“Langoroz, sözlerinin nereye varacağını düşün­meden konuşan, davranışlarına dikkat etmeyen kimseler için kullanılan bir kelimedir. Türkçede patavatsızın kar­şılığıdır.

Langoroz Nuri, düşünmeden, bazen saygısızca konuşan, davranışlarına dikkat etmeyen, yani ağız isha­linden mustarip bir arkadaşımızdır. Freni patlamış kam­yon gibi, gevezelik yapan, kurulmuş bir zemberek misali aynı şeyleri yıka, döke konuşan, konuşmasının sonunda kahkahayla gülerek konuşmasını sonlandıran, her konu­da boş konuşan, bazen yerin dibine girse de çenesine sa­hip olamayan bir tiptir.

Nuri ile tanışmamız lise yıllarına dayanır. Lise bir de yabancı dil dersi seçmeliydi: İngilizce, Fransız­ca. Nuri’yle aynı sınıftaydık. Seçmeli dersimiz için Nuri Fransızcayı, ben ise İngilizceyi seçmiştim. İlk dersimiz­de İngilizce sınıfı yerine Fransızca sınıfına girmişim. Öğretmen ‘İlk haftalarda oluyor, yanlış sınıflara giren öğrenciler var’ deyip derse başladı. Bir anda kendime geldim. Bahsettiği öğrenci bendim. Çaktırmamaya çalı­şıyorum. Ders bitiminde ikinci derste öbür sınıfa geçe­ceğim. Bir de sınıfta hoşlandığım, platonik aşkım Nur­ten var. Ona rezil olmak istemiyorum. Öğretmen dersle ilgili birkaç kelime söyledi ya da söylemedi. Langoroz Nuri ayağa kalktı: ‘Hocam, aradıkları öğrenci önümde oturuyor’ deyip beni göstermez mi? Sınıfta gülüşmeler başladı. Çok mahcup olmuştum. Öğretmenin yüzüne ba­kamadım. Başım önümde sınıftan çıktım. Öğretmenin yaptığı patavatsızlığa Nuri tuz biber olmuştu. İnsanların bir anlık zafiyeti, dalgınlığı ile dalga geçmek çok ayıp olmalı. Zaten iki sınıftık. Orada olmadıysam burada ola­caktım, topu topu iki sınıftık işte.

O yıllarda isimlerin yanında çoğunlukla kişilerin lakapları da vardı. Bu lakaplar, kişinin belirli bir özelli­ğinden dolayı çevresi tarafından verilmiş takma adlardır. Ayrıca bu adlandırma olduğu için de, zamana ve şartlara göre yaygınlık kazanır. Lakapların asıl görevi tanıtmak­tır, tanıtma işlevini yücelterek ya da tam tersi küçülte­rek yerine getirir. Bazıları bu lakaplarını çocukluğunda, gençliğinde taşır, sonra unutulur. Bazıları ise ahirete gi­derken geride lakaplarını hatıra bırakır. Lakaplar zama­na, mekâna, yöreye göre değişir. Bizim gençliğimizde yöremizde, yakınımızda kullanılan lakaplardan aklıma ilk gelenler. “Ado, mayk, kempes, pele, hurbeş, miyami, ıspıncık, tenten, kopraz, ölü, kara, artiz, pırtık, topkafa, bıyık, colombo, tilki, çavuş, çamur, çitos, sansar, pırpır, tüfek, komünist, koca, kafa, ceyar, boncuk, rambo, mo­zele, kırcalı, co, maniş, enişte, gavur… Şimdilerde bu lakapların çoğu kullanılmamakta günümüzde genellikle gençlerin kullandığı lakaplar. (Bazıları çok aykırı. Onla­rı yazmayacağım.) drogonslayer,leydi,kanka,kuşum, canısı, pampo, ponçik, biçici, klavye, amcaoğlu, dayıoğlu, reis, beybi, king of poin, iron king, sperplum, the black roven, babişko.

“Langoroz” ismini Nuriye Bilecikli bir arkada­şımız takmıştı. O yörede böyle patavatsız, boş konuşan, löm sözlülere “Langoroz” denilirmiş. Nuri, bu lakabı çevremizde bilinmediği, ne olduğunu anlamadığı için pek aldırmadı. Belki de iyi bir şey sanmıştı. Çevremizde­ki yaşıtlarımızın birçoğunun lakabı vardı. Zaman içinde ona takılan lakabın hiç de hoş bir şey olmadığını öğren­di. “Langoroz” deyince bozulmaya başladı. Bazen kızar, bazen küfredip kavga ederdi. Ama patavatsızlığı, yaşam biçimi haline getirdiği için bu takma isim ona yapışmış­tı. Artık onunla büyüyüp yaşlanacak, belki de öldükten sonra da yine bu lakapla anılacaktı.

Derler ki, Allah zenginliği dilediğine, ilmi isteye­ne verir. “Langoroz” Nuri’nin de Allah’ın dilediği kul­larından olsa gerek. Liseden sonra okumadı. Sanayide çoğu hemşerimiz gibi mobilyacılığı seçti. Zaman içinde işleri büyüdü, mal-mülk sahibi oldu. Mobilya imalatının yanında, perakende müşterisine hitap eden ilçenin ünlü mobilya caddesinde mobilya mağazasına da sahip oldu. Hem kendi ürettiği mobilyaları hem de dışarıdan özel­likle Ankara sitelerinden aldığı mobilyaları satmaya baş­ladı. Can çıkar huy çıkmaz derler. Düşüncesizce gafları ve patavatsızlığının sonundaki gülüşü hep devam etti.

Mobilya mağazalarının olduğu caddeye mobilya almaya gelenler genelde düğüncülerdir. Bu müşteriler çevre il ve ilçelerden evlenecek damat ve gelinin yakın­larından oluşur. Mobilyayı çoğunlukla damat ve gelin yerine bunlar beğenir. Mobilya mağazalarının yoğun ol­duğu meşhur iki üç caddedeki mobilya mağazaları tek tek gezilir. Çoğu kez de kız tarafının istediği mobilyalar alınır. Zira bu yakınlar “kraldan çok kralcıdırlar”. Hava­larının biri bin para. Birinin beğendiğini diğer taraf be­ğenmez, diğer tarafın beğendiğini öbür taraf beğenmez. Mobilyanın çoğunu genellikle alan erkek tarafı, bütçe­lerine göre mobilya bakarlar. Kız tarafı da en pahalısını ister.

Nuri mağazasına pek uğramaz, mağazada satışla­rı tezgâhtar Cicim Mehmet yapar. Mehmet uzun yıllardır bu caddede mağazalarda tezgâhtarlık yapmıştır. Nuri’nin kahrını pek çekmezdi ama! Nuri sattığı mobilyalardan prim veriyordu. Mağazaya da sık sık uğramadığı, işine de karışmadığı için bir yerde işyerinin patronu gibiydi. Cicim Mehmet’in Trakya’dan akrabaları tavsiyeli müş­teri olarak mağazalarına mobilya bakmaya geleceklerini haber verirler. Cicim Mehmet, akrabası olan damadın babası ve damadı, düğüncülerden önce gelmelerini is­ter. Onlar da gelirler. Cicim Mehmet akrabasının mad­di durumunu bildiği için bütçelerine uygun mobilyaları beğendirir. Anlaşırlar. Damat tedirgindir. Ya kız tarafı mobilyaları beğenmezse? Cicim Mehmet tezgâhtarların kurdu. Damadın sıkıntısını anlamıştır. “Yeğen sen hiç merak etme. Biz işimizi biliriz. Bak şimdi, sorun çıkar­sa sizin beğendiğiniz mobilyayı mağazanın en pahalı, en şık, en moda mobilyası yaparız. Ola ki kız tarafı sizin beğendiğiniz mobilyadan daha pahalı bir mobilya beğe­necek olursa, onu öyle bir değiştiririm ki! Caddenin en kötü mobilyası olur. Sen kafana takma.” Bir hafta sonra, bir minibüs dolusu düğüncülerle öğlene doğru gelirler. Cicim Mehmet: “Ağalar, açsınız değil mi? Uzun yoldan geldiniz. Sizin önce karnınızı doyuralım. Meşhur köf­temizi ikram edelim.” Doğru caddenin meşhur lokanta­sına giderler. Lokantanın sahibi Ahçı Mehmet, kapının önünde karşılar. Ahçı Mehmet, beyaz önlüğünü göbe­ğinin üstüne bağlamış, gömleklerinin kollarını sıvamış ince çerçeveli gözlükleriyle her zamanki neşeli haliyle: “Adaş hoş geldin. Buyurun efendim.” Ahçı Mehmet, mobilya sanayisi gibi ilçenin de en iyi lokantacısıydı. İyi yemek ve köftesinden ziyade kadife sesiyle ilçenin sanat müziğinin de paşasıydı. Allah vergisi sesiyle her türlü makamda profesyonel şarkıcılara taş çıkartırdı. En meşhur şarkısı “Çile Bülbülüm Çile”ydi. Hele bir de topluluğa okuyorsa, dinleyicileri ikiye bölerdi. Ortalı­ğı yıkardı. Yemekten sonra tekrar mobilya mağazasına gelinir. Çaylar kahveler içilir. Sıra gelmiştir mobilyala­ra bakmaya. Üç katlı mağazada Cicim Mehmet üçüncü kattan itibaren mobilyaları göstermeye başlar. En son giriş katında anlaştıkları mobilyayı gösterecek, işi biti­recektir. Üçüncü kattan itibaren kız tarafının beğendiği daha pahalı olan mobilyalara bir kulp buluyor. “İşte siz yabancı değilsiniz” diye söze başlayıp, boyasına, camı­na, koltuğun kumaşına bir mana buluyor o malları kötü­lüyor. Aksilik olacak ya, kız tarafı mobilya mağazasının en pahalı takımını beğenmiş, onda ısrar ediyorlar. Cicim Mehmet iyice sıkışmıştır. Bin bir yalana başlar. Genelde imalatta duran, arada sırada mağazaya gelen Langoroz Nuri mağazaya girer. Kalabalık müşterileri görünce elle­rini ovuşturur. Cicim Mehmet’e de kulak kesilir. Cicim Mehmet, patronunun geldiğini görünce sıkıntısı bir kat daha artmıştır. Patavatsızlığını bildiği için içinden ‘Ey­vah! Ulan kırk yılda bir gelir. Zamanı mı şimdi. Kesin bir pot kıracak.’ der. Düğüncüleri alelacele daha önce beğenilen takımların önüne götürür. Başlar saydırmaya: “Bakın yengeler, amcalar, gelin hanım, kızımız, bu ta­kımdan bu caddede bir tane daha bulamazsınız. Kendi imalatımız. Başka yapan yok. “

“Bunun ağaç kısmı, masifleri yüz sene önce il­çemizden tren geçiyormuş. Sonra kaldırılmış, demiryolu tasfiye edilmiş. Demiryolunun traverslerini bir depoya kaldırmışlar. Geçen sene biz aldık bu kuru ağaçları, mo­bilyalarımızda kullanıyoruz. Camlar temperli, kırılmaz. Koltukların iskeletleri de bu ağaçlardan. Bu koltukların kumaşı yanmaz, Amerika’dan ithal geliyor. Kaplaması şöyle, boyası böyle. Fiyatını sorarsanız, aramızda kalsın siz yabancı değilsiniz. Sizin beğendiğiniz mobilyalardan bayağı pahalı, ama bir şeyler yapacağız.” Kız tarafına döner. “Bakın, sizin beğendiğiniz takıma garanti vere­mem ama bu takımlara yirmi sene garanti veririm. Hâl­buki ikisi de kendi imalatlarıdır. Takımlara, kız tarafının beğendiği takımların, fiyatının neredeyse iki katı fiyat verir. Langoroz Nuri şaşkın, şaşkın ne olduğunu anlama­ya çalışmaktadır. Cicim Mehmet’e ‘ne oluyor’ diyecek.

Cicim Mehmet kaş göz işaretiyle ‘karışma’ der. Lango­roz bunu dinler mi? Dayanamaz, bodoslama olayın içi­ne dalar. “Efendim, hoş geldiniz. Ben mağazanın sahi­biyim. Bu arkadaş da benim tezgâhtarım.” Oysa, Cicim başından beri mobilya mağazasının sahibiyim diyordur. Meşhur gülüşünün ardından “Siz ona bakmayın, hava da sıcak ya! Kafayı yedi herhalde. O size beğendirme­ye çalıştığı takım da sizin beğendiğiniz takım da bizim imalatımız. Moda şimdi yengelerin beğendiği takımlar, bunların modası geçti. Bunları artık köylüler alıyor. Ha­nımefendiler iyi takımdan anlıyorlar. Bu takımlar size daha çok yakışır. Eh! Fiyatı da tezgâhtarın dediği gibi değil, tam tersi. O dandik takımlarla bir olmaz tabi daha pahalı.” Ortalık buz gibi olmuştur. Damat, babası ne diyeceğini bilemez. Cicim Mehmet içinden bildiği kü­fürleri sıralar. Mırıldanarak “S....tiğimin Langorozu bir çuval inciri berbat ettin.” der bir yolunu bulup sıvışır. Kısa bir sessizlikten sonra kız tarafı bastırır. Beğendik­leri takımlarda ısrarcı olurlar. Erkek tarafı, “Bu takımları alamayız, bütçemizi aşıyor. Başka yerlere de bakalım.” derler. Mobilyaya ayırdıkları paradan daha çok ödeme yaparlarsa diğer masrafları yapamayacaklar. Aralarında münakaşalar başlar. Yarım saat öncesine kadar birbirleri­ne iltifatta bulunan taraflar, hakarete başlar, birbirlerinin ipliğini pazara çıkarırlar. Kavga çıktı çıkacak. Gelinin yengesi, kardeşi geline dönüp elini gösterir. “Çıkar kız yüzüğü!” Gelin kız daha bir şey demeden yüzüğü çıka­rıp damadın eline verir. “Bu iş bitti. Daha şimdiden bizi kötü mobilyayla kandırmaya çalışıyorsunuz.”

Nuri, pahalı mal satacağım derken neredeyse yuva yıkacak. Damadın babası ise işin ciddiyetini fark edince oğluna kıyamaz. “Tamam, ben kendime, ‘Mo­bilya için nişan attılar.’ dedirtmem. Uzatmayın” der. Nuri’ye köşedeki yazıhaneyi gösterip “Şuraya geçelim patron bey.” Düğüncülere döner. “Sesini kim çıkarırsa bilin ki Allah yarattı demem. Canını yakarım.” Nuri’ye dönerek “Bize iki kahve, bunlara da çay söyle.” der ve yazıhanenin kapısını kapatır. Langoroz Nuri, adamın bu tepkisini görünce tırsar.

Damadın babası, Cicim Mehmed’in akrabası ol­duğunu ve geçen hafta geldiklerini anlatır. Cicim Meh­med’e bütçelerine göre takım alacaklarını ve haftaya dünürlerle geleceklerini söylediklerini anlatır. Cicim Mehmet’in de dayıya “Merak etme, hallederiz” dediğini ve uygun takımı seçtiklerini, fiyatta anlaştıklarını ve ta­kımları beğendirmek için düğüncüleri ikna edeceğini an­latır. Bu planı zaman zaman tanıdıklarına uyguladıkları­nı ve olası bir aksilik durumunda dünürlerin başka pahalı takımları beğenirse, şimdiki gibi o takımları kötüleyip bizim aldığımız takımları öveceğini söylediğini belirtir. Ta ki sen gelene kadar… Elindeki tespihi şıklatarak se­sini yükseltip, “Ne olacak şimdi patron bey?” diye so­rar. Langoroz Nuri Adamın bunları sinirlenmeden sakin sakin söylemesinden huylanmıştır. Adamın suratı pan­car gibi, gözleri yerinden fırlayacak. İçi ürperir. Adamı sonuna kadar lafını kesmeden sessizce dinler. Suçunun farkına varır ve içinden “Sessiz tayın çiftesi pek olur” der. Utanarak başını öne eğer ve “Kusura bakma amca, ne yapayım? Sen bilmezsin, bu benim huyum. Bazı du­rumlarda istemeden de olsa işleri karıştırıyorum” Adam da sinirlenerek “Ulan, huyun batsın, bizi mi buldun!” der. Langoroz Nuri ise “Amca, sen dünürlerini kırma. Ben hatamı telafi edeceğim. Onların beğendikleri takım­ları alın, ben indirim yapacağım. Cicim Mehmed’in size verdiği takımlar kadar ödeme vereceksin. Hayırlı olsun” der. Damadın babası da “Az kalsın iş bozuluyordu. Bü­yük bir vebal altındaydık. Sen de biz de ucuz kurtulduk”. O dükkândan nişan bozulmuş halde çıkılsaydı, Lango­roz Nuri’nin başına ne gelirdi Allah bilir.

Langoroz Nuri’nin işleri her geçen gün daha da büyüyordu. Çarşıda eski bir bina satın aldı ve yıkıp ye­rine üç katlı yeni bir bina yaptı. Binanın alt katı ve ikin­ci katı işyeri, üçüncü katı ise kendine dubleks ev olarak tasarladı. Çarşı içinde olan bu işyerine kira için birçok talipli vardır. İlçemizde yeni açılan bir bankanın şube­sine yerini kiraya verir. Açılan bankanın şube müdürü, bankası için müşteri kazanmak amacıyla esnaf ziyaret­leri yapıyordu. Bu vesileyle bizim işyerimize de uğradı. Esnaflar için banka değiştirmek kolay değildir. Yıllardır aynı bankayla çalışıyoruz. Banka değiştirmek için ciddi anlaşmazlıklar olmalı. Bizim de bir sorunumuz yoktu. Tanıştık, çayımızı kahvemizi içtik ve müsait olduğu­muzda iadeyi ziyaret yapmak için sözleştik.

Aradan neredeyse bir ay geçti. Yeni açılan ban­kanın İstanbul şubesinden geçen bir çekle, mobilyacı müşterim mal istedi. Çek, o günün şartlarına göre yüksek meblağlı ve vadeliydi. Müdürden hem çekin istihba­ratını yapmak hem de iadeyi ziyaret için randevu aldım. Öğle saatlerinde saat on bir gibi yanına gittim. Müdür odasında koltuğunda oturuyordu ve karşısındaki koltuk­ta da beşlik simit gibi yayılmış şekilde Langoroz Nuri. Müdür koltuğundan ayağa kalktı. Daha bir şey diyeme­den Langoroz Nuri beni görünce hemen “Ooo hoş gel­din, vicdansız arkadaşım! Nerlerdesin be.. Bak baştan söyleyeyim, bu bankanın kredi oranı yüksek.” dedi ve müdüre, “Bu benim okul arkadaşım, eğer kredi alacaksa bir şeyler yap.” Ortam buz gibi oldu. Müdür, telafi etmek için “Buyurun efendim, hoş geldiniz. Nuri Bey bina sahi­bimiz.” dedi. Ben de “Evet.” dedim. “Taa lise yıllarından tanışırız. Dediği gibi okul arkadaşlarıyız. Ancak siz onu Nuri Bey olarak bilirsiniz, biz ona Langoroz Nuri deriz. Lakabı Langoroz’dur.” Müdür, bu kelimeyi ilk defa du­yuyordu ve anlamamıştı. Hafifçe gülümsedi. Langoroz Nuri ise pişkin pişkin her zamanki kahkahasını patlattı. Müdüre dönüp “Müdür Bey, tekrar hayırlı olsun. Çarşıda ufak bir işim vardı, gelmişken uğrayayım demiştim.” de­dim. Langoroz Nuri’nin karşısındaki koltuğa oturdum. Söze girişip yine bir şeyler söyleyecekti ancak müdür odasına sekiz-on yaşlarında bir erkek çocuğu paldır kül­dür girdi. Nuri’ye dönerek “Baba, baba! Annem kapıda bekliyor. Anneannemlere gidecektik ya!” dedi. İçimden “Ulan.” dedim, “Hık demiş burnundan düşmüş.” İsteme­ye istemeye olsa da yerinden kalktı. Bize dönerek, “Emir demiri keser. Emir büyük yerden.” Müdüre “Eyvallah yarın görüşürüz.” “Bana da” Sadıç dükkâna bekliyorum “Ben de” yarım ağızla “Tamam görüşürüz” dedim. Ço­cuk önde, Nuri arkada müdür odasından çıktılar.

Müdür kapıyı kapattı ve kahveleri söyledi. Ora­dan buradan, işten güçten konuştuk. Ben çeki çıkardım ve “Bu çekin istihbaratını yapabilir miyiz?” dedim. Çeki aldı ve karşı şubeyi aradı. Çekle ilgili müşteri hakkın­da her şeyi sordu. Önündeki ekrandan hesaplarına bak­tı ve bana, “Sorun yok gibi, iyi bir müşterimizmiş bana sorarsan alınabilir.” dedi. Müdür, yutkunarak “Yanlış anlamazsan…” Sustu. Belli yanlış bir şey söylemekten çekiniyordu. “Buyurun.” dedim. “Nuri Bey için lakabı Langoroz demiştiniz ben tam olarak anlayamadım. Ne demek Langoroz. Bastım kahkahayı müdüre döndüm.” Langoroz; patavatsız, boş konuşan konuştuğu sözlerin nereye gittiğini bilmeyen, densiz.” dedim. Nasıl aranız, Nuri Bey’le anlaşabiliyor musunuz?” “Sanki alda at diye gollük pas vermiştim.” Ya yanlış anlamayın arkadaşınız ama??” Ben lafını böldüm. “Yok canım yıllar önce okul arkadaşımdı. Şimdi öyle çok samimiyetimiz yok. Merha­ba, merhaba! Arada sırada uğrar. Ufak tefek ticaret yapa­rız.” Müdür rahatlamıştı, meğerse çok dertliymiş. “Abi ne yapacağım bana bir akıl ver. Yerini kiraya tuttuk, san­ki banka kiracısı değil, bankanın sahibi. Her sabah olma­sa da haftada en az iki-üç sabah uğruyor. Öğlene kadar nah şu karşımdaki koltukta oturuyor. Hoş gelsin otursun ama sana yaptığı gibi ne konuştuğunu bilmiyor. Konuş­ma özel mi? Önemli mi? Hiç umurunda değil. Ben sakin, sabırlı insanım. Yapım böyle, bir şey de diyemiyorum.”

“Gelen müşterilere abuk sabuk konuşuyor. Ge­çen sanayiden genç bir mobilyacı müşterim geldi, kredi işi var.” Çocuk Nuri Bey’i de tanıyor, bir türlü konuya giremiyor. Nuri Bey de müşterimi soru yağmuruna tuttu. “Kimsin? Kimlerdensin? Ne iş yapıyorsun? Ayda kaç ta­kım çıkarıyorsun? Kaça, nereye satıyorsun?” Müşterim bunaldı, neredeyse Nuri Bey’in oğlu yaşında, nezaketini bozmuyor, sorularına cevap veriyor. Sonunda Nuri Bey, “Ben senin babanı, amcanı tanırım. Kredi mi alacaksın, babanın haberi var mı? Baban, amcan banka, çanka iş­lerine girmezlerdi. Bu faizlerle borç ödenmez. Bence bu devirde bu faizlerle kredi de alınmaz.” O sakin nezaketi­ni bozmayan müşterim sonunda patladı, araya girmesem kavga çıkacaktı. Müşterim bana döndü. “Bak müdürüm, bu adamı bir daha burada görürsem bankana adımımı atmam. Eyvallah.” dedi, çıktı gitti. Ben de müdüre dön­düm, şaka yollu “Kolay müdürüm, zaten her gün Bur­sa’dan gelip gidiyorsun. Langoroz Nuri’den kurtulmak istiyorsan, tez zamanda Bursa’ya tayinini iste.” İşte böy­le, Langoroz Nuri günlerini istemeden de olsa birilerinin tepkisini çekmeye, üzülmelerine, velhasıl kelam çam devirmeye devam etmektedir. Bakarsın bir gün, hasta zi­yaretinde hastaya moral yerine “Canım helva çekti, biri ölse de yesek” der. Bakarsın bir akşam, kardeşine kız istemeye giderler. Ailenin büyüğü “Allah’ın emri pey­gamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istemeye geldik” der, kız tarafının aile büyüğü de usulen “Nasipse olur.” der demez Langoroz Nuri, bundan ne anladıysa “Ooo beybaba, kızınız oğlumuzla zaten bir senedir konuşuyorlar, vermeyeceksiniz de turşusunu mu kuracaksınız?” der.

İlçemizde yıllardan beri faaliyet gösteren folklor derneğimiz var. Sağ olsunlar, kongrelerinde bizi de yö­netime yazıyorlar. Elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyoruz. Son kongrede yıllardır bu yükü çeken birkaç arkadaş “Yorulduk, yeni arkadaşları yönetime alın, biz dışarıdan yine destekleriz” dediler. Başkan da yöneti­me yeni arkadaşlar bulmuş. Bunlardan biri de Langoroz Nuri. Yönetimdeki arkadaşlar itiraz ettik. Başkan, “Bi­liyorsunuz bu sene tesisi yenileyeceğiz, çok para lazım. Nuri de böyle yerlere idareci olmaya pek hevesli. Hepi­nizin verdiğinizden çok para aldım. Hassasiyetinizi an­lıyorum. Bana söz verdi. Ben konuşmadan ağzını açma­yacak. Bu senelik idare edin be oğlum” dedi. Arkadaşlar, Nuri’nin başkana verdiği söze pek inanmadık ama ger­çekten o sene paraya çok ihtiyacımız vardı. Başkanı da kıramazdık. Başkan, yeni yönetime tanışma yemeği or­ganizasyonu düzenlemiş. “Kışın gidemiyoruz, bari ya­zın gidelim” diye organizasyonu Uludağ’da ayarlamış. Kervansaray Oteli’nin müdürü İnegöl’den evli. Başkan, kayınpederi ile samimi. Hafta sonu cumartesi, pazar bize uygun fiyattan rezervasyon yaptırır. Hafta sonu yöneti­ciler eşleriyle, folklor ekibimiz, bir de camiamıza yakın ulusal basın ve televizyon temsilcisi. İlçemizdeki ga­zetelerde radyolarda haber yapan gazeteci arkadaşımız Sebo ve eşi, Hacı İbrahim’in otobüsüyle cumartesi öğle­den sonra yola çıktık. Gazeteci arkadaşımız Sebo bizle beraber olacak. Hem de bu etkinliğimizi haber yapacak.

Hacı İbrahim, folklor ekibimizi festivallere, gösterilere götüren ilçemizin duayen otobüsçülerinden. Akşam ye­meğinden sonra toplantı salonuna geçtik. Konuşmalar, istişareler sonrasında folklor ekibimiz gösteri yapacak. Pazar günü de piknik yapacağız. Başkan toplantıyı açtı. V şeklinde düzenlenmiş masada eşlerimizle oturuyoruz. Başkan tek tek yönetici arkadaşları eşleri ile tanıtıyor. Langoroz Nuri’nin eşi, yanında gazeteci arkadaşımız Sebo ve eşi. Başkan Nuri’yi ve eşini tanıttı. Nuri, ayağa kalktı, sanki belediye başkanı ya da vekil gibi sağ elini sol göğsüne koyup salonu selamladı. Başkan gazeteci arkadaşımız Sebo’yu tanıttı. Arkasından da eşini. Ooo! O da ne, Langoroz Nuri ayağa kalktı. Sebo’ya döndü ve herkesin duyabileceği yüksek bir ses tonuyla “Adaş bu eşim diyorsun. Geçen hafta Mudanya’da karşılaştığımız sarışın kim o zaman?” dedi ve meşhur kahkahasını pat­lattı. Aklı sıra espri yapmıştı ama kimse gülmedi.

Başkan, sağ elindeki mikrofonu sol eliyle ka­patmaya çalışarak ekşimiş bir suratla Nuri’ye döndü. “Manyak mısın oğlum, ne yapıyorsun?” dedi. Bilmiyor­du ki az sonra kıyamet kopacak. Sebo’nun eşi, masada­ki çantasını hırsla eline alıp deli gibi Sebo’ya vurmaya başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu “Şerefsiz, adi herif, ırz düşmanı! Hani tövbe etmiştin? Sana inananın da senin de...” O zamana kadar mütedey­yin giyimli sessiz sakin oturan kadının içinden sanki bir canavar çıkmıştı. Sebo, bir taraftan elleriyle karısından korunmaya çalışıyor, bir taraftan da Nuri’ye sövmeye devam ediyordu. Salon buz kesmiş, şaşkın bir vaziyette seyrediyorduk. Nuri el bombasının pimini çekmiş, or­taya atmıştı. Millete şirin gözükmek istiyordu, aklınca şaka yapmıştı. Salonda Sebo’nun eşini zapt etmek müm­kün değildi. Kadın üstünü başını yırtıyor, adeta ağzından köpükler saçıyordu. Tutmaya çalışanlara da saldırıyor­du. Sebo bir kenarda süt dökmüş kedi gibi sinmiş şe­kilde duruyor. “Yok öyle bir şey, Allah çarpsın, vallahi billahi tövbe ettim.” diyerek yalan söylüyor fakat kimse onu dinlemiyordu. Sebo’nun eşi, bir ara sakinleştirmeye çalışan eşlerimizin elinden kurtuldu. Eşarbı açılmış, üstü başı perişan hâlde kapıya yöneldi ve yola çıktı. Tutturdu “Ben ilçeye dönüyorum,” otobüsle gelmiştik, nasıl gide­cek. Mevsim itibarıyla Uludağ ıssız, sokaklarda kimse yok. “Gidecem de gidecem!” diye feryat ediyor. Eşleri­mizle birlikte kadını sakinleştirmeye çalışıyorduk ancak dinlemiyordu. Toplantı, gösteri iptal oldu.

Başkan Lustral kullanıyormuş, kadına ondan verdiler. Bir müddet sonra sakinleştiğini fark ettik. Me­ğer Sebo’nun da az değilmiş çapkınlık sorunu. Karı-kız işlerine yatkınlığını biliyorduk ama son zamanlarda iyice abartmış. Birkaç kez yakalanmış, yalan söylemiş, suçlamayı kabul etmemiş. En sonunda bundan iki hafta önce Mudanya’da, Deniz Atı Restoran’da, kayınçosuna yakalanmış. Araya aile büyükleri girmiş. Sebo bakmış pabuç pahalı, tövbe etmiş. Aile büyükleri devreye girip söz verince eşi de affetmiş. “Ama bu son şansın, bir daha olursa affetmem, boşarım seni.” demiş. Sebo da gerçek­ten bu işleri bırakmış ve tövbesine sadık kalmış. Yeni yeni de eşiyle aralarında buzlar erimeye başlamış. Bu organizasyon da vesile olmuş. Uzun zamandır beraber bir yere gitmemişler. Sözde ikinci balayını yaşayacak­lardı. Bizim Langoroz Nuri ise ne yapıp edip sonunda bir çuval inciri berbat etmişti. Eee sonunda ne mi oldu.? Tabii ki, her zaman olduğu gibi Langoroz Nuri yaptığına pişman oldu. Binlerce kez özür diledi. Araya Yine hatırı sayılı kişiler girdi ve Sebo ile eşini barıştırdı. Duyduk ki uzun süre eşinin kafası, bu patavatsızlığa pek yatma­mış. Langoroz Nuri’nin sözlerini zaman zaman ısıtıp Sebo’nun önüne koymuş. Başkan da ilk toplantıda, biz eski yöneticilere dönerek “Bir küçük çocuğun götüne, bir de Langoroz Nuri’nin sözüne güvenilmezmiş.” diye­rek bizden özür diledi.