerdi kayığa. Gözyaşları içinde vedalaştı Dimos ve Hasan. Dimos, her şeyini Hasan Ağa’ya bırakmıştı. “Bir gün geri geleceğiz” diyordu Dimos. “Bu günler de elbet gelip geçecek” diyordu Hasan, “Gözün arkada kalmasın, merak etme, emanet ettiğin ne varsa hepsine gözüm gibi bakarım ağam!” dedi.

Yunus ortalıkta görünmüyordu. Aslında şimdi onun tek derdi bu karışıklıkta Eleni’yi bulmaktı. Sahilde atlar, at arabaları, insanlar, yaşlılar, çocuklar alt alta üst üste iç içeydi. Kimsenin kimseyi duyduğu, duysa da anladığı yoktu. Bu karışıklıkta nasıl bulacaktı Eleni’yi. Sahilde kim, ne tür bir vasıta bulduysa bir an önce denizi aşmak, adalara ulaşmak için binmeye çalışıyordu. Yunus gün boyu küçük deniz ile büyük deniz arasında deli gibi koşturdu durdu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi. Tam ümidini kesmek üzereyken uğultu içinden Eleni’nin sesini duyar gibi oldu. Hemen sesin geldiği tarafa yöneldi. Annesi ve kardeşiyle birlikte bir duvarın kenarına çömelmiş, çaresizce bekliyorlardı. Eleni, deli gibi koşturan Yunus’u gördüğünde çöktüğü yerden doğrulmuş ve avazı çıktığı kadar bağırmıştı Yunus’a. Sımsıkı sarıldılar birbirlerine. Bu kadın halleri ile bu kalabalıkta kayıklara binmeleri mümkün değildi. Yunus eşyaları sırtladı. “Haydi, gidiyoruz” dedi. Şaşkın fakat artık umut dolu olarak peşinden yürüdüler Yunus’un. Az sonra konağın önüne gelmişlerdi. Arapoğlu ailesi ve babası kapının önünde vedalaşıyorlardı. Yunus, Dimos’un boynuna sarıldı, hıçkırarak “Ne olursun ağam, bunları da götür yanında.” diyebildi. Sesi boğazından boğuk boğuk çıkmıştı. Dimos da, Hasan Ağa da her şeyi biliyordu. Yunus’a yanındaki gelenlerin kim olduklarını sormadılar bile. “Emanetin emanetimdir oğlum!” dedi. Dimos. Sarılıp kucakladı, öptü Yunus’u. Sonra sahile inip hep birlikte bindiler kayığa. Hiç konuşmadılar. Gözleri, yürekleri zaten konuşulması gerekli şeyleri biliyordu. Kayık, Midilli tarafından kaybolana kadar gözlerinden yaşlar gelerek sessizce bakıştılar.

Yunan adalarında da tam tersine bir durum yaşanıyordu o an. Bu yakada Rumların başına gelenler karşı yakada bu defa bütün acılarıyla birlikte Türklerin başına geliyor, orada da Türkler göçe zorlanıyordu. Rumların boşalttığı evlere Anadolu’ya göç eden Türkler, Türklerin boşalttığı evlere ve arazilere de Rumlar yerleştiriliyordu. Diğer yandan adanın yerli Rumları, ellerinden gelse yeni gelenleri göndereceklerdi. Sanki isteyerek gelmişlerdi. Elinde, avucunda parası, altını olanlar bir nebze rahattı fakat geri kalanlar burada da perişandı orada da. Dimos, Eleni ve ailesini yanına almış, onları sahiplenmişti.

Aradan yıllar geçti. 1919’un yaz aylarında Yunanlılar İzmir’e çıktılar. Bir baştan bir başa bütün Ege’yi işgal etmişlerdi. Foça’nın akıbeti de farklı değildi. Nüfus iyice azalmış, mübadelede Balkanlardan gelen göçmenler boşalan evlere yerleştirilmişti. Onlar da Rumlar gibi her şeylerini geride bırakmış, buraya canlarını zor atmışlardı. Gidenlerin de gelenlerin de gelip gittikleri yerlerde bıraktıkları en büyük kayıpları ise yaşanmış hayatlarından geride kalan ve zaman içinde hafızalardan silinip kaybolacak olan hatıralarıydı.

Foça’nın o eski canlı halinden eser kalmamıştı artık. Halk fakir ve çaresizdi. Şimdi de geri göçler başlamıştı. Aradan geçen bunca yıllar boyunca göç eden Rumlardan kimisi ölmüş, kimisi de adalardan başka Avrupa ülkelerine hatta Amerika’ya göç etmiş, kimisi de göç ettikleri yerleri yurt edinmişler, artık geri dönmeyi düşünmüyorlardı.

Dimos ölmüş, kızları evlenmiş, karısı da geri dönmek istemiyordu artık. Eleni, annesi ve kardeşi ile birlikte Lena’nın yanında kalmış, bir müddet sonra da kardeşi evlenmiş ve annesini de yanına alarak Yunanistan’a yerleşmişti. Eleni iyice yaşlanmış olan Lena’ya kendi annesiymiş gibi bakıyordu. Aradan yıllar geçmiş olsa da Yunus’unu bir türlü unutmamış, birçok kısmeti çıkmasına rağmen hepsini reddetmiş, evlenmemişti. İçinde yanan bir ateş her gün yeniden alevleniyor, Foça’ya geri dönmek, Yunus’una kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.

Diğer yandan Yunus da evlenmemişti. Askere gitmiş, önce Çanakkale cephesi, sonra Sina, Filistin, Suriye cephelerinde yıllarca savaşmış, sonunda yaz başında memleketine dönmüştü. Yunanlıların İzmir’e asker çıkartıp işgal edişinin ardından işgali Anadolu topraklarında genişletmeye başlaması üzerine Yunus, Yörük Ali Efe’nin kızanları arasına katılır. Babası Hasan Ağa’nın “İşimiz gücümüz var, gel işlerin başına geç oğlum. Ben yaşlandım artık.” demesine rağmen evinden uzaklara gidiyor, Eleni’ye olan aşkını ancak bu şekilde söndürebileceğini düşünüyordu. Foça’da kaldığı zamanlar Eleni ile birlikte olduğu yerleri gördükçe aklı başından gidiyordu çünkü.

Yörük Ali Efe, Milli Mücadele’de Ege bölgesinde gösterdiği kahramanlıklardan dolayı efelerin efesi olarak tanınıyordu. Yaptığı baskınlarla düşmana büyük zayiatlar verdiren Yörük Ali Efe, düzenli ordunun kurulması üzerine emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir grubu Kuvayı Milliye’ye devretmişti. Yunus, Yörük Ali Efe çetesiyle Malgaç baskınına katılmış, yaralanmıştır. Üstelik yarası da ağırdır. Gönül yarasını da bastıran bu yara, onun ancak bir ay daha yaşamasına müsaade etmiş ve bir ay dolmadan şehit olmuştu. Malgaç baskını, 1919 Haziran’ında, Sultanhisar ile Alça arasındaki Malgaç Deresi’nin üzerinden geçen ve Osmanlının ilk demiryolu olan İzmir-Aydın demiryolu üzerindeki Demiryolu Köprüsünün yanındaki Yunan karakoluna yapılan baskındır. Malgaç Köprüsü’nün üzerinde köprüyü korumakla görevli yirmi kişilik üstün donanımlı ve makineli tüfekli Yunan müfrezesi topyekûn imha edilmiş, cephane ve erzakları ele geçirilmişti. Baskın sonrası, demiryolu köprüler ve rayları kullanılamaz hale getirilmiş ve böylece Yunanlılar uzun süre Aydın-Nazilli hattına sevkiyat yapamamışlardı. Yörük Ali Efe ve yardımcısı Kıllıoğlu Hüseyin Efe artık yörenin ümit kaynağı olmuştu.

Vapur, içindeki yolcularla birlikte Foça’ya doğru ilerliyordu. Ufukta Kale Burnu, İngiliz Burnu ve adalar belli belirsiz görünüyordu. Vapur elli atmış kişilik küçük bir vapurdu. Gün aşırı adalardan mübadelede göçen Rumları geri getiriyordu. Yüzyıllardır aynı köyde aynı şehirde yan yana komşuluk yapmışlar, birbirlerinin bayramlarını kutlamışlar, cenazelerine katılmışlar ama bir günde evlerinden barklarından sürülüp çıkartılmışlardı. Onların boşalttığı evlere ve tarlalara, adalardan ve Balkanlardan göç eden Müslüman Türkler yerleştirilmişti. Onların kaderleri de kendilerininkinden farklı sayılmazdı. Sonra işler tersine döndü. Yunan ordusu Ege’ye çıkmış, mübadelede göç eden Rumlar tekrar geri dönmeye başlamışlardı. Bu kez evlerine yerleşen, tarlalarını eken Türkleri, Anadolu içlerine doğru göndererek göçe zorluyorlardı.

Gemi Foça’ya geldiğinde yolcuları Yunan idaresince atanan memurlar karşıladı. Herkese göçten önceki varlığı ile ilgili bir beyanname doldurtuluyordu. Yerleştirme işlemleri Rum cemaati ileri gelenlerinden oluşan bir heyet tarafından yürütülüyordu. Eleni, Lena teyzesinden aldığı vekâletle konağı, çiftliği ve tarlaları bildirmişti. Aradan onca yıl geçmişti. İskeleye ayak basınca şaşırdı. Eski Foça yoktu artık karşısında. Sahil boyunca yürüdü, çalıştığı meyhanenin önüne gelince durdu. Yıkılmış, harap bir vaziyetteydi bina. Yunus’unu düşündü. Nasıl karşılaşacaklardı acaba? Acaba evlenmiş miydi? “Ya evlendiyse?” diye geçirdi içinden yüreği burkularak. “Çocukları da var mıdır acaba?” diye bir soru geldi aklına. Dalgın dalgın sürdürdüğü yürüyüşü konağın önünde sonlandı. Birden kendine geldi, küçük denizdeki ev yerli yerindeydi. Mermer basamaklarla çıkılan demir kapının üstündeki sütunlar olduğu gibi duruyordu. Kapıyı yokladı, kapı kilitli değildi, içeri girdi. Pencereleri dışarıdan örten kepenkler kapalıydı. İçeriye sızan ışıklardan belli belirsiz eşyaları fark etti. Hepsi terk edildikleri günkü gibi yerli yerinde duruyordu. Evin içi kesif bir küf kokusuyla kaplıydı. Pencerelerin kepenklerini açtı, alt katı dolaştı, ardından ikinci kattaki balkona çıktı. Parıldayan denizin üstünde martılar uçuşuyordu. Balkonun kapısını açmasıyla birlikte ılık bir rüzgâr doldurdu içeriyi. “Foça’m, Yunus’um, hiçbir yer ve hiçbir şey sizden daha güzel ve daha değerli olamaz benim için!” diye mırıldandı. Sonra konaktan dışarı çıktı ve kıyı boyunca yürüdü. Az sonra dar bir sokağa saptı. Soldaki sokakla devam eden yolun kesiştiği köşede küçük bahçeli evlerini buldu. Zaten büyük olan incir ağacı, şimdi daha da büyümüş ve tüm görkemi ile gözlerinin önüne serilmişti. Bina yıpranmış ve duvarları da hasarlıydı. Bahçede üç çocuk kendi aralarında neşe içinde oynuyordu. Üstleri başları perişandı fakat bu, onların çocuk kalplerindeki neşeyi eksiltmiyordu. Bahçeye elinde çamaşır sepeti ile başı yazmalı bir kadın çıktı. Giyim kuşamı, şekli şemailinden Makedon göçmeni olduğu belliydi. Çocuklara doğru dönüp seslendi: “Ömer, uslu durun oğlum.” dedi. Çocuklardan biri: “Ma vaa aman sen de!” diye tersledi annesini.

Geleli birkaç gün olmuştu ve artık iyice kendine gelmişti Eleni. Etrafta tanıdığı hemen hemen hiç kimse yoktu. Görüştüğü insanlar kendisine Hasan Ağa’nın çiftlikte yaşadığını söylediler fakat Yunus hakkında kimse bir şey söylemiyor, onunla ilgili soruları geçiştiriyorlardı. Çiftliğin yolunu tuttu. Çiftlik de eski çiftlik değildi artık. Harap ve dökülmüş bir hâldeydi. Üstelik ortalıkta da kimseler yoktu. Girişteki çardakta yaşlı bir kadın, kucağına oturttuğu kız çocuğunun saçlarını örmekle meşguldü. Küçük kızı görünce birden yüreği alevlendi, kalbi küt küt atmaya başladı. İçinden, “Sakın Yunus’un kızı olmasın?” diye geçirdi. Biraz daha yaklaşınca yaşlı kadının Yunus’un annesi olduğunu fark etti. Kadın da onu fark etmişti. Oturduğu yerden ayağa kalktı, titreyen dudaklarının arasından kekeleyerek “Eleni… Eleni…” diye belli belirsiz bir cümle döküldü. Bir an ikisi de oldukları yerde donup kaldılar. Öylece, sessizce ve şaşkın bir ifadeyle birbirlerine bakakaldılar. Sonra kadın hızlı adımlarla Eleni’ye doğru yürüdü, bir yandan da heyecanlı ve sevgi dolu bir ses tonuyla “Hoş geldin kızım!” dedi. Eleni “Hoş bulduk…” dedi boğazına düğümlenen bir ses tonuyla. Hasretle sarıldılar birbirlerine. Anne, geliniymiş gibi sarıldı Eleni’ye, Eleni’de annesine kavuşmuş gibi. Hâlbuki daha önce sadece bir defa görmüşlerdi birbirlerini. Göç ettikleri gündü o gün… Geçip çardağın altına oturdular. Eleni, kadının ellerini, ellerinin arasına almış, konuşmadan sadece birbirlerine bakıyorlardı.

Yaşlı kadın, bu süre boyunca yanaklarından süzülen gözyaşlarını, örtüsünün kıyısıyla silmeye çalışırken aynı gözyaşları Eleni’nin de yanaklarından süzülüp çenesini ıslatıyordu. Eleni cesaret edip bir türlü Yunus’unu soramıyordu karşısındaki kadına. Birkaç defa dudakları kıpırdadı, “Yunus” diyecek oldu fakat sanki boğazına bir yumru oturmuş, yutkunamıyordu bile. Kadının gözleri ise bu sorunun cevabını veremeyeceği düşüncesiyle “Sorma, sorma kızım. Ne olur sorma.” der gibiydi. Çok uzun bir süre, öylece, elleri birbirlerinin avuçlarında, toprağı ıslatıp duran gözyaşlarına aldırmadan sessizce bakışarak ağlayıp durdular. O çok uzun süren bakışmanın ardından Hasan Ağa’nın sürüp geldiği at arabasının sesiyle irkildiler. Hasan Ağa yanlarına geldi. Eleni’yi tanımıştı, torunu dizlerine sarıldı. Torununun yanaklarını okşadı. Hanımı: “Bey, bak Eleni kızımız gelmiş. Ben diyemedim var sen anlat gayrı.” dedi ve yerinden doğrulup kalktı. “Ben size bir şeyler getireyim he mi!..” dedi ve kaçar gibi yanlarından ayrılıp çiftlik evine doğru yürüdü.

Şimdi Eleni’nin boğazındaki yumrunun bir benzeri de Hasan Ağa’nın boğazına yerleşip kalmıştı.

Hasan Ağa yeleğinin cebinden tütün tabakasını çıkardı, bir sigara sarıp yaktı. Sigarasından derin bir nefes çekti ki, sanırsın dumanı ciğerlerine takıldı da geri gelmedi. Sonra kendini toplayıp vakur bir şekilde anlatmaya başladı. Yıllar öncesine gidip Arapoğlu ailesiyle birlikte Foça’dan ayrıldıkları günden başlayıp bugüne kadar yaşananları bir bir anlattı. Yunus’u, onun Eleni’yi nasıl sevdiğini, ona olan hasretini, onun yokluğunun acısını nasıl çektiğini, harp zamanı cepheden cepheye koşarak onu nasıl unutmaya çalıştığını, bir gün Dimos döner gelir diye tarlalara, bahçelere, konağa nasıl gözü gibi baktığını bir bir anlattı. Yunus’unun şehit olduğunu Eleni’sine söylememek için her yolu denedi. Lafı dolaştırıp durdu ama söylemekten de daha fazla kaçamadı. Sonunda: “Yunus’un şehit oldu kızım.” dedi ve gözyaşlarına boğuldu. Eleni birdenbire fırladı yerinden. “Yunus’um!” diye bir feryat etti ki gökyüzü sarsılıp yarılmadıysa şaşar insan. Şimdi Eleni’nin gözyaşlarına hıçkırıkları da eşlik ediyor, ellerini kalbinin üstüne bastırıyor, bastırıyordu.

Göz ucuyla küçük kız çocuğuna baktı bir an, Hasan Ağa anlamıştı “Yok kızım yok, Yunus’um hiç evlen-medi.” dedi. “Bu benim kızımdan olan torunum. Şimdi yaz mevsimi, bağda bahçede çalışıyorlar, ninesine bırakmışlar. Eee kızım, sen anlat bakalım” dedi. Eleni de Dimos’u, karısını, annesini, kardeşini, Dimos’un kızlarını anlattı. Konuşuyordu ama gözünün önünde aklından bir türlü çıkaramadığı, ruhunda aşkını büyütüp çoğalttığı Yunus vardı. Şimdi ne yapacaktı. Oysa Yunus’la ne hayalleri vardı. “Yunus’suz Foça, Foça değildi artık.”

O gece çiftlikte kaldı. Ertesi gün de Yunus’un mezarını ziyaret ettiler. Hasan Ağa: “Eleni kızım, Yunus’umun yadigârı, bizim kızımız ol, bundan sonra bizden hiç ayrılma.” dedi. Eleni hiç tereddüt etmeden sarıldı Hasan Ağa’nın ellerine, gözyaşları içinde öptü. “Olur, Hasan Ağam, olur babam, ben artık sizden ayrılmam çünkü artık ben sizin kızınızım.” dedi. Sonra “Annem” dedi, yaşlı kadının ellerine sarılıp öperken...

Eleni, Foça’daki konakta oturuyor fırsat buldukça çiftliğe gidiyordu. Çarşıdaki dükkânları satmış, parasını Hasan Ağa’ya vermişti. Eleni geldikten sonra Hasan Ağa ve hanımına can, hanelerine mutluluk gelmişti. Hasan Ağa işlerini toparlamış; bağı, bahçeyi, tarlaları daha başka bir şevkle çekip çevirmeye başlamıştı artık. İtilaf devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi savaşı durdurmuştu. Bu durum 10 Ağustos 1920 gününe kadar sürdü ve o gün sona erdi. O gün Sevr Anlaşması imzalandı ve anlaşmaya göre Ege nerdeyse tümüyle Yunanistan’a veriliyordu. Bölgedeki tüm idari görevlilerin yerine Yunanlılar getirilmeye başlandı. Özellikle küçük yerlerin yönetimine Türk Müslüman düşmanı kaymakamlar atanıyor, fırsat bu fırsat deyip halkın canına okuyorlardı. Yunanistan’dan gelen din adamları, insanların arasında sulh ve sükûnu, iyiliği gaye edinmiyor; Türk, Müslüman düşmanlığını körüklüyorlardı. Şimdi devran tersine dönmüş, eski günlerin intikamını almaya çalışıyorlardı. Halkı korkutup kaçmaya zorluyorlardı.

Eleni, Hasan Ağa ve ailesine sahip çıkmış, işlerinin başında zor da olsa geçinip gidiyorlardı. Günler haftalar geçiyordu. Bu yıllar bölge halkı için çok zor yıllardı. Yunan ordusu Ankara’da kurulan yeni Türk devletine karşı savaş açmış, Kütahya ve Eskişehir’i almış. Ankara önlerine kadar gelmişti ama kurtuluş hareketine karşı koymak, savaşmak o kadar kolay değildi. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türk ordusu önce Sakarya, ardından Büyük Taarruzla Anadolu’nun bozkırlarına kadar gelen Yunan ordusunu beş yüz kilometre boyunca kovalayarak İzmir’de denize dökecekti. Şimdi yeniden her şey ters yüz oluyordu. Canını dişine takmış gençler, ihtiyarlar, kadını ve erkeği ile vatanı için seve seve canını veriyordu. Türk askeri İzmir’e girdiğinde nasıl birlikte yaşayacaktı bu iki toplum? Oysa yüzyıllardır aynı köyde aynı şehirde yan yana komşuluk yapmışlar, birlikte yaşamışlardı. Sahillerde ve limanlarda manzara, bir öncekinden farksızdı yine. Korkunç bir manzara eşliğinde her yer insan doluydu. Hayvanını, eşyasını alan koşup limana gelmişti. Yataklar, yorganlar ve sandıklar, yan yana üst üsteydi. Bir sürü üstü başı perişan asker, cepheden kaçmış; canını kurtarmak için vapurlarda, sandallarda yer arıyordu. Tek amaç suyun karşı tarafına gidebilmekti.

Sonunda tam anlamıyla 9 Eylül’de Yunanlılar denize döküldü. Birkaç gün içinde Türk ordusu tüm Ege’deki kasabalara girmişti. Foça da bunlardandı. Durumu iyi olan Rumlar kaçmışlardı. Kaçamayan Rumları meydanlarda toplayıp Menemen’e gönderiyorlardı. Bu defa Eleni’ye sahip çıkma sırası Hasan Ağa’daydı. Eleni gitmek istememişti. Artık onun vatanı burasıydı ve anası babası, Yunus’u buradaydı. Onları bırakıp nasıl gidebilirdi ki? Eleni’yi bir süre çiftlikte sakladılar. Olaylar yatışınca Eleni Müslüman oldu ve ismini Emine olarak değiştirdi.

Foça’ya gelen askerlerin başındaki mülazım asayişi sağlamış, yeni düzeni kurmaya çalışıyordu. Hasan Ağa cesaretini toplayıp bir gün mülazım beyin yanına gitti. Komutana oğlu Yunus’unu anlattı. Çarpıştığı cepheleri, Yörük Ali’nin kızanı olduğunu, Malgaç baskınında yaralandığını ve şehit düştüğünü bir bir anlattı. Mülazım: “Baba, bir emrin var mı? Biz bu vatanı senin evladın gibi cesur ve yürekli vatan sevdalılarının sayesinde kurtardık.” dedi. Hasan Ağa mülazımın bu sözlerinden cesaret alıp Yunus’un Eleni ile olan aşkını ve Eleni’nin durumunu anlattı mülazıma. “Artık o benim kızım. Eleni Müslüman oldu, ismini de Emine yaptık.” dedi. Mülazımın sert yüzü düştü, gözleri doldu, emir verdi. Emine, Hasan Ağa’nın kızı olarak kayıtlara geçirildi. Konak, çiftlik, bağ, bahçe ne varsa Eleni’nin yeni kimliğine tescil edildi.

“Emine Hanım 1975 yılına kadar yaşadı.” dedi hikâyenin sonuna geldiğinde Asım amca. Bu arada Emi-ne Hanım, Hasan Ağa ve karısıyla Hacca gitmiş, hacı da olmuştu. Tüm malını mülkünü Hasan Ağa’nın kızından olan torununa bıraktı. Seksenli yılların ortalarında da konağı biz satın aldık. Tadilat yapıp otele çevirdik. Yalnız, konağı bize satanların bizden bir ricası vardı. O da bu resimlerin daima salonda asılı kalmalarıydı. Biz de “Otel bizde kaldığı sürece resimler salonda asılı kalacak.” diye söz verdik.

Vakit çok geç olmuştu belki ama bu gece uykusuz kalmaya değmişti.

Asım amcayla bu hikâyenin ardından kırk yıllık dost gibi vedalaştık. Bu hikâyeyi dinledikten sonra Foça benim için normal bir sahil kasabası olmaktan çıkmıştı artık.

Bu yaz yine Foça’ya geldik. Ilıpınar’dan fabrika yoluna girdik. Yine tavuk çiftliklerinden yayılan o ağır koku her yeri kaplamış, burnumuzun direği kırıla kırıla geçmiştik oradan. Sunta fabrikası satılmış, binaları yıkılmış, boş bir araziden ibaretti artık. Önce Bağarası’nda mola verdik, soğuk ve köpüklü ayranlarından kana kana içtik, sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Foça yine aniden çıkıvermişti karşımıza. Arabayı yolun kıyısına çektim, tepenin üzerinden Foça’ya doğru bakarken ılık ılık esen iyot kokulu rüzgârı çektim içime.

“Evet Nihat abi, dünyada Foça’dan daha güzel bir yer yok.”