Doğu Anadolu halk dilinde güçük ayı, yani şubat ayı sonu. Zemheri bitmiş, halk takvimine göre hamsin başlamış. Yörenin doğası beyaza bürünmüş, bu beyazlık sonsuz bir sessizliği de beraberinde getirmiş.

Dağlar, ovalar, vadilerin içindeki köyler beyaza gizlenmiş. Doğu Anadolu’nun büyülü coğrafyası sabırla baharı bekliyor. Uzun zamandır planladığımız Erzurum-Kars gezimizi tamamlamıştık. Kars’tan Doğu Ekspresi ile döneceğiz. Ekspres kısmının sadece pres kısmıyla muhatap olunan, aslında Kars-Ankara arası zaman zaman otuz saati bulan bir yolculuk. Malum, ekspresin kelime anlamı çok hızlı giden vasıta. İlk açıldığı 1960’lı yıllar için bu doğru olabilir. Şimdiki teknolojiler ile yüksek hızlı trenler artık saatte beş yüz kilometre hız yapabiliyorlar, neredeyse uçaklarla yarışacaklar. Sabahın erken saatinde garın yolunu tuttuk, dışarıda dondurucu bir soğuk. Doğu Ekspresi’nde örtülü kuşetli vagondan yer ayarlamıştık. Peronda bekleyen trenin vagonuna girince sıcak bir ortamla karşılaştık. Dört kişilik bu vagonlar pulman koltuklara göre daha rahat ve kullanışlı iken, yataklı vagonlara göre de biraz daha az konforluydu. Yataklı vagonlar iki kişilik, üstelikte buzdolapları var. Bizde dört kişilik örtülü kuşetli vagonumuza yol arkadaşımla beraber dört kişilik bilet alıp yataklı vagon konforu yaratmıştık. Bu sayede rahat rahat yolculuk yapacaktık. Bu özel vagonlarda yolculuk yapanlar diledikleri zaman yemekli vagona, pulman koltuklu salona geçebilirler. Yemekli vagonda yemek yer, çay, kahve içebilir, diğer yolcularla sohbet edebilirler. Eğer konuşmayı, tanışmayı, farklı kültürlerden insanlar tanımayı seviyorsanız; eğer Anadolu’yu merak ediyorsanız, Türkiye’yi sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’dan ibaret sayıyorsanız ya da öyle zannediyorsanız ya da kafanızı kuma gömüp sadece şehirde konuşulan TV karşısında açık oturumlardan, pembe dizilerden bıktıysanız ve yönünüzü doğuya dönmüşseniz, Doğu Ekspresi’ni ve Doğu Ekspresi’nde yolcularla tanışmayı, sohbet etmeyi mutlaka tavsiye ederim. Yolculuğumuzun ilk yarım saatinde Erzurum’un tarihi yerleri, doyumsuz cağ kebabı, tespihleri, Sarıkamış’ta dünyanın en kaliteli karlarının üzerinde kaymayı, sonrasında Kars’ın on yedinci, on sekizinci yüzyılın Rus-Baltık mimarisi eski şehri... Bu tarzda yapılan kesme bazalt taşından oluşan tek katlı, iki katlı, nadiren de üç katlı binaları, geniş caddeleri, Kazı, Balı, Kalesi, Ani Harabeleri, donmuş Çıldır Gölü tekrar gözümde canlandı. Kuşetli kompartımanımız bir anda yuvamız olmuştu; tertemiz ve bir o kadar da sıcaktı. Uçsuz bucaksız beyazlık... Bu manzara insanda muhteşem bir duygu yaratıyor.

Öğlene doğru acıkmıştık. Yanımıza aldığımız küflü peynir, kaşar peyniri, tereyağı, bal ve ekmekle kendimize güzel bir ziyafet çektik. Trene Erzurum’dan cağ kebabı sipariş etmek moda olmuş. Kebapçıyı arayıp istasyonda siparişi teslim alıyorsunuz.biz birkaç gün önce Erzurum’da yerinde sıcak sıcak yediğimiz için tercih etmedik. Kanyonlar, dağlar, dereler, ovalar, bu manzarayı kaçırmak istemiyor bol bol resim çekiyor gözümüzü camdan ayırmıyorduk. Tabi batıya gittikçe kar manzaraları azalmış yerine kahverengi siyahımsı toprak ve taşa bırakmıştı. Birinin tren şefi, diğerinin kondüktör olduğunu öğrendiğimiz iki kişi koridor boyunca kompartımanlara uğruyor, selam verip hal hatır soruyorlar. Bu arada nazikçe bilet kontrolü de yapıyorlar. Bize de hayırlı yolculuklar dilediler. Yol arkadaşım camdan başını çevirip “Memur Bey, bir şey sormak istiyorum.” Tren şefi “Buyur” “Bir sürü tünelden geçtik. Bu derin kayalık vadide yıllar önce hangi teknolojiyle bu tren yolu yapılmış biliyor musunuz? Hangi ülke yapmış?” Şef, kondüktöre döndü. “Sen devam et ben biraz arkadaşlara misafir olacağım.” “Oturabilir miyim?” “Buyurun, buyurun” diyerek toparlandık. “Bakın arkadaşlar! Tamamen insan gücüyle ortaya konan mucizevi bir yol bu. Otuzlu yıllarda altı yılda yapılmış. Dağlar, gördüğünüz gibi karasuya dik iniyor. Bu geçtiğimiz tünel gibi yüz elliye yakın tünel var, yirmiye yakın da demir köprü. Bunları insan gücüyle yapılabileceğini düşünmek gerçekten güç. Yapımı çok zor olan bu demiryolu ihalesine bir alman şirketi önce teklif vermiş. Sonra, yapamayacaklarını düşünerek vazgeçmişler. İhaleyi Almanların neredeyse yarı fiyatına Nuri Demirağ adlı Türk müteahhit almış. Nuri Demirağ, hattı altı parçaya bölerek taşeron firmalara yaptırmış. Demiryolu inşaatında kullanılan malzemeleri nehir üzerinde “kelek” denilen sallarla taşımışlar. İnşatta kullanılan çimento, raylar, köprü demiri ve kalıpları Sovyetler Birliği’nden alınmış. Hattı yapan mühendislerden Yahya Bey, taahhüdünde olan tünelin birini söz verdiği tarihte yapamadığı için intihar etmiş. Mezarı, Yahya Bey adı verilen o tünelin önüne yapılmış.” Ben söze girdim, “Peki ya tünel?” dedim. Şef, “Anladım. Geçtik, arkada kaldı.” Vay be, birilerinin dediği gibi toplu iğnenin bile dışarıdan alındığı söylenen o yıllarda ülkemiz insanı meğer neler yapabiliyormuş. Arkadaşım, “Beş sene önce Osmangazi Köprüsü inşaatı sırasında halat kopmasının sorumluluğunu üstlenen Japon mühendis intihar etmiş. Memlekette epey gündem olmuş, hatta Yalova Belediyesi bu Japon için haysiyet anıtı yaptırmıştı. Abi, biz tarihimizi bilmiyoruz; bizde daha bilinmedik ne Japonlar var.”

Eee, vakit kış zamanıydı. Akşam erken olmuştu. Hava kararınca tren yolculuğu başka bir âleme geçti. Yemekli vagon hareketlenmiş, yemek yiyen, çay-kahve içen, sohbet edenler masaları doldurmuş. Biz de yemekli vagona geçtik, arkada boş bir masaya oturduk. Yanımızdaki masada gençler saz çalıp türkü söylüyorlar. Biz de eşlik ettik. Yemek menüsünde çorba, tavuk şiş, ızgara şişten tut her türlü tost, tatlı hatta çiğ köfte bile vardı. Biz tost, ayran arkasından da çay söyledik. Masa komşularımız eğlenceye ara vermiş, bir şeyler atıştırıyorlar. Masamıza ellili yaşlarda iyi giyimli bir beyefendiyle eşi geldi, selam verdiler. ‘Yanınız boş mu?’ buyur ettik, yanımıza oturdular. Oradan, buradan sohbet başladı. Bizim İnegöllü olduğumuzu öğrenince ‘Orman İşletmesinden emekli eski bölge şefi Rahmi Bey’i tanır mısın?’ dedi. Ben de “Evet, Erzurumlu Rahmi Abi mi?” dedim. Başını salladı. “Hem de iyi tanırım. Biz eski keresteciyiz, ayrıca baldızım orman işletmesinde muhasebeciydi. Rahmi Abi iyi dostum, abim, hem de ailece görüşürüz.” Birbirimize isimlerimizi söyledik. Abinin adı İrfan’mış. İrfan Abi’nin eşi emekli öğretmen, Ankara’da yaşıyorlar. Kars’a akrabalarına taziye için gelmişler. Yıllar önce seyahatlerinde bu treni çok kullanmışlar, zaman mefhumları olmadığı için eski günleri yâd etmek adına Doğu Ekspresi’ni tercih etmişler. “Rahmi benim halamın çocuğu, yani yeğen oluruz.” Ortak dostumuz olunca muhabbet Rahmi Abi’den başladı, sonra Doğu Ekspresi’nin yavaş ilerlemesi zamanı da yavaşlatmıştı. Sohbet koyulaştı, ülke sorunları, doğunun zor koşulları, genelde yaşlıların “bizim zamanımızda” diye başlayan geçmiş zamanla, şimdinin kıyaslaması. İrfan Abi edebiyat öğretmeniymiş. Bir ara “Bilir misin, ünlü şair Turgut Uyar çok bilinen Tomris şiirini Doğu Ekspresi’nde yazmıştır.” Kısık kısık öksürerek genzini temizledi ve şu dizeler döküldü ağzından…

Senin için alışılmış şeyler söyleyemem, sana yaraşmaz.

Kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz.

Alır başımı Erzincan’a giderim, seni düşünmek için.

Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar, ne güne duruyor.

Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için.

Bir bozuk saattir yüreğim hep, sende durur.

Ne var ki ıslanır gider, coşkunluğum durmadan.

Dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden.

Hiçbir dileğim yok şimdilik, tarihten coğrafyadan.

Kimselere benzemesin isterim, seni övdüğüm zaman.

Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda, seni övdüğüm zaman...

Öyle güzel okumuştu ki şiiri, şiir bitince derin bir sessizlik oldu. “Üstat” dedim. “Biz de âcizane bir şeyler karalıyoruz karınca kararınca. Sizde malzeme çok. Şöyle Rahmi Abi’nin de hatırlayacağı eskilerden gerçek yaşanmış bir hikâyeniz var mı?” Elini çenesine götürdü, bir müddet çenesini kaşıdı. Ben ısrar ettim. “Vardır, vardır. Bize de bir ışık tutmuş olursunuz.” Gülümsedi, eşine baktı. Sanki anlatacağı hikâyeyi eşi biliyor, hikâye için ondan izin istiyordu. Hanımı sessizce ağır bir şekilde başını salladı. Tren bir rampayı çıkıyordu, alışmıştık. Tren rampa çıkmaya başlayınca pof pof sesleri daha güçlü çıkıyordu. Bu gürültüye makinistin bir bestekar edasıyla çaldığı düdük sesi de karışınca İrfan Abi hikâyeye başlayamadı. Zaten pof poflarla birlikte bu düdük sesi insanı başka bir âleme götürüyordu. Tren tekrar düze çıkınca pof pof sesleri normale döndü. Bu sefer masamıza gelen çaylar hikâyeyi başlatmadı. Çayından bir yudum, arkasından masada duran kıtlama şekerden bir parça aldı. Garson isteğe bağlı kıtlama şeker de getiriyor. Şeker dişlerinin arasında ezilince “kıt” diye bir ses çıkardı. İrfan Abi gülerek, “Bu sesi iyi dinle, bu sesten dolayı bu yörede buna kıtlama denir. Esas bilinen diğer adı Erzurum şekeri.”

“Bak şimdi! Hikâyeye geçmeden önce kıtlamanın ilginç hikâyesini anlatayım, nasıl olsa yolumuz uzun. On sekizinci yüzyılda İran ve Irak gibi ülkelerde çayı tatlandırmak amacıyla hurma, üzüm gibi meyveler kullanılırmış. İngilizler ithal ettikleri şekeri İran’a satmaya kalkmışlar ancak başarılı olamamışlar. Bunun üzerine İngilizler, İran’da bulunan mollalara satılan şekerden elde edilen ücretin bir kısmını verme konusunda anlaşma yapmışlar. Ardından okuma yazma bilmeyen İran halkına cuma hutbesinde Mollalar, ‘Siz Allah’ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız.’ vaazı vermişler.”

“Verilen vaaz üzerine İngilizlerden alınan şekeri tüketmeye başlamışlar. Bir süre sonra İngilizler ile mollalar, para konusunda anlaşamayarak birbirleri ile ters düşmüşler. Bunun üzerine mollalar, ikinci bir fetva vererek yine cuma hutbesinde ‘Gâvur icadı şekeri çaya katmak caiz değildir! Hurma, üzüm tüketmeye devam edin.’ Mollaların bu fetvası üzerine İran halkı evlerinde ne kadar şeker varsa sokağa dökmüşler. Bunun üzerine elinde şeker kalan İngiliz üreticiler mollalarla tekrar görüşürler ve ‘Halka tekrar şeker kullanılması için fetva verin, kazancımızın yüzde yirmisini verelim.’ derler. Mollalar kabul ederler. Yine bir cuma namazı hutbesinde cemaate ‘Biz size çaya şeker katmayın dedik ama sokaklara dökün de demedik. Şekeri sokağa dökmeyeceksiniz. Şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldıracak öyle içeceksiniz.’ verilen bu fetva üzerine kıtlama şeker, Müslüman halk tarafından tekrar tüketilmeye başlamıştır.”

İran ve Irak üzerinden gelen kervanların Anadolu’da ulaştığı ilk büyük şehir Erzurum olduğu için kıtlama şeker kültürü de Erzurum’a yerleşmiş ve Erzurum’da yaşayan halk tarafından benimsenerek kültür haline gelmiştir. Arkadaşım camdan dışarı bakıyordu. Işıklardan bir şehre yaklaştığımızı anladık, ‘Kayseri’ye geldik’ dedi İrfan Abi, “Yarım saat mola verir. İstasyondaki dükkânlarda pastırma, sucuk, mantı satılır, biz biraz alacağız. Daha sonra görüşürüz. Ha unuttum sanma! Dönüşte hikâyeyi anlatacağım.” Biz de yol arkadaşımla bir şeyler almak için indik. Moladan sonra İrfan Abi eşini yataklı kompartımanına bırakmış. Yemekli vagonda tekrar buluştuk. Çayları söyledik. Çaylar gelince kıtlama şekerden biz de alıp İrfan Abi gibi kıtlattık.

İrfan Abi başladı anlatmaya. Kış aylarında Doğu’da hayat zor geçer, özellikle hayvancılık. Zaman zaman kasımdan mayısa kadar süren çetin kış şartlarında yağan kar uzun süre yerde kalır. Hayvanları aylarca ahırda beslemek elbette kolay bir iş değil. Köyümüz Yoncalı, yama bir bölgeye kurulmuştur. Köyün ismi esasen eskilerde köyde yaban yonca çok yetiştiğinden bu ismi almıştır. Köyün geçimi az buçuk tarım ve hayvancılık. Tipik Doğu Anadolu köyü. Birçok köyden farkımız küçük bir ilkokulumuzun olması. Bütün sınıfların bir arada okuduğu tek gözlü odası ve tek öğretmenimiz. Okulun yanında bir de küçük öğretmen evi. Kışı köyün çocuklarıyla bu tek gözlü sınıfta geçirirdik. Köylüler bu uzun kış günlerinde, yazın tarlalarından biçerek istif ettikleri otları kışın kar üstüne serperek hayvanları beslemeye çalışırlar. Meralar karla kaplı olduğu için yapacak başka bir şey yok. Sabah akşam olmak üzere günde iki kez hayvanları dışarı çıkarırız. Sabah erkenden ahırdan çıkarttığımız hayvanları bir süre yürüttükten sonra köyün bitişiğindeki boş alana götürürüz. Önceden hazırladığımız ot ve samanları veririz. Hayvanlar yeterince doyunca sürüyü köyün deresine götürüp hayvanlara su içirilir. Akşamüstü yine aynısı. Bütün kış boyunca hayvanlarla çocuk gibi ilgilenilir. Biliriz ki bu ağır şartlarda hayvanlara ne kadar iyi bakarsak, bahar ayında o kadar verim alınır.

Köyde hemen hemen herkes bir şekilde hısım akraba sayılırlar. Rahmi, Hasan, Ahmet, ben akrandık. Ben ve Ahmet beşe, Rahmi ve Hasan da dörde gidiyorlardı.

Öğretmenimiz Allah rahmet etsin, Muhlis Bey, o zamanlar köy enstitüleri meşhurdu. Köy enstitüsünden mezun olmuş idealist bir öğretmen. Bizi öyle iyi yetiştirdi ki o dönem köy ilkokuluna giden öğrencilerin neredeyse tamamı daha sonra Türkiye’nin belli başlı şehirlerinde öğretmen, polis, asker, akademisyen, mühendis olmuşlardı. Biri hariç, Hasan! Hasan, Mahmut Amca’nın ve Yaşar Teyze’nin biricik oğlu. Bir de dört-beş yaşlarında kızları var. Mahmut Amca köyün fakir sayılabilecek, kendi yağıyla kavrulan ailelerinden biraz ekilecek arazisi, biraz da hayvanları var. Tek ümitleri Hasan, Hasan da... Akranlarına göre bir başkaydı, çalışkan, gürbüz, topaç. Üstelik de yakışıklı bir oğlandı. Okulun dışında babasına, annesine yardım eder. Vakit bulursa, komşuların, akrabaların işine de severek koşardı. Akşamları gece yarılarına kadar gaz lambası ışığında ders çalışır. Öğretmeninin verdiği kitapları tekrar tekrar, bıkmadan, usanmadan okurdu. O sene kış çok sert geçiyordu. Nisan ortasına gelmiştik, ama kar kalkmamıştı. Hayvanlara verecek ne ot ne de saman kalmıştı. Mahmut Amca da bu durumdan en çok etkilenenlerdendi. Hasan babasının bu endişeli haline üzülür. Babasıyla çalıştıkları zaman, bu üzüntü yorgunluklarına bir kat daha eklenirdi. Dinlenme aralarında, Mahmut Amca Hasan’ı yanına oturtur, başını okşar. “Benim yakışıklı, çalışkan oğlum, biz çektik. Sen çekmeyeceksin. Okuyup büyük adam olacaksın.” “Hasan da söz veriyorum babam, sen endişelenme. Öyle çalışacağım ki senin de anamın da elini sıcak sudan soğuk suya sokturmayacağım” Böyle zamanlarda köylüler çaresizdi. Hayvanları aç bırakmamak için her çareye başvurulurdu. Yeterince otu samanı olanlar dışında, çok fazla seçenekleri de yoktu. Köyün yanındaki Koç Dağı’na gevene çıkarlardı. Dağın karlarının eridiği yerlerde çıkan gevenleri toplarlar. Topladıkları gevenlerin dikenlerini hafifçe ateşte ütüleyerek kökü kalın dalları bırakıp geriye kalan kısımları on beş-yirmi kiloluk denkler haline getirip köye hayvanlara vermek için getirirler. Bunları bir güzel ezerek küspe halinde hayvanlara yedirirlerdi. Geven Anadolu’nun bozkır dağlarında sıklıkla bulunan müthiş dikenli bir bitkidir. Dikenleri o kadar meşhurdur ki tilki, gevene bir kez düzülür. Atasözüne konu olmuştur. Çiçeklerinden arılar bal yapar. Bir sürü hastalığa iyi gelir. Bu dikenli bitki yamaçlara bir rozet gibi tutunur.

Dairevi bir şekilde yere yapışıp bahar aylarında lila veya beyaz renkli çiçeklere bürünür. Bulunduğu yerde kekikle beraber birlik oluşturur. Kekiğe yaşam alanı tanıyarak kekiğe abilik yapar. Onu hayvanların otlamasından korur.

Mahmut amca ve Hasan bir sabah erkenden hazırlanıp Koç Dağı’na gevene giderler. Akşamın alaca-ğa kadar geven çıkarıp denk haline getirirler gevenleri sırtlarlar. Hava birden bozmuş, dondurucu soğukla birlikte tipi bastırmıştı. Hasan önde, Mahmut amca arkada yola çıkarlar. Dağlık ve eğimli arazide zorlukla düşe kalka ilerlerler. Bir saate yakın yürürler, fakat hala köyün ışıkları gözükmüyordur. Derin bir vadiye girmişler, tipi iyice bastırmış ve göz gözü görmüyordur. Mahmut amca Hasan’a seslenir: “Hasan, Hasan oğlum, iyi misin? Az kaldı, şu yamacı dönelim, köyü göreceğiz. Dayan oğlum.” Hasan “İyiyim babam, iyiyim.” der ve bu onun son sözleri olur. Vadinin yamaçlarında kalın bir kar yığınını oluşturan kar katmanları, büyük bir gürültüyle yamaçtan aşağıya doğru hızla kaymaktadır. Çığın yukarılardan taşıdığı ağaç parçaları, kaya bloklarının da eklenmesiyle Hasan’ı da içine almıştır. Bu olay köyü yasa boğar. Hasan’ın annesi günlerce düşen çığın başından ayrılmamış. Hasanım diye feryatları dağı taşı delmiş, bu feryatlardan gökyüzü sarsılıp yarılmadıysa insan şaşar. Bazı geceler, çığın başında yanına kadar gelen kurtların tacizine uğramış, soğuktan donma tehlikesi geçirmiş, nerdeyse kafayı oynatmak üzereymiş. Mahmut amca da kimseyle konuşmuyor, söylenenlere tepkisiz bir şekilde boş gözlerle bakar olmuştu. Hasan’ın naaşı haziran başına kadar çığda kaldı, karlar eriğince hasanın naaşı hiç bozulmamış, sanki derin bir uykuda gibi çığdan çıkarılıp defnedildi. Yıllar sonra, aynı dönemde aynı sıraları paylaştığımız arkadaşlarımızla birlikte Hasan’ı unutmadık. Hepimiz iş güç sahibi olmuştuk, köyümüze hasanın adına güzel bir ilkokul yaptırdık. Yazları gelip yakınlarımızla Hasan’ı ziyaret ediyor, eski günleri yâd ediyoruz. İrfan abi belki daha da anlatacaktı, fakat gözünden iki damla yaş geldi. Susmuştu, bir sessizlikten sonra “Haydi gençler, vakit geç oldu, yatalım.” dedi. Ertesi gün öğlene doğru tren Ankara’ya vardı ve İrfan abi ve eşiyle vedalaştık, “Rahmi’ye selam söyle.” Dedi. “Baş üstüne…” Garın karşı tarafına geçtik ve yüksek hızlı trenden Eskişehir’e bilet aldık. Oradan da otobüsle İnegöl… Aradan birkaç gün geçmişti. Rahmi Abi Bursa’da oturuyordu. Telefonla aradım,

“Sana selam getirdim.”

“Hayrola, kimden?”

“Ben de İrfan Abi’yle olan yolculuğumuzdan ve anlattığı hikâyeden bahsettim. Çok hoşuna gitti ama “Eksik anlatmış, yolun Bursa’ya düşerse anlatırım.” dedi. Rahmi abi kitap okumayı çok sever. İnegöl’deyken defalarca kütüphaneden en çok kitap okuyan kitapsever ödülü almıştı. Bursa’da da emeklilik günlerini kütüphanede geçiriyordu. Randevulaştık, şehir kütüphanesinde işini bitirip kütüphanenin karşısındaki Mahfel’de buluştuk. Mahfel Bursa’nın tarihi efsane çay bahçesi. Çaylarımızı söyledik. Rahmi abi de çayın yanındaki şekerin birini aldı. Kıtlama yaptı. Ben de aynısını yaptım.

“Ne o? İyi ki bir Doğu’ya gittin kıtlamayı öğrenmişsin.” Gülüştük. Söz dolaştı geldi İrfan abinin anlattığı hikâyeye,

“Ee, anlat bakalım Rahmi abi.” dedim. Rahmi abi,

“Mahmut amca kimdir bilir misin? İrfanın kayınbabasıdır. Hasan kayınçosu, eşi de Hasan’ın kız kardeşidir. Şimdi anlamıştım. Neden İrfan abi hikâyeye başlamadan önce eşine bakıp ondan icazet almıştı:

“Geven,

Doğmasaydı tabiatla beraber,

Göğsündeki kıllar,

Çıplak gezecektin.

Bitmeseydi yabanın gevenleri,

Açlıktan ölecektin...”

Hasan izzettin dinamo.