Fatma Hanım o gün bir eliyle torununun elinden tutmuş, diğer koluna da sepetini takmış, tam da evinin kapısından çıkı yordu. Birden, yengesi Adviye Hanım’ın kızı karşısında beliriverdi. Kız, bir yandan elinde tuttuğu kabı gösterirken diğer yandan da “Hala, annem gönderdi, un lazım olmuş, sizden almamı söyledi.” dedi.

Gideceği yere geç kalmış biri telaşıyla huzursuz bir şekilde başını iki yana sallarken evin kapısını araladı, ardından bir adım geri çekilerek yeğeninin geçmesi için yol açtı:

 Geç kızım, Asiye ablana söyle de versin sana, dedi. Ardından evden içeriye, kızına seslendi:

 Asiye… Necibe un istemeye gelmiş, veriver kızım.

Artık ilkbaharın son demleri. Neredeyse mayıs ortasına gelinmiş. Havalar iyice ısınmış, mevsim, sıcakların bastıracağı yaz aylarına döndü dönecek. Oysa İnegöl’ün havasına pek güven olmazdı. Bazı günler bulutlar bir anda gökyüzünü kaplar, ardından ya ahmakıslatan misali hafiften bir çisentiyle gelirdi yağmur, ya da basbayağı, sicim gibi yağar dururdu. Gençler, zamansız yağan bu yağmurlarla bahar keyifleri sekteye uğradığından şikâyetçi olurlardı. Yaşlılar ise "Nerede o eski yağmurlar” deyip boş yere şikâyet etmemelerini, yağmurun bereket olduğunu hatırlatırlardı onlara. Yaz aylarına yaklaşsalar bile hava durumunda zaman zaman böyle durumlarla karşılaşmak fazla da anormal bir durum sayılmazdı bu şehirde.

Fatma Hanım Bülbüller Sokağı’ndaki evinden çıkmak üzereyken, işte, daha kısa bir süre öncesine kadar yağan yağmur da kesilmiş, havanın sıcaklığı ile buharlaşarak izlerini kaybettirmeye başlamıştı. Vakit ikindi vaktiydi. Evin önünden ayrılıp yürümeye başladılar. Bitişikteki evin yanı Emine yengesinin eviydi. Kapısının önünde yengesinin oğlu İdris, yaşça kendisin den biraz daha küçük olan pıt pıt Fahrettin, Çilingirlerin Orhan ve Kepçe Recep’in telden yapılmış arabalarına bakıp onlara çocuk elleriyle yaptıkları bu arabalarla ilgili akıl vermekle meşguldü. Kız kardeşi Sıdıka ise daha okuldan yeni gelmiş, henüz üzerindeki önlüğü çıkartmaya bile fırsat bulamadan annesi eline bir poşet tutuşturuvermiş, ara sokaktaki ablasına gönderiyordu.

Emine Hanım, başını kaldırıp da az ötesinden geçip gitmekte olan kadını fark ettiğinde meraklı bir ses tonuyla seslendi:

 Hayrola Fatma, torununun elinden tutmuş nereye böyle?

 Hoylat’a gidiyoruz. Halide orada. Daha yeni gittiydiler. Torun bizdeydi de hem onu götürür hem de birkaç gün ben de kalırım dediydim. Fatma Hanım fazla eğlenmek istemiyordu.

 İyi günler yenge, deyip bu kısa süreli duraklamanın ardından tekrar yola devam etti.

İyi günler, dedi arkasından yengesi.

Çilingirlerin evini henüz yeni geçmişlerdi. Evlerinin ara sokağına bakan kısmında at arabasıyla getirdiği samanları indirmekle meşgul olan Fevzi’yi gördüler. Dar aralığa ancak sığan arabanın yanından ok gibi fırlayıp çıkan on on iki yaşlarında üç çocuk arkalarına bile bakmadan caddeye doğru koşup ittiler. Bu telaşlı koşuya bir anlam vermeye çalışan Fatma Hanım dudak bükerken bu defa elinde taşlarla dar sokaktan hızla fırlayıp çıkan Baybidi’yi gördüğünde başını kızgın kızgın sallayarak: “Yine kızdırmış çocuklar bu deli kızı” diye mırıldandı.

Çocukların kaçtığı yönden gelmekte olan iki kadın, Baybidi’nin, çocukların arkasından fırlattığı taşlardan sakınmak için iki yana kaçışırken Fatma Hanım’ı gören Baybidi bir an duraksadı. Dilsiz kız garip garip sesler çıkartırken elinde tuttuğu son taşı utanarak bıraktı yere. Çocukların kendisiyle alay etmelerinden, kızdırmalarından bunalan kız, bir bakıma çaresizliğini dile getirircesine, bir bakıma da çocukları Fatma Hanım’a şikâyet eder gibi ellerini iki yana açıp baktı durdu.

Baybidi hem özürlü hem de dilsizdi. Kendi kendine bir şeyler söyler gibi mırıldanır durur; mahallede, evine yakın sokaklarda gezinir, bazen de kendisini kızdıran mahallenin çocuklarının ardından işte şimdiki gibi öfkeyle bağırıp çağırarak taş atar, kovalardı onları.

Kızdırılmadığı sürece kızcağızın kimseye zararı dokunmazdı ya, “Ah şu çocuklar!” ille kendilerine eğlenecek bir şeyler arar bulurlar, bu bazen de işte bu dilsiz, deli kız olurdu. Hele bir Baybidi’ye denk gelmesinler, oyunlarını yarıda bırakır, onu kızdırmak için uğraşır dururlardı.

Üzerinde her zaman siyah bir etek, siyah bir başörtüsü, ayaklarında da siyah lastik ayakkabılar olurdu Baybidi’nin. Çorapsız, çıplak ayaklarının başparmakları lastik ayakkabıların uçlarından bir yırtık bulup dışarı fırlar, kirli tırnakları ta uzaktan bile fark edilirdi. Mahalle sakinleri, onun cinlere perilere karıştığını, uğrak olduğunu söylerlerdi. Fatma Hanım, Baybidi’ye gönül alıcı sözler söyleyip onu sakinleştirmeye çalışırken bakışları halâ çocukların kaybolup gittiği tarafa doğru çevriliydi. Oysa çocuklar çoktan Kaşıkçı Okulunun bahçesine varmışlardı bile. Torunu ise sıkı sıkıya ninesinin beline sarılmış, Baybidi’den korkusuna nerdeyse ninesinin eteğinin altına girecekti.

Fatma Hanım, cüzdanından çıkarttığı parayı Baybidi’ye uzatırken:

 Hadi, Bakkal Adil amcana git, bir şeyler al kendine, dedi.

Baybidi, kısa bir süre avucunun içindeki paraya sevinç dolu gözlerle bakıp ardından sanki onu düşürüp kaybedecekmiş gibi avucunu sıkı sıkıya kapadı ve bakkala doğru koşarak uzaklaştı yanlarından.

 Deli kız, sen bize Rabb’imizin emanetisin! dedi Fatma Hanım.

Bakkal Adil, Emine Hanım'ın damadıydı ve büyük kızı ile evliydi. İşlettiği bakkal dükkânı sokağın tam köşesinde yer alan tipik bir mahalle bakkalıydı.

Baybidi, bakkaldan çıktığında caddeye doğru yürüyüp tam önlerinden geçerken elindeki bonibon şekeri yalayıp bir parça da yılışık bir ifadeyle yüzlerine bakarak geçip gitti yanlarından. Onu böyle elindeki şekeri yalayıp dururken gören torunu durur muydu hiç, ninesinin eteğinden tutup çekiştirerek “Ben de isterim!” diye tutturdu.

Bakkal Adil, dükkân kapısının önüne çıkarttığı sandalyesinin üzerine kurulmuş, kafasında, bir yana kaykılmış altı köşe takkesi, kulağının üstünde tükenmez kalemi, dudaklarının arasına sıkıştırdığı cigarasını yakmak için yeleğinin ceplerini yoklamakla meşguldü. Yeleğinin göğüs cebinde ise Bafra sigarası paketinin ucu görünüyordu. Hemen karşısındaki sandalyeye Mosturların Muhsin öğretmen oturmuş, fötr şapkasını dizinin üzerine yerleştirmiş, tombul yanaklarından terler akar bir halde o da çayını karıştırmakla meşguldü. Belli ki, okul çıkışı bakkal Adil’e uğramış, iki kelâm edip laflayacaktı. Bakkal Adil de onun hararetini dindirip yorgunluğunu alacak bir çay söylemiş, ona memleket meselelerini anlattıracak, yorumlarını dinleyecekti.

Muhsin öğretmen, sokakta bulunan en eski evin sahibiydi. Evi, bahçesi özenle bakılan çiçeklerle bezenmiş, iki katlı, müstakil bir evdi. Bir kızı, üç oğlu ve kayınvalidesiyle birlikte oturuyordu. Köy Enstitüsünde okuyup bitirmiş, çok bilgili ve zeki bir insandı. O yıllarda Köy Enstitüleri, memleketin nadide okullarından sayılırdı. Muhsin öğretmen, Köy Enstitüsünde aldığı eğitimin üzerine bir de uzun yıllar ilave ettiği bilgi ve tecrübeleri ile gerçek bir aydın öğretmen kimliğine sahip olmuştu. Ceketinin yan cebinden Cumhuriyet gazetesini çıkartıp açtı, gözlüğünü parmağıyla hafifçe çekeleyerek burnunun üstüne indirip ilk sayfa haberlerine şöyle bir göz attı. Ardından tam bakkal Adil’e bir şeyler anlatmaya başlayacaktı ki, torunuyla gelip az ötelerinde duran Fatma Hanım bakkal Adil Bey’e seslendi.

 Selamünaleyküm enişte, nasılsın?

 Aleykümselâm, iyiyim hala, sen nasılsın? Hayrola, bir yere mi gidiyorsunuz?

 Hoylat'a diye çıktık yola, torunu anasına götüreceğim de. Siz nasılsınız Muhsin Bey?

 Teşekkür ederim Fatma Hanım, gördüğünüz gibi işte, enişteyle laflayalım dedik biraz.

 Sağlık afiyetle kalın efendim. Enişte, Baybidi’ye verdiğin şekerden şu bizim oğlana da versene. Görünce canı çekti çocuğun.

Bakkal Adil, oturduğu sandalyenin üzerinden kalkmadan hafifçe yana kaykılarak dükkânın içine doğru seslendi.

 Cemil oğlum, şu bonibon şekerlerden bir tane getir bakiim.

Torun, bakkalın çırağının getirdiği şekerin kâğıdını aceleyle ve ağzı sulanarak soyarken Fatma Hanım da cüzdanını eline almış, içinden para çıkartmaya uğraşıyordu.

 Enişte, borcumuz? dedi.

 Ne borcu, dedi enişte. Bu da bizden olsun. Size hayırlı yolculuklar, varın sağlıcakla.

 Teşekkür ederim. Çok sağ ol, siz de sağlık ve afiyette kalın. Her ikiniz de evdekilere benden selâm söyleyin.

 Baş üstüne, dedi Muhsin öğretmen. Güle güle, diyerek uğurladı.

Fatma Hanım tekrar torununun elinden tutarak yoluna devam etti. Şimdi Yenişehir Caddesi’ne çıkmışlar, Çardak Cami'ye doğru yürüyorlardı. Camiye yaklaşırken Çatal fırından taşıp gelen taze ekmeğin kokusu ulaştı burunlarına. Biraz daha yürüyüp ilerlediklerinde Tuzcu Şenol'un yan aralığından gelen bozuk klarnet ve keman sesleri tırmaladı kulaklarını. Tuzcu Şenol'un dükkânını geçip sokağın başına vardıklarında üç dört Roman kopilini gördüler. Birinin kucağında darbuka, diğerinin elinde keman, bir diğeri ise ellerinin arasında neredeyse boyu kadar bir klarneti üfleyip ritim tutmaya çalışıyorlardı. Fatma Hanım, kısa bir süre sokağın başında durup çocukları izledikten sonra; "Allah vergisi" deyip torununun elinden çekiştirerek devam etti yoluna.

Ankara Caddesi’nden sağa sola bakarak dikkatlice geçtiler yolun karşısına. Karşı kaldırıma çıktıklarında Helvacı Destan'ın dükkânının önünde durdular. Tezgâhta duran beyaz önlüklü Destan helva kesiyordu. Vitrinde sıra sıra dizili helvalar iştahları kabartacak görüntüdeydi. Kimi kırmızı, kimi kahve rengi, sarımtırak renkte tahinli olanı yanında, sadesi, cevizlisi, Antep fıstıklısı ile rengarenk helvalar vitrini süslüyordu. Üzerlerine beyaz mermer yerleştirilmiş masalardan birinde giydikleri kıyafetlerden köylü oldukları belli olan iki kişi karşılıklı oturmuş helva ekmek yiyorlardı. Perşembe günleri İnegöl'ün pazarı kurulurdu çarşı içine. O gün geldi mi Destan’ın helvacı dükkânının içi dışı kaynardı. Dükkândan içeri adım atan Fatma Hanım, bir kilo karışık helva, bir kilo da köpük helvası istedi Destan'dan. Köpük helvası çövenden yapılmış olması sebebiyle mide dostu, hafif bir tatlıydı. Bembeyaz olurdu ve kar gibi yüzeyinde minik kabarcıklar, baloncuklar oluşurdu. Ona "Köpük Helva" denmesinin sebebi de bundandır. Kesip ölçerek tarttığı helvaları bir paket yapıp Fatma Hanım'a uzatan Destan, aldığı paranın üstünü geri çevirirken;

 Allah bereket versin, afiyet olsun abla, dedi.

Destan'ın dükkânından çıktıklarında bu defa birkaç dükkân ilerdeki Kınalı Yaşar'ın beyaz eşya satan dükkânının kapısına vardılar. İki ay önce Kınalı Yaşar’dan Aygaz ocak almış. Kırk lira peşin ödemişler, gerisini de aydan aya kırk lira olarak ödemek üzere dokuz taksit yaptırmışlardı.

Kınalı Yaşar o esnada ayakta dikilmiş, karşısındaki sandalyede oturan, tıknaz, sakalı bıyığı birbirine karışmış Boşnak Cafer'le tarla pazarlığı yapıyordu. İkisi de torunuyla birlikte Fatma Hanım'ın yanlarına geldiğini fark etmemişlerdi bile. İkisi de kan ter içinde kalmış, kim bilir ne zamandan beri pazarlıklarını sürdürüyorlardı. Kınalı Yaşar gözlerini patlatırcasına açmış, yüksek perdeden konuşurken, adeta karşısındaki adama dövecek gibi bağırıyordu:

 Vereceksin ulan! Yüz liralık tarlana yüz elli lira verdim, bir kuruş daha vermem sana, diyordu.

Cafer, Boşnakça:

 Kuçka Jebi se, dedi.

İki kaşını kaldırıp başını olumsuz anlamda sağa sola sallayıp durdu.

Ver ulan! Uzat şu elini de bitsin artık bu pazarlık, dedi Kınalı Yaşar.

 İki yüz kaymeden bir kuruş aşağı olmaz, dedi Boşnak Cafer.

Bu son sözünün ardından Boşnak Cafer davranıp kalktı yerinden. Elini alnına götürüp alnındaki terleri silen Kınalı Ya şar:

 Sen bilirsin, dedi. Bir dahaki gelişinde yüz elli de vermem bak, ona göre. Sana yüz lira veririm, o kadar, diye tamamladı sözünü.

İşte tam bu sırada torunu, Fatma Hanım'ın elini bırakıp pazarlıktan yorgun düşmüş haldeki adamların yanına geldi. İki adam da diplerinde bitiveren çocuğa şaşkın şaşkın baktılar. Kınalı Yaşar o zaman fark etti Fatma Hanım'ın geldiğini. Çocuk, üzerine dikilen bu şaşkın bakışlara aldırmadan elini uzatıp önce Boşnak Cafer'in kocaman, nasırlı elini tuttu, ardından diğer eliyle de Kınalı Yaşar'ın elini. Yine, iki adamın şaşkın bakışları arasında iki eli birbiriyle kavuşturup birleştiriverdi. Kınalı Yaşar'ın eli Boşnak Cafer'in avucunun içinde neredeyse kayboluvermişti. Yıllardır toprağı işleyen bu nasırlı eller, Boşnakların genellikle sahip oldukları iri, uzun vücut yapıları ile orantılı bir büyüklükteydi ve gerçekten oldukça da büyük sayılırdı yani. Çocuk, Boşnak Cafer'in yüzüne baktı:

 Amca, sen yirmi beş ineceksin, dedi.

Sonra dönüp Kınalı Yaşar'a baktı:

 Sen de yirmi beş arttıracaksın, dedi. Sonra ikisinin de ellerini tutup salladı:

 Hayırlı olsun, hadi hayırlı olsun, dedi.

İki adam da şaşkın şaşkın birbirlerine baka kaldılar. Döndüler, bir de Fatma Hanım'a baktılar. Kınalı Yaşar atik davrandı:

 Hayırlı olsun, dedi.

İçinden, "Bu çocuğu Allah gönderdi" diyordu. Boşnak Cafer ise:

 Ulan, yiğitliğe b.k sürdürmeyeceğiz diyoruz amma bu paraya da ihtiyacım var yahu. Nerden çıktı bu velet? diye belli belirsiz mırıldandı.

Boşnak Cafer, daha az önce üzerinden sıkıntılı bir şekilde kalktığı sandalyeye bu defa derin bir "Ohhh.." çekerek rahat bir şekilde otururken keyifli bir şekilde güldü.

 Söyle bakalım artık şu kahveleri Yaşar! dedi.

Kınalı Yaşar, çocuğun başını okşayıp ardından Fatma Hanım'ın yanına geldi.

 Fatma Hanım, Fatma Hanım. Gözünüz sakın arkada kalmasın. Bu çocuk büyüyünce iyi bir tüccar olacak, dedi.

Fatma Hanım'ın cüzdanından para çıkartmakta olduğunu görünce aldığı ocağın taksitini ödeyeceğini anlayıp elinin ucuyla kendisine uzatılan parayı geriye ittirdi.

 Bu taksit benden olsun, aldım, kabul ettim sayın. O parayı gönül rahatlığıyla torununuz için harcayabilirsiniz, dedi.

Dükkânın vitrininde Philips, Schaup Lorenz, Sony, Gurundig marka radyolar sıra sıra diziliydi. Kınalı Yaşar dükkândan içeri girip elini uzattı ve içlerinden ufak bir tanesini alıp vitrinden çıkarttı. Kutusuna yerleştirdikten sonra Fatma Hanım'a uzattı.

 Bu da yeğenime benim hediyem olsun. Eeee... Ne de olsa o bugün boyundan büyük iş başardı, dedi.

Fatma Hanım, Kınalı Yaşar'ın dükkânından ayrılırken tekrar torununun elinden tuttu. Kınalı Yaşar'a hayırlı işler dileyip birlikte caddede yürümeye başladılar.

Bakkaliye şirketinin önüne yanaşmış olan kırmızı renk MAN kamyondan çuval çuval bakliyat, şeker, un indirilip hamalların sırtında içeriye taşınıyordu. Kamyonun şoförü Uğurdağ'ların Ekrem abi bir yandan yükü indiren hamalları seyrederken bir yandan da elinde tuttuğu bardaktan çayını yudumluyordu. Kamyonun ve hamalların engel teşkil ettiği kaldırımdan inip karşı kaldırıma geçtiler. Karşıda Maymun Raif'in dükkânı vardı. Raif, her şey satıyordu. Çocuklar ve gençlerin gözünde ayrı bir yeri vardı sattıklarının. En iyi cilliler, kafalıklar, maymun topaçlar onun dükkânında satılırdı.

İnegöl'de misket, bilyeye cilli derler, topaçlara da maymun denilirdi. Maymun tabir edilen topaç, koni şeklinde, ahşaptan imal edilmiş bir oyun aletiydi. Koninin sivri ucunda dönerken yıpranmaması için raptiye şeklinde bir metal parça bulunurdu. Bu kısımdan yukarıya doğru etrafına sarılan ipin bir ucundan tutularak fırlatıldığında kendi ekseni etrafında dönerdi. Fırlattıktan sonra dönüşünün sonlanmaması için eldeki ip kırbaç gibi kullanılıp topaca indirilir ve dönüş hızı arttırılırdı. Hoş değildi şüphesiz fakat sattığı topaçların ismi bir lakap olarak yapışıp kalmıştı Raif abinin yakasına. Cilli ise renkli camdan imal edilmiş olup yuvarlak, küre şeklindedir. Cilli oyununda cilli sağ ya da sol elin işaret ve başparmak boğumunun üzerine koyulur, diğer elin işaret parmağı ile ittirilir. Genelde kuytu, üçgen, çizgi diye isimlendirilen oyun türlerinde oynanırdı. En iyi cillilere kafalık denilirdi. Amaç, oyunun sonunda rakibin cillilerini almaktı. Buna da kazanılırsa "ütmek" kaybedilirse "ütülmek" denilirdi.

En iyi şans oyunları Raif abideydi. Genelde bayramlarda çocuklar tarafından sokaklarda satılan bu oyunun büyük ikramiyesi kocaman bir çikolataydı. Boş kazıyana saman denilen katır kutur bir gofret verilen bir şans talih oyunuydu. Bu kocamanlık izafi bir şeydi tabii. Çocuk yaştayken sahip olduğumuz küçücük bedenlerimizle her şey büyük görünürdü bize. Ağaçlar, binalar, arabalar, hep kocaman olarak nitelendirilirdi. Şans talih oyununu çektiren kişi eğer şanslı ise o kocaman çikolata, sonlara kadar talihlisini bulamadan durur ve böylece oynatanın yüzünü güldürür, iyi para kazanmasını sağlardı. Eğer çikolata ve diğer büyük ikramiyeler başlarda çıktıysa şans talih oyununu oynatan çocuğun işi bir hayli zor demekti. Oynayacak olanın eline verilen bir toplu iğneyle, cüzi bir miktar para karşılığında çekiliş kartonundaki deliklerin altında bulunan varakları kazıyan çocuklar, kazıdıkları deliklerin altından çıkan numaranın karşılığı olan ikramiyeyi; bisküvi, balon, cilli, saman gofret ve sair hediyeleri alırlardı.

Çatapat, füze, şeytan kovalayan, mantar tabancası, Raif abinin diğer sattığı oyuncaklar arasında ilginç ve popüler olanlarıydı.

Çınarlaraltı iyice yükünü almış, kimi ikindi ezanının okunmasını bekliyor, kimisi de çayını içip nefesleniyordu. Bir yanda köylüler köylerine dönecekleri minibüslerin hareket saatini bekliyor, masalardan siyaset, ticaret, spor tartışmaları yola kadar taşıyordu. Belediyenin önünde kimi memurlar işlerini bitirmiş, mesai saatlerini tamamlamış çıkıyorlar, kimi vatandaşlar da belediyede halletmeleri gereken işlerini mesai bitimine kadar yetiştirmeye çalışıyordu.

Çok geçmedi, az sonra ikindi namazının ezanları minarelerden yükselmeye başladı. İshakpaşa, Cuma, Kasımefendi camilerinin ezanları birbirine karıştı. İshakpaşa'nın müezzini Hicaz makamında pek güzel okuyordu ezanı. Fatma Hanım torunuyla birlikte tam ezan okunmaya başladığında Mıcık'ın kahvenin önünden geçip Toto Kemal'in aralığına saptılar. Ayakkabı boyacıları sıra sıra dizilmiş, sedef kakma yüzeyli, sarı tel işlemeli, ayak basılan pirinç tabanlıklar, orijinal demir ya da sarı pirinçten kısımları kabartmalarla süslenmiş sandıkların yan taraflarına özenle yerleştirilmiş boya şişeleri, "Alameti farikası Ref Ref" olan cila kutuları, ayakkabıları boyamada kullanılan süngerler, ayakkabıları parlatmak için kullanılan kırmızı, bordo, lacivert, siyah, farklı renklerde uzun kadife kumaş parçaları, ayakkabıların tabanlarının kenarlarını boyamak için kullanılan, ucunda ince sünger takılı tel çubuklar ve sandığın iki yanında asılı halde duran, boya sandığının asıl aktörleri olan fırçalar... Boyacı: "Boyayayım mı abiii?" diye seslenirken, fırçalarını sandığa ritimler vurur ve başlardı maniye:

Çarşıdan aldım pirinci

İnegöl'ün boyacıları birinci

Amman ha boyacı boyacı

Fırçana vurgunum boyacı

Karlıova Hanı'nın hemen karşı köşesinde duran Oylat minibüsleri nihayet göründü gözlerine. Minibüslerin durduğu yerin yan tarafı da Beylik Hanı'ydı. Hanın doğu tarafından girişinin sağ köşesinde Peşincilerin kumaş dükkânı vardı. Diğer köşesinden itibaren ise hanın içine doğru ayakkabıcılar, mestçiler, yemeniciler vardı. Hanın içinde bir de topçu vardı. Rengarenk, altıgen damalı meşin toplar üretirlerdi. Dört bir yanından girişi ve orta kısmında üstü açık avlusu olan dikdörtgen şeklindeki hanın batı tarafında kuyumcu ve ayakkabıcı dükkânları bulunuyordu.

Az sonra nine ile torunun ulaşacağı Oylat minibüs durağında şu anda sıra Gürcü Kâzım'ın minibüsündeydi. Minibüsçü Kâzım, Hilmiyeliydi. Fatma Hanım Oylat durağına geldiğinde minibüsün kapılarını açık halde buldu fakat içerde hiç kimse yoktu. Şoför Kâzım, Fatma Hanım'ı ve kocası Pullukçu Ali Usta'yı iyi tanırdı. Babası ile birlikte Ali Usta'nın küçük sanayideki dükkânına birçok defa uğramışlardı. Aslında civar köylerin halkından olup da Pullukçu Ali Usta'yı tanımamak mümkün değildi. Sadece İnegöl'ün köylerinden değil, İnegöl'e yakın olan Yenişehir ve Bilecik köylerinden de müşterileri vardı Ali Usta'nın. Ve her müşteri, ilk alışverişlerinden sonra artık arkadaşları olurdu onun. Hülasatül kelâm, Ali Usta, İnegöl'ün en iyi pullukçularındandı. Oğlu Hayrettin de, Gürcü Kâzım'ın hem akranı hem de arkadaşı sayılırdı.

Pulluk dediğimiz alet, toprağı sürmek için kullanılan ve yanlı çalışarak sürüp gittiği toprağı bir yana atıp deviren bir tarım aracıdır. Toprağı devirip parçalayarak çift sürmeye yarar. Uç demiri, kulak, keski demiri ve payandadan oluşur. Pullukçular o dönemde çiftçinin toprak ve insan arasında bu araçla bütünleşerek adeta sevişmesini sağlardı.

Fatma Hanım'ı gören şoför Kâzım, yanlarına gelip çocuğun başını okşarken:

 Hoş geldiniz Patma abla, dedi.

 Hoş bulduk Kâzım oğlum, minibüs bomboş, yolcu yok galiba?

 Abla, sen kolundaki sepeti ön koltuğa koy, dolar yakında. İçine binip de bu sıcakta bunalmayın. Hareket edene kadar şu boş bankta oturup bekleyebilirsiniz, diyerek az ötelerindeki bankı işaret etti Kâzım. Ben size bir de çay söyleyeyim, paşam da oralet içsin, deyip Kahveci Mıcık’a doğru dönüp seslendi:

 Ablama bir çay, yeğenime de oralet...

Kasabalıktan henüz yeni çıkmış fakat ilçe hüviyetine tam alışamamış, daha bu kimliğe yeni yeni bürünen bu şirin yerleşim yerinde henüz sanayileşme ve büyük çaptaki göçler başlamamıştı. Sırtını Uludağ'ın kuzeydoğu yamacına yaslamış olan bu şehirde herkes herkesi tanıyordu. İlçedeki sosyal hayat artık yavaş yavaş gelişmeye başlamış, yaşam biraz daha modernleşmişti. Giyilen kılık kıyafetler büyük şehirlerdekine benzemeye başlamıştı. Erkekler takım elbiseli, kravatlı, yelekli, başlarında şapka, kadınların çoğunun başları açık, mutaassıp olanların üzerinde manto ve eşarp bulunurdu. Bazılarının eşarplarının önlerinden saçları görünürdü kadınların. Genç delikanlılar ise günün modası olan İspanyol paça pantolonlar, geniş yakalı gömlekler... Saçlar ve favoriler de uzun olurdu tabii. Kızlar mini etekli, pantolonlu, japone kollu kıyafetler ve yüksek topuklu ayakkabılar giyiyorlardı.

İşte, bu tarif ettiğimiz tarzda giyim kuşama sahip üç genç kız Beylik Han’ından caddeye doğru çıkarlarken içlerinden birine gözü takıldı Fatma Hanım'ın. Kız çok güzeldi ve evlilik çağına gelmiş bir oğlu olan Fatma Hanım'ın bu aralık gözleri hep böyle, güzel gördüğü kızlara takılıp duruyordu. Artık bir an önce evlendirmeliydi oğlunu. Bu gibi durumlarda hemen kafasında bir şimşek çakıyor, gördüğü her güzeli oğluna yakıştırıyordu. Şimdi de işte şu gördüğü güzel kıza bakıp bakıp tatlı hayaller kurmaya başlamıştı bile. Fakat minibüsçü Kâzım'ın sesi onu hayallerinden sıyırıp çıkarıverdi.

 Hoylat yolcusu kalmasın...

Oğlunu evlendiremeden birdenbire kendine geldi. Çaydan kalan son yudumunu da içip yerinden doğruldu. Torunuyla birlikte minibüsün ön koltuğuna geçip oturdular. Yanlarına on on bir yaşlarında bir kız çocuğunu da oturtmuşlardı.

Altmış iki model Ford Feka minibüs homurdanarak harekete geçip Ankara yoluna çıktığında şoför Kâzım uzanıp radyonun sesini açtı. Şimdi minibüsün içini bir türküler geçidi sarmıştı. Muzaffer Akgün, "Kışlalar doldu bugün" türküsünü yanık bir sesle söylemekteydi. Bu yanık sesli türkünün havasına kapılıp da bir sigara yakmamak mümkün müydü? Şoför Kâzım'da dayanamamıştı tabii. Elini uzattı, ön konsolun üzerinde duran Birinci sigarasını aldı, sol eliyle direksiyonu tutarken sağ eliyle ustaca salladığı sigara paketinin içinden boynunu uzattırdığı sigaralardan birini dudaklarının arasına iliştiriverdi. Sonra sol elini de direksiyondan çekip kibriti çaktı, iki avucunun içerisine alıp sigarasını yaktı. Dudaklarının arasındaki sigaranın ucunda bir kor parçası oluşuverdi. Önce kibrit kavının, ardından da yanık tütünün kokusu yayıldı minibüsün içine. Fatma Hanım, bir iki yapmacık öksürükle serzenişini ulaştırırken dönüp şoföre baktı. Fakat içinden geçeni dilinin ucuna getirmedi de sadece bir "Lâ havle" çekmekle yetindi, o kadar.

Artık Kurşunlu sapağını geçmişler, Oylat yoluna dönmüşler, neredeyse Hamamlı köyüne varmak üzereydiler. Yolun kıyısındaki tarlalarda çilek toplayan köylü kadınlar ilişti gözlerine. Şimdi mevsim çilek, erik, kiraz mevsimiydi.

Normal hızında yol alan minibüs, Muzal rampasına geldiğinde zorlanmaya başlamış, neredeyse durdu duracak. Rampayı tırmanınca minibüs köyün meydanında durdu. Muzal'da hem inen hem de binen oldu minibüse. Bu arada bu kısa duruşla birlikte altmış iki model Feka'da biraz kendisini toplama fırsatını buldu. Uzaktan Hilmiye'nin ilk evleri görüşmüştü ki Fatma Hanım'ın torunu uyuya kaldı. Hilmiye köyüne Türkiye'nin en uzun köyü derlerdi. Git git, evler bitmek bilmezdi. Köyün çıkışına doğru Oylat minibüslerinin mola verdikleri köprü başında güzel bir bahçenin içinde çay ocağı vardı. Şoför Kâzım minibüsü yolun sağına, uygun bir yere yanaştırıp minibüsü durdurdu. Kısa sürede minibüs boşalıvermişti. Yalnız Fatma Hanım minibüsten inmedi. Kucağındaki torunu uyuyordu. Torununu uyandırmaya kıyamamış, oturduğu yerde kalakalmıştı. Aslında bu mola yerinde eğlenmelerinin sebebi yolcular için çay içip bir süre dinlenecekleri bir mekân olmasından ziyade Ford Feka minibüsün motorunun soğumasını beklemekti. Ne de olsa yolun bundan sonrası hem oldukça dik rampa hem de virajlarla doluydu. Bunların içinde en çetin olanı da Sivrikaya’nın önündeki Sarıbayır rampasıydı.

Şoför Kâzım, kahveciye:

 Fevzi emmice, çem kayınma tihidan camevi da?

(Kayınçom ormandan geldi mi? diye sordu.)

Kahveci:

 Erti satis tin geora (Bir saat önce geçti dedi.)

Kayınçosu Alaçam'dan İnegöl'deki kerestecilere tomruk çekiyordu.

Şoför Kâzım, böyle ortamlarda Gürcüce konuşmayı çok severdi. "Hay Allah, bak sen şu işe!.." dedi. Mendiliyle terleyen ensesini kurularken, "Belki dönüşte denk gelirim." dedi içinden.

Mola vereli beri neredeyse yarım saat olmuştu. Çaylar içildi, minibüsün motoru soğudu, yolculara doğru dönen Kâzım, bu defa: Mola bitti, yolcu kalmasın" diye seslendi. Ford Feka da dahil yolcular bir güzel soluklanmıştı.

Ön koltukla bir arkadaki koltuk arasında yedi sekiz yaşlarında, elinde ufak bir sepeti olan erkek çocuk da binmişti köyden. Minibüs hırlaya gürleye Sivrikaya’nın altına geldiğinde torunu uyandı. Gözlerini ovuşturarak minibüsün camından dışarı baktı. Birden önlerinde dikilip gökyüzüne doğru uzanan kayalığı gördü. Yüksek sesle:

 Anneanne, anneanne, gemiye bak gemiye, dedi heyecanla.

Ardından uyku mahmurluğundan bir parça sıyrılıp herkesin duyabileceği bir ses tonuyla:

 Ama deniz nerede, deniz yok ki? dedi.

Yolcular gülüşmeye başladılar. Fatma Hanım şefkatle torununun başını okşadı. Arkalarında dikilen çocuk:

 Akıllım, o gördüğün gemi değil, Sivrikaya, dedi. Altında da mağara varmış diyorlar. Bu ucundan bir giriyormuşsun, taaa kasabadan çıkıyormuşsun.

O an kimseden ses soluk çıkmadı. Çocuk, sanki söylediği söze kimse inanmamış gibi:

 Valla billa yalan söylemiyorum. İlhan abim söyledi. İlhan abim oralarda hayvan otlatıyor, o girmiş bir defasında içine. Git git bir türlü ulaşamamış ucuna.

Minibüsteki gençlerden biri arkadaşına:

 Sivrikaya’nın burada film çekmişler, arkadaşım söylediydi. O seyretmiş çekilirken. Malkoçoğlu mu, Kara Murat mı ne. Cüneyt Arkın bir kayadan diğerine atlıyormuş. Öbürü;

 Hadi be, en az elli metre var orası. Nereye atlıyor, yalannn, dedi.

Uzaktan Oylat gözükmüştü artık. Gözsuyu, S virajı derken Şoför Kâzım son rampa öncesi gaza biraz daha fazla yüklendi. Altmış iki Feka minibüs son bir gayretle öne atılırken biraz daha böğürerek yükseldi motorunun sesi. Son virajla birlikte rampayı tırmandıklarında şimdi Orman İşletmesinin lojmanlarının önüne gelmişlerdi. Lojmanların yanından geçip Oylat'ın içine kıvrılan rampaya sardıklarında da elli metre kadar ilerleyip Osman Nuri Bey'in sahibi olduğu Güven Otel'in yanında durdular. Karşı tarafta, şirketin otelinin girişinde Bizanslılardan kalma kocaman, eski bir küpün üstünde Roma kartalı bir heykel bütün ihtişamıyla gelenleri selamlıyordu. Minibüsün üstünden, bavul, çanta, sepet, bakkalın kasaları indirilirken, Güven Otel'de kalacak birkaç yolcu da indi minibüsten. Yolun ortasından hamamlardaki havuzlardan tahliye edilen sıcak suların bir kısmı dere gibi akıp gidiyordu. Temizlik için hamamın suyunu boşalttıklarında kısa bir süre böyle yokuştan aşağı gürül gürül akar giderdi sular. Minibüs yüz metre daha ilerleyip durdu. Kâzım, bir yandan el frenini çekip motoru durdururken diğer yandan da yüksek perdeden yolculara seslendi.

 Geçmiş olsun arkadaşlar, Hoylat'a hoş geldiniz.

Oylat meydanı pek geniş sayılmasa da bütün dükkânları barındırırdı içinde. Fırın, minibüs yazıhanesi, bakkal, berber, kasap, manav, PTT ve Jandarma, hep meydanda yer alıyordu. Sol tarafta Oylat'ı Oylat yapan eski ve yeni diye birbirinden ayrılan iki kaplıca hamamı vardı. Sonra yan tarafında tuvaletler, taraça şeklinde seyirlik açık havuz, havuzun ön tarafında da çeşmeler vardı ve bütün bunlar sırtını tepenin yamacına yaslamıştı. Havuzun sağından ileriye, dar bir patika üzerinden Demirkapı dediğimiz dere kıyısına ulaşılıyordu. Meydanın sol tarafında ise ki, bu esnada sizin sırtınızın doğuya, Oylat'a geliş istikametine dönük olduğunu farz ediyoruz Bozburun vardı.

Minibüsten inmeye başlayan yolcular minibüsün arkasından çıkartılan, üstünden uzatılan bavullarını, çantalarını, sepetlerini ve diğer eşyalarını teslim aldılar. Yorgan döşekten oluşan koca koca denkler bile olurdu arabanın üstünde.

Fatma Hanım'ın kızı, meydanda oğluyla annesinin gelişini bekliyordu. Akşamları sinema, gündüzleri ise park ve bahçe olarak kullanılan alanın ortasından yürüyüp barakalara ulaştılar.

Barakalar, aynı tipte briketten inşa edilmiş sıra sıra yapılardı. Önlerinde, etrafı naylonla çevrilip üst kısımlarına da eğreti otlarından bir çatı oluşturulmuş olan veranda şeklinde bölümler eklenmişti. Bunlar, yaz aylarında sezonluk olarak kiraya verilir, bütün yaz boyunca İnegöl'den gelen aileler tarafından bir haftalığına, on beş günlüğüne ya da bir aylığına tutulurdu. Rakımı yüksek olduğu için eylül başından itibaren havası soğur, özellikle gece ile gündüz arasında önemli derecede sıcaklık farkı oluşurdu. Kış aylarında ise tamamen sessizliğe bürünürdü Oylat. İşte, Fatma Hanım'ın damadı da kardeşleri ile sezonluk olarak bu barakalardan birini kiralamış, kullanma sırası kendisine geldiğinde de Oylat'a çıkmışlardı.

Ailenin erkekleri her sabah erkenden ilk minibüsle İnegöl'e iner, işlerinin başına giderlerdi. Akşam olduğunda da tekrar Oylat'ın yolunu tutarlardı.

Barakanın veranda dediğimiz ön kısmında yer alan sedire geçip oturduklarında kızı:

Anne ne içersin? Geleceksin diye çay demlediydim ama istersen kahve pişireyim sana, dedi.

 Sen çay dök kızım, boş ver kahveyi filan, dedi Fatma Hanım.

Az sonra, kızıyla karşılıklı oturup çaylarını yudumlarken gün boyunca başlarından geçenleri anlattı durdu kızına. Hele Kınalı Yaşar'ın oradaki olayı anlatırken o kadar mutluydu ki sormayın. Torunu, elindeki radyoyu annesine gösterip düğmesini açtı ve kanallar üzerinde gezinmeye başladı. Annesi Halide Hanım bir yandan annesinin anlattıklarını keyifle dinlerken bir yandan da mutluluk dolu gözlerle evladına bakıyor, saçlarını okşayıp duruyor, ara sıra da: "Aferin benim akıllı oğluma" deyip yanaklarını sıkıyordu.

Damadı akşam ezanı sonrasında gelebilmişti ancak. Günün yorgunluğunu çıkartsın diye bir bardak çay da ona getirdi hanımı. Az sonra oturdukları sofraya tarhana çorbası, dolma ve salata hazırladı kızı. Yemeğin ardından Fatma Hanım'ın getirdiği helvadan da afiyetle yediler. Fatma Hanım, torununun o gün yaptıklarını, Sivrikaya’ya gemi deyişine kadar hepsini tekrardan bu sefer damadı Mehmet Bey'e da anlattı.

Ertesi gün sabah uyandıklarında damadı çoktan İnegöl'ün yolunu tutmuştu. Önce ana kız, torunla birlikte kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıdan sonra da fazla eğlenmeden hemen hazırlanıp hamamın yolunu tuttular. Hani, iki hamam var demiştik ya Oylat'ta, bunlardan biri kadınlara diğeri erkeklere tahsis edilir, belli zaman aralıklarıyla da hamamların kullanımı değiştirilirdi. Şu anda Eski Hamam kadınların kullanımındaydı.

Girişteki barakada Muzallı Bedriye bilet kesiyordu. Arkasındaki duvarda sıra sıra kabaklar diziliydi kadının. Bilet koçanından başını kaldırıp da yanlarında gelen erkek çocuğu görünce, boğuk, kalın bir sesle homurdandı:

 Hanım, hanım, oldu olacak babasını da getirseydin, diye terslendi.

Aksiliği üstündeydi, anlaşılan henüz afyonu patlamamıştı kadının. Fakat Fatma Hanım da altta kalacak bir kadın değildi.

 Babası erkenden işe gittiydi, akşama babasıyla gelir, idare ediver kardeşim, deyip çıkıverdi.

Sigarasından son fırtı çeken Bedriye, başparmağı ile işaret parmağı arasındaki izmariti yola doğru fırlatıp attı. Havada döne döne yol alan izmarit, gitti taaa Zabıta Recep'in ayaklarının dibine düşüverdi. Muzallı Bedriye, o an zabıtanın kendisine ters ters bakmasına aldırmadı bile:

 Bu seferlik idare edelim bakiim, ama bir daha olmasın, dedi.

Fatma Hanım, duvarda asılı duran kabaklardan torununa uygun büyüklükte birini işaret ederek bir çift de kabak kiraladı torununa.

Bu kiraladıkları su kabağı olup içleri boşaltılmış, kurutulduktan sonra boğumlarından kalın iple birbirine bağlı olan iki tanesi, biri sağ tarafa biri de sol tarafa gelecek şekilde bel kısmına bağlanırdı. Yüzme öğrenmek isteyen küçük yaştaki çocuklar da bu kabakların daha ufak olanları kollara takılarak kullanılırdı. Bu kabakları zaman zaman yetişkinlerin kullandıkları da olurdu tabii.

Bilet gişesinin yanından hemen hamama girişte sağdan ve soldan çıkılan birkaç basamakla giyinme soyunma kısmına, oradan da sağ ve sol taraftaki kapılardan da havuzların yer aldığı hamam kısmına giriliyordu. Hamamın ortasında büyük bir havuz, havuzun iki yanında da aslanağzına kadar iki duvar dibi boyunca kurnaların bulunduğu yıkanma yerleri bulunurdu. Hamama girişte tam karşıda küçük havuz ve bu havuza dökülen, üç tane aslanağzından gürül gürül akan kaplıca suyu... Genelde gençler, orta yaşlılar büyük ve derin olan havuza; yaşlılar ise daha çok aslanağzı denilen, derin olmayan küçük havuza girerlerdi.

Fatma Hanım, torununun elinden tutup küçük havuza götürdü. Su kabaklarını dikkatle torununun beline takıp bağladı. İpin gerginliğini de kontrol ettikten sonra kucağına aldığı gibi torunuyla birlikte küçük havuza girdi.

 Oooo... Bayağı sıcakmış anane, dedi torunu.

 Az sonra alışırsın, dedi anneannesi.

Havuzun içinde bir müddet yürüdüler, boşalan aslanağızlarından birine yönelip akan suyun altına giriverdiler. Bir süre sonra torununu büyük havuzda yüzen kızına uzatıp verdi, kendisi de aslanağzının yan tarafındaki basamağa oturarak nerdeyse omuzlarına kadar gelen suyun içinde sırtını havuzun duvarına yasladı, gözlerini kapatıp öylece kalakaldı.

Gözlerini açıp başını büyük havuza doğru çevirdi, bir süre annesinin desteği ile yüzmeye çalışan torununu izledi. Sonra bakışlarını havuzun kenarında oturan, birbirlerine su sıçratıp şakalaşan, havuzda yüzen genç kızların üzerinde gezdirdi. İşte yine kafasında şimşekler çakmaya başlamıştı. Kızların içinden birine gözlerini dikti. Esmer, renkli gözlü, kısa saçlı, uzun boylu, ince ayak bilekleri, beyaz mayosu ile kuğu gibi kızdı. Arkadaşlarının yanında hemen fark edilebiliyordu. O anda, evlendirmeyi iyice kafasına koyduğu oğlu geldi aklına.

Hamama paçalı donla, iç çamaşırıyla, şortla girenler çoğunluktaydı. Mayo giyenler çok azdı. Bu kızın mayosu, havuza atlayışı, yüzmesi bile farklıydı. Bir iç çekti. Acaba kimin kızıydı ki? Gözlerini kapattı. O an kızı gelini olarak hayal etmeye başladı. Ne de yakışacaktı oğluna. Görümcesi oğlunu evlendirmişti. Oğlu subay çıkmıştı. Uzun boyluydu ve oğlu gibi o da yakışıklıydı. Okumuş, bilgili, görgülü, güzel bir kız almıştı oğluna. "Offf... Bu kız kimlerden acaba? Yabancı olmalı. İnegöllü olsaydı şimdiye kadar bir şekilde çarşıda pazarda muhakkak görürdüm onu." dedi içinden. Ardından tekrar hayal dünyasının içine daldı. Söz kesti, nişan yaptı, sıra tam düğüne gelmişti ki kızının sesini duydu.

 Anne. Şuradaki kurna boşaldı, hemen oraya geçiver. Biz de geliyoruz yanına, diyerek boşalan bir kurnayı işaret etti kızı.

Hamamdan çıkarken bu kızla ilgili bütün bilgilere en kısa sürede sahip olmalıyım diye düşündü. "Kaçarı göçeri yok, mutlaka öğrenmeliyim!" diye mırıldandı.

Akşamüstü bir kez daha, ama bu defa yeni hamama gittiler. Bedriye bu defa gündüz olduğu gibi söylenmemişti. Hamam çıkışı barakalarına doğru giderken sinemanın önünde durdular. Sinemada film afişleri değiştiriliyordu. Bu akşam Ediz Hun'la Fatma Girik'in başrolünde oynadığı "Yaprak Dökümü" filmi girecekti gösterime. Gelecek gösterimde Yılmaz Güney'in "Çirkin Kral" filmiyle, başrolünde Yavuz Selekman ve Danyal Topatan'ın oynadığı "Camoka'nın Dönüşü" ve Pervin Par'la Fikret Hakan'ın başrolünde oynadığı "Zeyno" filmlerinin afişleri vardı.

Akşam yemeğini yedikleri gibi sinemanın yolunu tuttular. Yaprak Dökümü, Reşat Nuri Güntekin'in romanından uyarlanmış bir aşk ve dram filmiydi. Dram olunca gözyaşı da dökülmez mi? Dökülürdü elbet... Hanımların birçoğunun ellerinde mendiller, arada bir gözlerdeki yaşlar kurulanıp duruyordu. Film arasında meşrubat, sakız, bisküvi, lokum satan çocuklar seyirciler arasında dolaşmaya başladı. Elvan ve Fruko gazozları yanında İnegöl'ün meşhur Fertek gazozu da satılıyordu.

Sinemadan çıkışta hamamda gördüğü o güzel kızı yine gördü Fatma Hanım. Kız, İspanyol paça kot pantolon giymişti. Üzerinde de kırmızı bir kazak vardı. Kızına döndü:

 Gördün mü? Hamamdaki kız bu. Kimlerdendir, kimin kızıdır acaba? dedi.

 Hangi kız? diye sordu Halide.

Parmağı ile kırmızı kazaklı kızı işaret etti. Bu arada kız da bu işaretleşmeyi fark etmişti.

Aman Anneee... Sen de her gördüğün kızı alıyorsun kardeşime. O kız İnegöllü değil, yabancı. Bizim oturduğumuz barakaların alt tarafındaki villa tipi müstakil evlerde oturuyorlar. Bizim komşulardan birinin kızları ile arkadaşlar. Yarın kim olduğunu öğrenip söylerim sana. Ama bize bir gömlek büyük gelir, söylemedin deme, derken istihza dolu bir ifadeyle güldü.

 Mana bulmasan ölürsün değil mi? Ne eksiği varmış benim kızanımın? diyerek kızgın bir yüzle çıkıştı kızına. Sen kendi işine bak, dedi sonra ve bir süre öylece sustu kaldı. Fakat onun yufka yüreği hemen kızgınlığını örtecek, her zaman olduğu gibi kızına olan kızgınlığı kendisine dönecek ve hemen kızına sarılarak onun gönlünü alacak sözler söylemeye başlayacaktı.

 Kusura bakma kızım. Ne yapayım. Akranları hep evlenip çoluk çocuğa karıştılar. Kardeşini de bir an önce baş göz etsek kötü mü olur?

Mahallenin en yakışıklı delikanlısı olan oğlu Hayrettin ortaokul mezunuydu. Babası Pullukçu Ali Usta ile beraber çalışıyordu. Bir süre sonra pulluk işi haricinde saç, demir işine de girmiş, İstanbul'dan makineler getirmiş, kesim, bükme işleri de yapmaya başlamıştı. Babadan kalma demircilik işi artık yavaş yavaş eski değeri ve önemini yitiriyor, ortadan kayboluyordu. O da artık çağa ayak uydurmak zorunda olduğunun farkındaydı ve bunun gayreti içindeydi. Fakat diğer yandan eski dükkânlarında demirciliğe ve pullukçuluğa da devam ediyorlardı.

Demircilik mesleğinde çıraklar, körük yardımıyla ateşi her zaman harlı tutmaya çalışırlar ve hiçbir zaman ateşteki kömürün bitmesine izin vermezlerdi. Aksi takdirde ustasından şaplağı yemeleri kaçınılmazdı. Demire şekil vermek ancak ve ancak demir kor halindeyken mümkün olurdu. Ocağın yanında çeşitli ağız yapısında kıskaçlar hazır bulunur, bu kıskaçların sıcak malzemeyi tutan kısmı, burunları düz, oluklu ya da kargaburnu şeklinde olup ocaktan çıkartılan demir haddeyi sıkı sıkıya tutmalıydı. Elindeki kıskaçla kor halindeki demiri tutan usta, diğer eliyle de çekicini kullanırdı. Ustanın çekiç vuruşunun açısına, hızına ve vuruş şiddetine göre kalfalar da balyozlarıyla demiri döverlerdi. Balyozun aynı yere vurması gerekiyorsa, usta, çekicini örse yavaş yavaş vururdu. Usta, çekicini örste yan tuttuğu takdirde balyozla vurma işlemi de durmalıydı. Demir, ocakta ısıtıldığında ulaştığı sıcaklığı aldığı renge göre Ali Usta anlardı. Sigara rengi, portakal rengi, nihayet sarımtırak renk beyaza dönüşünce demirin tav derecesi en yükseğe gelmiş demekti. Demir yüksek tavda dövülmeliydi. Ocağın başında çalışan usta ve kalfaların işi hiç de kolay sayılmazdı. Yaz kış çok yüksek güç sarf ederler, sıcaktan kan ter içinde kalırlardı. Ocak başındayken tıpkı kafese konulmuş bir aslan gibi görünen Deliormanlı Ali Usta, uzun boylu, geniş omuzlu, iri pençeli, tuttuğunu koparan, pehlivan gibi bir adamdı. Ali Usta'nın çalışırken oluşan hararetini ancak Fatma Hanım'ın yapıp gönderdiği erik hoşafı söndürebilirdi. Onunla serinler, onunla yorgunluğunu giderirdi. Bakırdan mamûl, orta bölümü şişkin, yandan kulplu, uzun ve dar boyunlu ona özel güğümü kafasına diker, o esnada karnı körük gibi inip kalkardı. Müşterilerle pazarlık yapmaz, emeğinin ve ürününün değerini söyler, ne verirlerse alır, öyle az buçuk eksik ödemelerde sesini çıkartmazdı. Siyaseti sevmesine rağmen tartışmalara girmez, girenlere de "Hamam aynı tas aynı, değişen sadece tellaklar. Ne diye tartışıyorsunuz?" derdi.

Fatma Hanım'ın kızı otuzlu yaşlarındaydı. Kızken o da çok güzeldi. Upuzun saçları beline kadar inerdi. Renkli gözlü, narin yapılıydı. Üç dört sene önce zatürreye yakalanmış, hastanede yatmış, kefeni zor yırtmıştı. Kendisini daha yeni yeni topluyordu. Hastalık döneminde torununa Fatma Hanım bakmış, torunu onu ikinci annesi olarak görmüş ve bellemiş, onunla yatar, onunla kalkar olmuştu. Torunu bazı geceler onun uzun ve örgülü saçlarıyla oynarken uyuyakalırdı. Ertesi gün pazardı.

Bu yıl Hıdırellez hafta arasına denk gelmiş, akşamına ateşler yakılmış, üstünden atlanılmış, mahalle aralarında, sokaklarda eğlenilmiş, piknik işi hafta sonuna kalmıştı. Oylat'ta kalanlar genelde pazar günleri hamama gitmezlerdi. O günlerde hamamlar İnegöl'den ve civar köylerden günübirlik gelenlerle dolardı. Pazar günleri Oylat'ın hemen giriş kısmından, Orman İşletmesinin yerinin oradan itibaren başlayıp yukarılara doğru uzanan piknik alanlarında eğer biraz geç kaldıysanız yer bulamazdınız bile. Gelenler de genellikle Soğuksu denilen mevkiyi tercih ederlerdi.

O sabah onlar da piknik sepetini hazırlayıp, kilim ve kap kacaklarını ve piknik tüpünü de alarak Soğuksu'nun yolunu tuttular. Piknik alanına vardıklarında ön kısımlar daha erken saatlerden itibaren İnegöl'den gelen aileler tarafından doldurulmuştu bile. Biraz daha içerilere doğru ilerleyip kendilerine oturacak uygun bir yer buldular. Yan taraflarındaki piknik komşuları İnegöl'den günübirlik gelmiş, halk arasında pırasalık mahallesi diye bilinen Osmaniye mahallesinden Loçkaların Behzat Ağa ve Şerbetçilerin Kemal’in aileleriydi. Loçkaların Behzat ağa, kamyonun kasasına doldurmuş komşuları, Oylat'ın yolunu tutmuşlar. Onlar da kendileri gibi biraz geç kalınca işte böyle ancak buralarda yer bulabilmişlerdi. Yanlarından geçerken selamlaştılar, hâl hatır sordular, yapılan kahvaltıya buyur edildilerse de teşekkür edip yanlarından ayrıldılar. Fatma Hanım, seçtikleri alana kilimleri yayarak getirdikleri eşyaları yerleştirdi. Damadı, Behzat ağayı ve çocuklarını hafriyat ve nakliyat işlerinden tanıyordu. Şerbetçilerin Kemal de Hükümet önünde, ismi "Durak" olan İnegöl'ün en meşhur lokantasını işletiyordu. Lokantası, Bursa Ankara otobüslerinin durduğu yerdeydi. Fatma Hanım'ın ortanca kızı Ulviye de Pırasalık Mahallesine gelin gitmişti. Loçkaların Zehra ile Şerbetçilerin Remziye'yi oradan tanıyordu. Damadı, güveç yaptırmak için meydandaki fırının yolunu tuttu. Güveç öğlene kadar hazır olurdu. Köylülerin pazara getirdiği çileklerden, eriklerden, bir de yeni çıkan karpuzdan aldı damat. Bu havada tatlı niyetine gidecek en güzel şey karpuzdu. Üstelik karpuz kabukları çocukların dört gözle bekledikleri şeydi. Karpuz kabuklarından, ömrü o günün sonuna kadar sürecek olan oyuncak gemiler, tekerlekleri teraziler yaparlar ve oynarlardı.

Az sonra piknik için oturdukları yerin üst tarafından beri kalabalık bir grup insan sökün edip geldi. Yukarı taraftan gelen takım elbiseli, kravatlı beş altı adam, sıradan, piknik yapan ailelere selam vererek yokuştan aşağı iniyorlardı. Yaklaştıklarında damadı gelenlere hürmeten onları karşılamak için ayağa kalktı.

 Reis mi gelen? diye sordu Fatma Hanım.

 Evet anne, Belediye Başkanı Ahmet Bey, dedi damadı.

Belediye Başkanı Ahmet Akyollu, yanında meclis üyeleri, tepedeki belediye lojmanlarından çıkmış, geliyorlardı. Başkan, kendisini ayakta karşılayan Mehmet Bey’i hemen tanımıştı. Selamlaşıp ayaküstü konuşmaya başladılar.

Ali Usta’m yok mu, nasıldır kendisi? diyerek kayınpederini sordu Reis. “Çok selam söyleyin kendisine!” diyerek ayrıldı yanlarından.

Ali Usta, koyu Adalet Partiliydi. Aynı zamanda partinin Orhaniye Mahallesi mahalle sorumlusuydu da. Sadece mahalleli değil, köylüsü, kasabalısı, tanıyanı çoktu ve sevilip sayılan bir insandı.

Reis, damat Mehmet Bey’le konuşmasını bitirip vedalaşmasının ardından hemen yan taraflarında duran Kemal Bey ve Behzat Ağa’ya doğru yöneldi. Kemal Bey de Adalet Partiliydi ve Reis Bey bazen tek başına, bazen de dostları ve misafirleriyle yemek yemeye gelirdi lokantasına. Onlarla da ayaküstü kısa bir sohbetin ardından Reis, yanındaki meclis üyeleri ile birlikte yoluna devam edip Oylat’ın içine doğru yürüyüp gitti.

Artık neredeyse öğlen olmuştu. Piknik alanındaki ailelerin başlarındaki erkekler fırının yolunu tutmuş, az sonra da ellerinde taşıdıkları güveçlerden yayılan mis gibi kokular piknik alanını bir baştan bir başa kaplayıvermişti. Sofralar kurulmuş, ayranlar bardaklara doldurulmuş, meşrubatlar sofranın yanında hazır edilmiş, meyveler yıkanıp tabaklara dizilmiş, karpuzlar kesilmiş, yemeğin hemen ardından yudumlanacak olan mis gibi çayların demlenmesi için de çaydanlıklara su doldurulup piknik tüplerinin üstüne yerleştirilmişti. Yemeğin ardından bulaşıkları yıkamak için çeşme başına götürülmek üzere plastik kovaya yerleştirildiler. Çeşme başında yıkanan tabak kaşıkların ardından öğlen namazı için abdestler alındı ve tekrar piknik alanına geri dönüldü. Dönüş yolunda da yol boyunca pikniğe gelen tanıdıklarla selamlaşılıp duruldu.

Az ötelerinde yedi sekiz yaşlarında kız çocukları ip atlıyorlar, erkekler de bir araya toplanmış, kahvelerini içip sigaralarını tellendirirken sohbet ediyorlar, hanımlar ve genç kızlar da lafa dalmış, bir yandan da çaylarını içiyorlardı.

Remziye Hanım:

 Ayla, kızım, kardeşine bak hele. Onunla ilgilen, diye az ötede ip atlayan çocukların arasındaki ortanca kızına seslendi.

Ayla, bir yandan ip atlarken, kendilerine doğru düşe kalka gelen sarı saçlı, beyaz yakaları olan pembe elbiseli, henüz bir, bir buçuk yaşında olan kardeşine dönüp baktı. İp atlama sırası kendisine geldiği için annesinin seslenişini duymazdan geldi. Yalpalayarak düşe kalka ilerleyen küçük kız kardeşi son düşüşünde olduğu yere çöktü kaldı. Yanına gelip elindeki ekmek parçasını koklayan karnı kar beyazı, sarı renkteki kedi yavrusunun başını okşuyor, elindeki ekmek parçasını yavru kediye yedirmeye uğraşıyordu. Fatma Hanım, yanında kızı ve torunuyla bulaşık yıkamaktan dönüyordu. Torunu birden elini bırakıp koşarak, yere çöküp kalan kızın yanına gitti. O da çömeldi, eliyle kedinin sırtını sıvazlayıp hayvancığızı severken, diğer eliyle de kızın sarı saçlarını okşuyor: “Sarı pisi, sarı pisi, sarı pisim benim” diyordu. Remziye Hanım da küçük kızının yanına gelmişti o an. Fatma Hanım ve kızıyla göz göze geldiler.

Donup kaldılar. Bu masum sevginin gözlerdeki yansıması üçünün de yüzünde gülücükler açtırdı. Bu ilk gülüş son gülüş olmayacaktı aslında. Bu kaderdi… Ama bu başka bir kaderdi… Koca dişli Muzaffer’in kızı kader değildi. Belki de yirmi, otuz yıl sonraki kaderi olacaktı. Bunu o gün kim bilebilirdi ki?

Gün boyu piknik alanını ip atlayan, saklambaç oynayan çocukların, mahalle arası dedikoduları yapan kadınların sesleri, kimisi sonuna kadar açık, kimisi kısık radyolardan saat başı verilen ajanslarla kesilen müzik sesleri, siyasetten, ticaretten konuşan erkeklerin seslerine ormanın doğal zenginliği olan kuşların sesleri karışıyordu. Kısaca, hayatın bütün sesleri ve nağmeleri dolduruyordu etrafı.

İkindi vakti gelmiş geçmiş, artık akşam ezanı saati yaklaşmıştı. Oylat’ta kalanlar ellerinde çantalar, sepetler, piknik tüpleri ile artık yavaş yavaş piknik alanını terk edip barakalarına dönerken, günübirlik gelenlerden arabası olmayanlar da Oylat meydanına gelmişler, biraz hızlı biraz da telaşlı bir şekilde minibüsleri doldurmaya başlamışlardı.

Fatma Hanımlar da piknik alanından dönüp meydandaki kalabalığın arasından geçerek önce ellerindeki eşyaları kaldıkları barakaya bıraktılar. Sonrasında meydanda, havuzun alt kısmındaki çeşmelerden güğümlerine buz gibi tatlı su doldurmak üzere tekrar meydanın yolunu tuttular. Bu sırada çağlayandan gelen bir grup genç kız bahçede oturmuş kendi aralarında şakalaşırken, az sonra içlerinden birinin ters çevirdiği bir bakraca vurarak ritim tutması ile hep birlikte şarkılar söyleyip kendi aralarında eğlenmeye başladılar. Fatma Hanım’ın gözleri dün akşam sinema çıkışında olduğu gibi yine birdenbire parlamıştı. Bakracı çalan kız işte o kızdı. Kızlardan biri, bakracı çalan kıza: “Jale, şuraya çimenlerin üzerine oturalım” dediğinde ise bu defa Fatma Hanım’ın gözleri çakmak çakmak oldu. İşte, kızın ismini de öğrenmişti artık.

 Jale, Jale, dedi belli belirsiz bir ses tonuyla.

 Ne Jale’si, ne diyorsun anne? dedi kızı.

Hani, akşam sinema çıkışı sana gösterdiğim kız vardı ya…

 Eeee…

 Jale’ymiş adı. Kızım, yarından tezi yok, bu kızın kimin kızı olduğunu öğren, kardeşine istemeye gidelim kızı.

Çimenlerin üzerine oturan kızlar, şimdi yeni bir şarkıya başlamışlardı.

Taksi geldi düt dedi

Annem evde yok dedi

Baktım dünürler indi

Beybabam küçük dedi

Gitmeyeceğim

Yap yârim askerliğini

Bekleyeceğim

Yeşil taksi geliyor

Dağı taşı deliyor

Ablam gelin oluyor

Sıra bana geliyor

Gitmeyeceğim

Yap yârim askerliğini

Bekleyeceğim

Cam cama eklenir mi?

Cam dibi beklenir mi?

Bir ay değil askerlik

Yirmi ay beklenir mi?

Gitmeyeceğim

Yap yârim askerliğini

Bekleyeceğim

Kaynanam kazan karası

Kayınım sokak köpeği

Görümcem balık tavası

Kocam Bursa ipeği

Gitmeyeceğim

Yap yârim askerliğini

Bekleyeceğim

Bizim evin arkası

Lastikçi fabrikası

Lastikçiler dalgacı

Yaşasın mobilyacı

Gitmeyeceğim

Yap yârim askerliğini

Bekleyeceğim

Kızın ailesinin kim olduğunu öğrenmek için çok zaman beklemedi Fatma Hanım. Bir, iki gün sonra kızı telaşlı bir şekilde ve heyecanla koşup geldi yanına.

 Anne, anne, kızın ailesinin kim olduğunu öğrendim, dedi.

Fatma Hanım:

 Söyle kızım çabuk söyle, dedi, kızından daha heyecanlı bir halde pür dikkat kesildi.

 Komşulardan öğrendim. Kızın isteyeni ya da istediği birisi yokmuş. Babası da bizim gibi Bulgaristan göçmeniymiş. Kırcaali’denmiş. Annesi de İnegöl’ün yerli halkından, Manavlardanmış. Kemalpaşa mahallesinde oturuyorlarmış. Tütün ekimiyle uğraşıyorlarmış ve yüzlerce dönüm arazileri varmış. Ben sana söylemiştim anne, bunlar bize bir gömlek büyük gelir diye, bir değil birkaç gömlek hem de. Anlayacağın, kızın ailesi çok zenginmiş. Babası İstanbul’dan gelmiş, İstanbullu Hasan Basri Bey’in küçük kızıymış kız.

Fatma Hanım’ın yüzü, duyduğu bu son cümleyle birlikte bir anda bembeyaz kesiliverdi. Olduğu yerde donakalmıştı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, elleri titremeye başlamıştı.

Konuşmak istiyor fakat bir türlü konuşamıyordu. Kızı ise onu ilk defa bu halde görüyordu ve annesinin hali onu çok endişelendirmişti. Annesinin bir anda bembeyaz olan yüzü ile kaskatı kesilen vücudunu görünce omuzlarından tutup sarstı annesini:

 Anne, anne, ne oldu sana? Diye heyecan dolu ve ağlamaklı bir sesle annesine sesleniyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Hemen annesini sedirin üzerine yatırdı, bir koşu alıp geldiği sürahiden avucuna döktüğü suyu annesinin yüzüne serpiştirip kollarını ovuştururken yine endişeli bir ifadeyle fakat artık bu defa gözyaşları boşanarak:

 Annem, ne oldu sana böyle? diye feryat ediyordu.

 Üşüyorum, dedi.

Hızla arayıp bulduğu battaniyeyi annesinin üstüne örttü. Sıkıca kenarlarını vücuduna sarıp ardından bir parça kolonya koklatarak kendisine getirmeye çalıştı annesini. Annesi kendine geldiğinde:

 Hemen doktora götürelim seni, dedi.

 İstemem, biraz dinleneyim geçer, dedi annesi.

Fatma Hanım akşama kadar öylece yattı kaldı. Akşam damadı İnegöl’den geldiğinde o da kayınvalidesinin halinden endişelenmişti.

 Anne, hadi kalk. Seni doktora götürelim, dedi.

 Bir şeyim yok, deyip itiraz etti Fatma Hanım.

Kızı da damadı da annelerinin ne kadar inatçı olduğunu biliyorlardı. Onun için fazla ısrar etmediler. Zaten Fatma Hanım da kızının yaptığı sıcacık tarhana çorbasının ardından bir bardak suya açıp döktüğü iki gripini içtiğinde iyice kendisine gelmişti. Fakat kızının kendisini sarsan sözleri hâlâ kafasının içinde yankılanıp duruyordu. “İstanbullu Hasan Basri’nin kızı haaa…” deyip duruyordu içinden. Genç kızlık yılları geldi aklına. Ona o günleri tekrar hatırlatan bir film şeridi akıp durdu gözlerinin önünden.

Henüz genç bir kızdı.

Eve katkıda bulunmak, hiç olmazsa çeyizini hazırlamak için çalışmaya ihtiyacı vardı. Halaları, yengeleri tütüne gidiyorlardı. Bir gün halasına “Ben de geleyim” diye yalvardı. Bu yalvarışı karşısında halası onu kıramamıştı. Ertesi sabah erkenden halalarıyla birlikte tütün tarlasının yolunu tutmuşlardı.

Tütün tarlaları için daha sonbahardan işlenmiş, ilkbaharda dikimleri için hazırlanmış olan altı sekiz santim arası boya ulaşmış fideler tarlalarda açılan yerlere dikilecekti. Don ihtimalinin olduğu aylar geride kalmış, artık dikim zamanı gelmişti.

Kâhya, işçileri başına toplamış, getirdiği taze ve sıcak ekmeklerle zeytin, peynirleri hazırlatmış, “Az sonra dikime başlanacak, karnınızı iyice doyurun” diye çalışanları kahvaltıya davet etmişti. Fatma, halasının dizinin dibine oturmuş, ilk defa gelmiş olduğu tarlada tütüncü kadınların arasında utana sıkıla elindeki ekmeği ısırıyor, zeytin, peynirden atıştırıyordu. Diğer kadınlar geçmiş tecrübelerinden gelen alışkanlıkla, öğlene kadar sürecek çalışmanın öncesinde hızlı bir şekilde yemeklerini yiyorlar, neredeyse ağızlarına attıkları lokmaları çiğnemeden yutuyorlardı. Uzaktan onları izleyen tarla sahibi kâhyayı çağırdı yanına. Fatma’yı işaret edip göstererek:

 Bu çelimsiz kız doğru dürüst yemek yemeyi bile bilmiyor, bu kadar yavaş yerse nasıl karnını doyuracak da nasıl çalışacak tarlada? diyordu.

Kâhya:

 Bugünlük gelmiş, bugün çalışsın hele, söyleriz, yarın getirmesinler, dedi.

Biraz uzakta da olsa konuşulanları duymuştu Fatma. Tarla sahibinin de kâhyanın da söyledikleri sözlere çok içerlemişti.

Tarla sahibi yirmi sekizini biraz geçmiş, yörenin en geniş arazilerine sahip en büyük tütüncülerindendi. Babasından kendisine çok tarla kalmış, kendisi de bir o kadar daha satın alıp arazilerini iyice genişletmişti. Babası Bulgaristan muhacirlerindendi ve tütünden iyi anlardı. Tütün işini oğluna da öğretmiş, yıllardır o yöredeki en iyi tütünleri yetiştirir olmuşlardı. Yetiştirdikleri tütünleri de hemşerileri Ali Osman Bey’e satarlardı.

Tarla sahibi Hasan Basri cebinden sigarasını çıkardı, dudaklarının arasına iliştirip yeleğinin cebinden çıkarttığı gazlı çakmağını çakıp yaktı. Sigarasından derin bir nefes çekerken başını kaldırdı, kahvaltıyı bitirip artık tütün dikimine başlayan kadınların üzerinde gezdirdi bakışlarını. Sonra gözleri tarlada çalışanlardan birinin üzerine ilişti kaldı. Çizmelerinin altında ezilen yeni sürülmüş toprağın üzerinde birkaç adım atıp az önce kâhyaya bahsettiği o çelimsiz kızı, Fatma’yı izlemeye başladı. O da neydi öyle! Az önce ağırdan 0 yemek yemesini, zayıflığını öne sürüp alay ettiği kız şimdi pire gibi çalışıyor, tarlada çalışan diğer kadınlara bir hayli fark atıyordu. Bir sigara, sonra bir sigara daha yaktı… Yerinden kıpırdamadan Fatma’yı izledi durdu. Kız, makine gibi çalışıyordu.

Kâhyayı yanına çağırıp Fatma’yı gösterdi ona:

 Bu kızda yanıldık be kâhya! Baksana, nasıl da arı gibi çalışıyor. Bu kızda iş var, keşke diğer kadınlar da onun gibi çalışsalar, dedi.

Haklısın Bey’im, yanıldık, dedi kâhya.

Ertesi gün, bir sonraki gün ve daha sonraki günler, Fatma’nın çalıştığı tarlanın sahibi Hasan Basri Bey, bir süre sonra artık diğer tarlalarına gitmez olmuş, her sabah Fatma’nın çalıştığı tarlaya gelmeye başlamış, Fatma’yı izliyordu. Onun da kendisi gibi Kırcaali’den olduğunu, bunun yanında ismini öğrenmiş, sabahtan akşama kadar uzaktan uzağa Fatma’yı seyreder olmuştu. Bu durum, tarlada çalışan bütün kadınların da dikkatini çekmişti tabii. Fazla geçmedi aradan, dedikodular da aldı başını yürüdü. Kadınlardan biri Fatma’nın halalarına: “Hasan Basri Bey yakında annesini gönderip istetir bu kızı sizden” dedi.

Hani, söylentiler de yalan sayılmazdı yani. Hasan Basri Bey’in gönlü Fatma’ya kaymış, onun soyunu, sopunu araştırmış, huyunu, suyunu bir güzel öğrenmiş, onunla ilgili yeterince bilgi sahibi olmuştu. Gün geçtikçe Fatma, iyice yer etmişti onun gönlünde. İş artık sadece kızı ailesinden istemeye kalmıştı.

Aradan iki ay kadar bir zaman ya geçmiş ya geçmemişti. Hasan Basri, Fatma’nın halasını, amcasını devreye sokmuş, kızı istemeye gelmişlerdi. Halası Vasfiye Hanım, amcası Ömer Bey babası Ahmet Ağa’yı ikna etmişlerdi. Ahmet Ağa’da hayırlı gördüğü bu işi uygun görüp kendince “Olur!” demişti. Babası oluru vermişti ama bütün bu gelişmeler olurken kimse Fatma’nın fikrini sormamıştı bile.

Fatma, içli kızdı. Biraz inatçı bir parça da kindardı. Kendisine yapılanı asla unutmayan bir kızdı. Hasan Basri’nin, tarlasına gittiği daha ilk günün sabahında kendisi hakkında söylediği sözler bir türlü gitmemişti kulaklarından. Zenginliği ile övünen, yanında çalışanları hakir gören, kendi yemek yiyişine bile mana bulan bu adam; üstelik kendisinden on yaş büyüktü de. Evlendiklerinde kendisine belki de nasıl çileli bir hayat yaşatacaktı, kim bilir. Bütün bu düşünceler zihnini alt üst etmişti. Annesi Necibe Hanım:

 Kızım, başına talih kuşu kondu, hem dünürcülere baban da söz verdi, deyince daha da bir üzüldü.

Şu an olduğu gibi kahrolmuş, dünyası kararmış, başından kaynar sular dökülmüştü.

 İstemem! diye tutturdu.

O günden sonra her gün ağlar olmuş, gözleri kan çanağına dönmüştü. Üstelik üzüntüsünden yemeden, içmeden de kesilmiş, zaten zayıf olan bedeni iyice halsiz düşmüştü

Necibe Hanım ise kızının bu halini görüyor, her geçen gün gözünün önünde biraz daha eriyip giden kızının başına bir hâl gelecek diye endişeleniyordu. Sonunda durumu Ahmet Ağa’ya anlatmayı uygun gördü. Fakat kocası: “Ben söz verdim bir kere, verdiğim sözden dönmek bana yakışmaz!..” demişti. Sonunda halaları, amcaları ve eniştesinin de haberi oldu bu durumdan. Bir akşam hep birlikte toplanıp Ahmet Ağa’nın evine gittiler. “Biz vesile olduk ama bu kız ölecek, bizi de vebal altına sokma Ahmet Ağa” dediler. Yalvar yakar oldular, sonunda ikna ettiler Ahmet Ağa’yı. Ertesi gün nişan atıldı, her şey başladığı gibi bitti.

Fatma, taliplilerinin çıkmasına, gelip gitmesine rağmen hepsini reddedip uzunca bir süre kaçtı evlilikten. Ta ki Ali Usta kendisini isteyene kadar. Herkes nasibini beklermiş.

Ali Usta’da daha önce nişan atmıştı. Köselecilerin kızı Mediha ile nişanlanmış, kız için düz taban demişler, o da gençliğin verdiği cahillikle sorup araştırmadan nişanı atmıştı. Oysa öyle bir şey yoktu. Demek ki henüz nasibi çıkmamıştı karşısına. Neticede Fatma kız Ali Usta’yı, Ali Usta’nın kaderi de Fatma’nın kaderi ile birleşeceği günü bekliyorlarmış demek.

Kader onları birleştirmiş, evlilikleri otuz yıldan fazla sürmüştü. Birbirlerini hiç kırmamışlar, kavga etmemişler, mutlu bir şekilde geçinip gidiyorlardı.

Ertesi gün Fatma Hanım:

 Kızım, torunumu getirdim, teslim ettim sana. Allah razı olsun, birkaç gündür bu vesileyle kaplıca suyundan da istifade ettim. Ben artık İnegöl’e döneceğim, dedi.

Kızı bir şeylerin ters gittiğini, dün akşamdan beri annesine bir şeyler olduğunu anlamıştı fakat bunun sebebini sormanın ne yeri ne de zamanı değildi. Sadece:

 Bana neler olduğunu anlatacaksın değil mi? dedi annesine.

Fatma Hanım:

 Sonra, daha sonra kızım, dedi, o kadar.

Kızı da daha fazla üstelemedi.

Torununu kucakladı. Torunu:

 Gitme anneanne gitme, ben de geleyim seninle, dedi.

Kızıyla torunu meydandaki minibüse kadar eşlik ettiler ona. Fatma Hanım, kızıyla torununu daha rahat görebilmek için, minibüste cam kenarına geçip oturdu. Minibüs hareket ettiğinde dönüp son kez baktığı torunu, annesinin kucağında anneannesine el sallıyor, ona öpücükler gönderiyor, uğurluyordu.

Kızıyla torunu artık geride kalıp gözden kaybolduğunda yeniden Jale geldi aklına. Esmer güzeli kızın görüntüsü bir türlü gitmiyordu gözünün önünden. Kendi kendine söylendi durdu: “Hasan Basri’nin kızı haaa… Olacak iş miydi şimdi bu? Allah kahretsin. Nasıl olur, nasıl olur” diye yol boyunca hayıflanıp söylendi durdu. Bu hayıflanma günlerce sürdü gitti. Kızları annelerinin haline üzülüyor fakat bunun sebebini bilmiyorlardı. Bütün sırlar Fatma Hanım’da saklıydı. Ne kadar ısrar ettilerse de Oylat’taki o halin sebebini bir türlü öğrenemediler. İnattı, susuyordu kadın…

Bir gün kızları toplanmıştı başına. En küçük kızı o kadar çok ısrar etti ki, kızının: “Anlatmazsan ölümü gör!” sözü üzerine yıllarca içinde sakladığı sırrını anlatmaya karar verdi kızlarına. Anlatınca bayağı rahatlamış hissetti kendini. Büyük kızı:

 Anne, sen hiç merak etme. Biz kardeşimize ondan daha güzelini buluruz, dedi.

O günden sonra Fatma Hanım’ın kızları yeni bir telaşın içine girdiler. Kardeşleri Hayrettin için kız bakmaya başladılar. Düğün, nişan, mevlit, hamam, nereye gitseler kardeşlerine kız bakıyorlardı.

Bir gün Fatma Hanım’ın büyük kızı, kocası tarafından akraba olan koltuk döşemecisi İlyas’ın düğününe gitti. Normalde böyle düğüne, nişana gitmeyi, hele o ortamlarda gözlerini kızların üzerinde gezdirmeyi hiç sevmezdi. Ama annesine söz vermişlerdi bir kere. Uzak akrabaların bile olsa nişan, düğün, hiç kaçırmıyorlardı. İlyas, kocası gibi Ahıska Türklerindendi. Doksan üç Harbinin ardından Gürcüler, Çerkezler ve Abazalarla birlikte Kafkasya’dan İnegöl’e göç etmişlerdi. Onlar kadar kalabalık olmadıkları için genelde Gürcülere yakın gösterilir, o dönemde Ahıskalılara “Dil bilmeyen Gürcüler” derlerdi. Hayriye’yi ilk o düğünde gördü. Esmer, kısa saçlı, narin ve ince yapılı, tam annesinin istediği gibi bir kızdı. Sordu, soruşturdu, Kemalpaşa Mahallesinde, Cerrah yolu üzerindeki Göçmen Evleri’nde oturduklarını öğrendi. Kızın ailesi Bulgaristan göçmeniydi. Fatma Hanım’ın soyu da Kırcaali’nin Yenipazar, Çamdere’nin Karamanlar köyündendi. Bu kızın ailesi de İğridere’denmiş. Lakapları da Hardallılarmış.

Hardallı, mektep yüzü görmüş, okumuş bir insandı. Hastalara şifa dağıtan bir hocaydı. Aynı zamanda kasaptı da. Bir oğlu subay olmuş, diğer oğlu da devlet memuru.

Evlenecek çağda oğlu olan aileler kız görmeye genellikle perşembe günleri giderlerdi.

Kız anneleri de o günlerde kızlarını görmeye gelen olursa evlerini hep temiz tutarlardı. O gün diğer günlerden farklı giyinirler, evlerde ikramlık poğaça ve börekler hazırlanırdı.

Fatma Hanım hiç bekletmeksizin haber gönderdi kızın ailesine. Daha ilk Perşembe de yengesiyle birlikte gidip kızın ailesinin kapısını çalıverdi. Her iki taraf da aynı memleketten olunca ortak yanları da çok oldu. Kolay anlaştılar, çabucak kaynaştılar. Kız, dünürlerin karşısına çıkıp ikramda bulundu, boy gösterdi.

Fatma Hanım yengesine belli etmedi ama her tarafını ateş basmıştı. Mevsim kış olmasına rağmen sucuk gibi terliyordu. Karşısına çıkan kız adeta Jale’nin ikizi gibiydi. “Hey güzel Allah’ım, sana sonsuz şükürler olsun!” dedi içinden. Büyük kızı bu kızı söylediğinde pek umutlu değildi ama şimdi kızı görünce çok şaşırmış ve bir o kadar da sevinmişti. Gerçi niçin geldikleri belliydi ama münasip olan bunu sözle de ifade etmekti.

Yengesi usulden girdi söze:

 Çiğdemleri kaza kaza, yolları toza toza, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile oğlumuz için dünür geldik kızınıza, diyerek tekerleme gibi kafiyeli ve güzel bir cümle ile giriverdi mevzuya.

Kızın annesi de aynı dilden cevap vermesin mi?

 Kısmetse gelir Hint’ten Yemen’den, kısmet değilse ne gelir elden, deyip Fatma Hanım’lara cevap vermek için biraz süre istediler.

Evden çıktıklarında Fatma Hanım adeta kuş gibiydi. Yüreği pır pır ediyor, adeta uçtu uçacak…

Aradan bir hafta geçti, kızın ailesinden haber geldi.

Kızın babası: “Kızım daha ufak, şimdilik evlendirmeyi düşünmüyorum.” demiş. “Hay Allah!” dedi Fatma Hanım, fakat verilen bu cevabı da kafasına takmadı tabii… Çünkü o kızı almayı kafasına takmıştı bir kere. Onun öyle bir inadı vardı ki, bu işin onun elinden kurtuluşu yoktu artık. Ne yapıp edecek, bu kızı oğluna alacaktı. Bu cevap üzerine kimleri araya sokmadı ki. Tam bir yıl boyunca gittigeldi gitti geldi… Fatma Hanım’ı bu kararından caydırmak için mahalle komşuları onu caddede sokakta bile çevirdiler de neler neler söylemediler ki? “Bu kızın istediği biri var!” dediler, inanmadı. “Olsun, yine de alacağım ben o kızı!” dedi. Sonra bir gün kocası Ali Usta’nun çarşıdan tanıdığı manifaturacı Seyit çevirdi yolunu.

 Fatma Hanım, yeter artık, yorulmadın mı? dedi. Hardallı o kızı sana vermeyecek. Yazık haline. Bak, perişan oldun. Kendine acımıyorsan Ali Usta’ya acı. Memlekette başka kız mı kalmadı? Hem bak bu kız delidir, mahallede dövmediği kız, erkek kalmadı. Olacağına bak sen, yarın öbür gün kafası bozulur seni de döver. Gel, yol yakınken vazgeç bu sevdadan. Bak hem bizim hanım size helâl süt emmiş güzel bir kız bulmuş, birlikte dünürlüğe gidiverin, dedi.

Siz o an Fatma Hanım’ın halini görecektiniz. Sinirleri iyice tepesine çıkmıştı. Bunlar anlaşılan onun ne kadar inat olduğunu bilmiyorlardı. Açtı ağzını yumdu gözünü, sokağın ortasında Seyit Bey’e söylemediğini bırakmadı. Sözünün sonunda da:

Seyit Efendiii… Seyit Efendiii… Dövse de sövse de ben bu kızı alacağım. Asıl sen var git yoluna be adam, çekil yolumdan, dedi.

Sonra ne mi oldu?

Sonra; Fatma Hanım tekrar gitti geldi kızın ailesine. Hatta mahalleli görmesin diye arka sokaklardan, tarlalardan geçerek gitti. Sonunda Hardallıyı ikna etmeyi başardı ama… Söz, mendil, nişan derken güzel bir yaz günü de düğünlerini yapıverdiler. Sonunda Fatma Hanım muradına ermişti.

O inatçılığı, azmi, çalışkanlığı bir ömür boyu sürdü Fatma Hanım’ın. Uzun yaşadı. Yetmiş beş seksen yaşına kadar doktor, hastane yüzü görmedi. Bir gün midesinden rahatsızlandı. O sıra küçük kızında kalıyordu. Ona evinin arka bahçesinden arsa vermiş, o da bina inşa ettirmişti o arsaya. Ömrünü geçirdiği evi de artık kiraya vermiş, kızıyla birlikte yaşıyordu. Doktora, hastaneye gitmek istemedi. Çok sancılanınca kızları, torunları zorla da olsa hastaneye götürdüler.

Genç bir hanım doktor muayene etti onu.

 Birkaç gün Hacı teyzeyi misafir edelim, dedi. Hastaneye yattıktan sonra da doktor hanım her gün yanına gelip.

Kontrollerini yapıyor, halini hatırını soruyor, kısa da olsa onunla konuşup gönül alıcı sözler söylüyordu. Doktor hanımın onunla bu kadar yakından ilgilenmesi Fatma Hanım’ın çok hoşuna gitmişti. Nihayet günü geldi, doktor hanım:

 Hacı teyze, bugün turp gibisin maşallah… İyice iyileştin. Bugün seni evine gönderelim, ne dersin? dedi. Fatma Hanım, doktor hanımın ellerini tuttu:

 Allah razı olsun kızım, bana çok iyi baktınız. Artık sen de benim kızım sayılırsın. De bakalım, sen nerelisin, kimlerdensin?

Doktor hanım gülümseyerek:

 Ben de İnegöllü sayılırım. Annemi babamı tanıyacağınızı sanmam. Belki dedemin ismini duymuşsunuzdur. Dedeme İstanbullu Hasan Basri Bey derlermiş, dedi.

Fatma Hanım birden heyecanla doktorun ellerini sıktı.

Yoksa sen Jale’nin kızı mısın? dedi.

Doktor:

 Aaaa… Annemi tanıyor musunuz? Evet, ben Jale’nin kızıyım, dedi.

Fatma Hanım bir hoş olmuştu. Yüreği yine pır pır edivermişti ama bu defa yüzü beyazlamamış, kafasının içinde şimşekler çakmamıştı. “Anlatsam mı acaba?” diye düşündü bir an. Yutkundu. Yok, yok, anlatması doğru olmazdı.

 Hee… dedi. İsmini duymuşluğum vardır. Deden de Bulgaristan muhaciri biz de Bulgaristan muhaciriyiz. Eskiler birbirlerini az çok tanırlar. O zamanlar bu kadar kalabalık değildi İnegöl. Herkes herkesin en azından ismini, lakabını duymuştur be kızım, dedi.

Sonra lafı değiştirdi.

 Benim torunum da doktor olacak ama o diş hekimi olacak, dedi.

Ardından ilk ve son defa daha sıkı sıkıya sarıldı doktor hanıma. Gözlerinden iki damla yaş akıp düştü doktor hanımın omuzuna. İşte böyle;

İnsanlar doğar, büyür ve ölür.

Hayatlarımız, kader çizgilerimiz zaman zaman kesişir veya birleşir. Ya da bir kesişmenin ardından birbirinden habersiz kendi yolunda akaaar gider...

Fatma Hanım ve kocası Ali Usta uzun yıllar yaşayıp mutlu ve mesut bir hayat geçirdiler. Varlığı da yokluğu da gördüler.

Olanla yetinmeyi bildiler. Olanla yetindiler, olanı paylaştılar. Hayatları boyunca birbirleri ile hiç tartışmadılar, birbirlerine küsmediler. Kimseyi de üzüp kırmadılar. Çok çalıştılar çoook... Pullukçu Ali’nin evlatlarına ve torunlarına, iş yerinde gençlere tavsiyesi: "Akıllı olun, çalışın. Zanaat bitmeyen sermayedir. Bedava peynir sadece fare kapanında olur evlatlar" sözleri oldu.

Fatma Hanım 30 Mayıs 2004 tarihinde, doksan sekiz yaşında iken vefat etti. Kocası Ali Usta ise onun ardından dört yıl daha yaşadı. 28 Temmuz 2008 tarihinde yüz bir yaşındayken o da hayata gözlerini kapadı. İnşallah Rabbim ikisini de cennetine alır ve o ebedî alemde sonsuza kadar ayrılmazlar. Birliktelikleri cennette de devam eder...

Amin..

OYLAT

Temmuzların benzeri yoktur tatta ...

“olmaz !” deme, sende uğra bir fırsatta…

Vadi zümrüt, havuz sıcak, çeşme soğuk...

Bir yaz kalanın gönlü kalır Oylat’ta ...

Arif Nihat ASYA

Temmuz 1964